Dünya Bankası verilerine göre gelişmekte olan ülkelere ulaşan doğrudan yabancı sermaye (DYS) miktarı 2004 yılında 165 milyar dolardır. Bunun yaklaşık 50 milyarını Çin tek başına elde etmekte; Brezilya ve Meksika ile birlikte üç ülkenin çekmekte olduğu DYS, gelişmekte olan ülkelere giden toplamın yarısını aşmaktadır. Türkiye uzun yıllardan bu yana DYS elde edememekten şikâyet etmektedir. Türkiye’nin […]
Dünya Bankası verilerine göre gelişmekte olan ülkelere ulaşan doğrudan yabancı sermaye (DYS) miktarı 2004 yılında 165 milyar dolardır. Bunun yaklaşık 50 milyarını Çin tek başına elde etmekte; Brezilya ve Meksika ile birlikte üç ülkenin çekmekte olduğu DYS, gelişmekte olan ülkelere giden toplamın yarısını aşmaktadır.
Türkiye uzun yıllardan bu yana DYS elde edememekten şikâyet etmektedir. Türkiye’nin tasarruf miktarının düşük olmasından hareketle, yabancı sermaye yatırımlarının ileri teknoloji getireceği, istihdamı arttıracağı ve çağdaş kurumsallaşma sağlayacağı beklentisiyle ”Çin’e gitmekte olan DYS’nin hiç olmazsa birazını çekebilsek” öykünmeleri sık sık duyulan bir özlemi ifade etmektedir. Bu konuda bugüne değin süregelen ”başarısızlığımız” ise ”Türkiye üzerine düşeni yapmıyor” şikâyetleri ile açıklanmaktadır.
***
Daha fazla DYS elde etmek için gerekli iktisadi ve kurumsal altyapının arasında en önemlilerinden birisinin ‘Serbest Ticaret Bölgeleri’ nin (STB) kurulması olduğu bilinmektedir. STB’ler ulus-ötesi şirketleri çekmek için vergiden muafiyet, kâr transferleri üzerine sınırlamaların kaldırılması, teşvikli kredi, bedelsiz arazi tahsisi ve işgücünün ucuzluğu gibi özendirici öğeler içermektedir. Bu tür STB’lerin tipik bir tanesini Naomi Klein , Türkçeye de çevrilmiş bulunan, No Logo (Markaya Hayır) adlı kitabında yakından tanıtmaktadır. Klein’in Filipinler’de başkent Manila’nın 150 km. güneyinde bulunan Cavite adlı STB’deki çalışma koşullarına ilişkin gözlemleri, kapitalizmin 19. yüzyıl ilkel birikim koşullarını aratmaktadır. Penceresiz, havalandırmasız, çoğunlukla plastik ya da alüminyum kaplı yan yana barakalardan inşa edilmiş ve her birinin kendi özel güvenlik sistemi bulunan 207 atölyeden oluşan Cavite STB ‘sinde 50 bine yakın işçi çalışmaktadır. Çalışanlarının çoğunu genç kadın ya da çocukların oluşturduğu Cavite ‘de iş günü iş yoğunluğuna bağlı olarak sabah 7’den gece 10’a kadar sürmekte; işçiler sık sık gece yarısı 2’ye kadar fazla mesaiye zorlanmaktadır. Klein, işçilerin çoğunlukla uykulu ve yorgun olduklarını ve günde yarım saatlik molalarını dahi uyuyarak değerlendirmekte olduğunu aktarmaktadır.
Klein’in anlatımına göre Cavite STB ‘sinin koşullarını özetleyen en iyi sözcük ”korku” dur. İşçiler ”işlerini kaybetmekten” korkmakta ve her türlü ücrete ve çalışma koşuluna razı olmakta; yerel taşeron sermaye ”yabancıların iş getirmemesinden” , Filipin devleti ise ”yabancı sermaye şirketlerinin bölgeyi terk etmesinden ve Çin ile rekabet edememekten” korkmaktadır. Bu korku dünyasının sonucu ücretlerde, çalışma koşullarında ve vergi gelirlerinde ”dibe doğru yarış” diye ifade edilen ve gelişmekte olan ülkelerin hangisinde yabancı sermaye için daha elverişli koşulların yaratılacağına dayanan acımasız bir rekabet ortaya çıkmaktadır.
***
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) tahminlerine göre 2000 yılı itibarıyla dünyada en az 850 STB bulunmakta ve buralarda yaklaşık 27 milyon işçi çalışmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü’nün tahminlerine göre STB’lerin ticaret hacmi yılda 200-250 milyar dolar arasındadır. Klein’in vurgusuyla, yerleri ve adları ne olursa olsun, STB’lerdeki çalışma koşulları benzerlik içindedir: İş günleri uzun olup -Sri Lanka’da 14 saat, Endonezya’da 12 saat, Güney Çin’de 16 saat ve Filipinler’de 12 saati aşmakta; çoklukla genç kadın ve çocuk emeği her türlü iş güvencesi ve sendikal haklardan uzak olarak çalıştırılmakta ve yabancı sermayeyi her ne pahasına olursa olsun bölgelerinde tutabilmek için her türlü fedakârlığa razı gözükmektedir.
1960’ların sonundan bu yana derinleşen bu olgu sonucunda ücretli emeğin ulusal gelirden aldığı pay da sürekli gerileme içine girmiştir. 1972 ile 1990 arasında ücretli emeğin ulusal gelirden aldığı pay, örneğin Şili’de yüzde 48’den yüzde 28’e, Arjantin’de yüzde 41’den yüzde 25’e; Meksika’da ise yüzde 38’den yüzde 27’ye geriletilmiş durumdadır. Ulus-ötesi şirketler için artık üretim maliyetleri bir ”sorun” olmaktan çıkmış gözükmektedir. Klein’in değerlendirmelerine göre, ”üretim” den giderek kopan ulus-ötesi sermayenin yeni rekabeti ise ”marka ve tasarım” alanındadır.
Bu şartlar altında Türkiye’ye daha çok yabancı sermaye çekebilmenin koşulları açıktır: Stratejik kamu varlıklarımızı ”özelleştirme” adı altında ulus-ötesi şirketlere pazarlamak ve küresel sermayeye ucuz işgücü ve olağan dışı mali teşvikler sunarak ”dibe doğru yarışa” katılmak.
Cumhuriyet 11.01.2006