O zaman istihza etmişler, ‘Vize mi koyacaksın?’ demişlerdi. Halbuki bir gerçeği ortaya koyuyordum. Çünkü bunun iki önemli sıkıntısı vardı. Bir, suç oranlarının artmasını tahrik eder, iki, terörü tahrik eder. Ve bunun bedelini de büyük şehirler ödüyor.” Başbakan’ın ciddiye alınmadığı için serzenişte bulunduğu önermesini, ‘İşte haklı çıktım’ tavrıyla yinelemesinin ardında yatan, Jandarma Komutanlığı ve Milli Güvenlik […]
O zaman istihza etmişler, ‘Vize mi koyacaksın?’ demişlerdi. Halbuki bir gerçeği ortaya koyuyordum. Çünkü bunun iki önemli sıkıntısı vardı.
Bir, suç oranlarının artmasını tahrik eder, iki, terörü tahrik eder. Ve bunun bedelini de büyük şehirler ödüyor.”
Başbakan’ın ciddiye alınmadığı için serzenişte bulunduğu önermesini, ‘İşte haklı çıktım’ tavrıyla yinelemesinin ardında yatan, Jandarma Komutanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun son raporlarında yansıyan görüşlerle koşutluk içinde. İç göç ve nüfus artış hızının, son zamanlarda artış gösteren kapkaç ve hırsızlık olaylarını açıklamak için öne sürülen iki gerçeklik olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla öncelikle önüne set çekilmesi gereken iki olgu. Demek ki büyük şehirlerde asayişin sağlanabilmesi için göçün ve nüfus artışının önüne geçmeliyiz.
Bu saptamanın tarihi çok gerilere gider. İlkokul tahrirlerine kalıp olmuş bu ‘memleket çıkmazı’nın orasından burasından tartışılıp Cem Yılmaz edasıyla ‘her şeyin başı eğitim’e bağlanması da. Nüfus planlaması projelerinin her birinin bir devrim heyecanıyla uygulamaya konulması, alıştığımız toplumsal heyecan örgütlenmelerindendir. Yoksulların tavşanlar gibi çoğalmakla kalmayıp besleyip büyütemedikleri çocuklarını da sırtlanarak şehirlere üşüşmeleri sonucu olduğuna yönelik kesin bir inanç sahibiyiz, az gelişmişliğimizin. Velhasılı kelam, ‘çarpık
kentleşme’nin de müsebbibi kırsaldan göçen karanlık kitleler.
Bu saptamaya gönül rahatlığıyla abone olduktan sonra yapacak
tek şey kalıyor elbet. İç göçü durdurmak. Evli evine köylü köyüne. Şehirli olmayan da sıçan deliğine.
Girişken, cesur, delikanlı başbakanımız, herkesin hemfikir olup da söylemeye çekindiği şeyi yiğitçe dile getirirken bu genel kabul görmüş saptamadan güç alıyor. Onun sözlerini keşke’lerle alkışlayan az değildir.
Nemli lekeye bakmadan
David Harvey, klasikleşmiş kitabı “Sosyal Adalet ve Şehir”de “Kentselliğe, bir bütün olarak toplumda yerleşmiş ilişkileri yansıtan bir toplumsal ilişkiler kümesi olarak bakmak gerekir. Dahası bu ilişkiler, kentsel olguların yapılandırıldığı, düzenlendiği ve inşa edildiği yasaları ifade etmelidir” der.
Şehir, karmaşık bir yapıdır.
Ve elbette bir toplumun aynasıdır.
MGK’nın alarmı 14 ilimizin göç bakımından kritik noktaya geldiğini duyuruyor.
Doğrudur. Ama, toplumsal gerilimin ana çelişkisini kırsal ve kentsel nüfuslar arasındaki olarak saptadığınızda önerebileceğiniz çözümler ancak Erdoğan’ın vize uygulaması önerisi kadar gerçekçi olacaktır.
Bu noktada, dün, Radikal İki’de ‘Öteki Beyoğlu’ndaki serüvenini anlatan hekim Ercan Kesal’in yazısından bir ışık düşeceğim: “Kapıdan giren hastanın sadece şikâyetini dinler, uygun ilaçlarını yazar gönderirseniz, işinizi yapmış olursunuz. Ama yetmez. Çünkü evinin duvarındaki nemli lekeyi sormadığınız hastanızın ciğerindeki lekeyi iyileştirmek için boşuna uğraşırsınız.” Kesal, sonra da ekliyor: “..namuslu bir hekim olmak istiyorsam eğer, ‘Neren ağrıyor, ne zamandır ağrıyor’dan başka şeyleri de sormam lazım. ‘Nerede oturuyorsun? Kira mı, kendi evin mi? Ne iş yapıyorsun? İşsiz misin? Sigortan var mı? Kaç çocuğun var? Buraya nasıl geldin? Otobüsle mi, yaya mı? Bu ilaçları alabilecek misin?”
Tarım Bakanı Sami Güçlü’nün açıklamaları gözünüzden kaçmış olabilir. Bakan, tarımdan geçinen nüfusun, toplam nüfusun yüzde 30’unu oluşturduğunu saptadıktan sonra son yıllarda tarım sektörünün GSMH içerisindeki payının düşüş gösterdiğini belirtmiş. Tarım sektörünün 2000 yılında milli gelir içindeki payı yüzde 16 iken 2004’te yüzde 10’a düşmüş. Peş peşe uygulanan kotalar, ekili tarım alanlarındaki azalma sonucu kırsal kesim nüfusunun milli gelirden aldığı pay günden güne düşüyor. Bu konu, büyük kentlerdeki kapkaç ve hırsızlık vakalarının artışından daha heyecan verici değil, anlaşılan.
Savaş yılları boyunca köylerinden göçe zorlanmış, kendi başının çaresine bakması için devletin şiddetinden yaralı, şefkatinden mahrum yaralı bir halde kapağı büyük şehirlere atmış milyonlarca insanın hâlâ dönebilecek köy bulamaması konusu da bölücü bir faaliyet olarak kaşınmayı bekliyor, değil mi?
Erdoğan, belediye başkanlığı sırasında, İstanbul’un kurtuluşunun kutlama törenlerinde bir konuşma yapmıştı. “…Talihsiz günler yaşayan ve bağımsızlığın ne anlama geldiğini iyi bilen halkımız, yaşanan tarih serüveninden yola çıkarak, dünyadaki bütün meşru bağımsızlık taleplerinin yanındadır. İstanbul’u 1453’te fetheden ruh ne ise işgalden kurtaran da odur.” Erdoğan’ın cûş ü huruşa gelip İstanbul’un kurtuluşu ile fethinin aynı ruhun başının altından çıktığını iddia etmesi, bu şehre yönelik farklı ruh iklimlerini tektipleştirmeyi amaçlayan görüşlerden birinin temsilcisi olmasından kaynaklanıyordu. İstanbul’un fethinin ne tür bir meşru bağımsızlık talebinden beslendiğini açıklaması gerekmiyordu elbet.
Şimdi de aynı ruhla başta bu nazlı şehrimizi aç ‘dışarlıklıların’ işgalinden kurtarabilmek için kapısına bostancıbaşının dikilmesini önerebiliyor.
Şık dünya kenti
Hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğim, yıllar önce, Hortum Süleyman’ın, pek sayın İstanbullu Vitali Hakko’nun cömert desteğiyle girişmiş olduğu Beyoğlu temizlik harekâtını. Sopalı sivil milisler İstiklal Caddesi’nin başını tutup kılıksız Kürt suratlıları sokmuyor, bununla da kalmayıp kalabalığın ortasında Vakko marka sopalarıyla evire çevire dövüyorlardı.
Kimi muktedirlerin gönlünde yatanın, tam da böylesi bir uygulama olduğunu biliyoruz.
Şık ve şanına yaraşır bir dünya kenti olarak tasarladıkları İstanbul’un, rant mücadelesinden, gelir dağılımındaki vahşi adaletsizlikten hiç söz etmeden varoşlarından silkinip bütün taşları boyalı, bütün sokakları çiçekli bir pırlanta olmasını istiyorlar. Varoşların dilsizleri, dolaşımın dışında bırakılmışlar, şehre zaten saklanarak köşeden bakanlar, durmadan küfür gibi çoğalanlar canlarını sıkıyor.
İstanbul Belediyesi’nin birkaç yıl önce bütün şehri süsleyen afişlerle yürüttüğü kampanyayı hatırlarsınız. ‘Ben de İstanbulluyum’ cümlesinin altında çeşitli ünlüler boy gösteriyor, mutlu suretlerinin altında da doğmuş oldukları şehirlerin adı yazıyordu. Tan Sağtürk. Doğum yeri: İzmir. İbrahim Tatlıses. Doğum yeri: Urfa, gibi. çoktan parçalanmış mozaik kültürünü yeniden inşa etmek için girişilmiş nafile bir çaba. Dışarlıklıların ancak ünlü ve başarılı olduktan sonra bağra basılıp İstanbulluluk nişanıyla taltif edildiği bir hemşerilik örgütlenmesi. Kimi kesimlerince ulaşılamaz onca tepesi, fethedilemez onca kalesi olan, yalnız bayram günlerinde kendini varoş ahalisine teslim eden bu şehir, ancak şan şöhret, para pulla edinilebilecek bir paye gibi sunuyor, hemşeriliğini.
Varoşlara sığamayıp bize sıkça görünmeye başlamış olan edepsiz çocukların, hırsız delikanlıların ve onların kalabalık ailelerinin de İstanbulluyuz diye tepindikleri yok. Onlar, ıslah edilseler de bu şehre yakışmayacaklarını biliyorlar. Ama bu şehre yakışmayacak milyonların yalnız ve yalnız bir asayiş sorunu olarak gündeme getirilmesi kentleşme serüveninin hangi noktasında durduğumuzu göstermiyor mu?
Radikal Gazetesi 25 Nisan 2005