Sözün özü, asıl dayanağımız örgütlü işçiler, emekçiler, ezilenler ve onların kentlerin meydanlarını zapt edecek, fabrikada şaltere uzanacak, mahallede kepenk indirecek, okulu boykot edecek eylemleri olabilir ancak
Halkımızın helal-haram dağarcığı epeyce zengindir. Eğer mezar başında değil de hüzünlü bir veda anında ise “hakkını helal et” dileği yürekten “helal olsun” diye yanıtlanır. Bazen de ölüye saygı gereği, pek hak ettiği düşünülmese de imamın sorusuna “helal olsun” denir. Bir de tersi var tabii; haram, zehir zıkkım olsun, gözüne dizine dursun, burnundan fitil fitil gelsin, ettiklerin yedi ceddinden çıksın…
Helalleşmek rızaya dayalıdır. “Etmiyorum” dendiğinde helallik isteyenin payına düşen üzüntü dışında bir sonucu, yaptırımı olamaz. Zorla helallik zorba helalliğidir. Hakkını helal etmeyen -örneğin işinden oluyorsa ya da olacağını biliyorsa-, “etmiyorum”un tınısı “haram olsun” ile başlayan “iyi dilekler” silsilesinin “kibar” ifadesidir aslında. Despotlar da bunu bildikleri için “etmiyorum” diyeni sürüm sürüm süründürürler.
Binlerce örnekten birini CHP Milletvekili Veli Ağababa anlatıyor: “Mesut Polat, Adli Tıp Kurumu’nda mühendis. 11 yakınını Adıyaman depreminde kaybetmiş. Cumhurbaşkanı, Adıyaman’da 27 Şubat’ta bir açıklama yapıyor, ‘Hakkınızı helal edin’ diye. 11 yakınını kaybeden Mesut Polat da WhatsApp durum mesajında, ‘Adıyaman’dan helallik istiyor, helallik vermiyorum’ diyor. Bunun üzerine Mesut Polat hakkında Adalet Bakanlığı 6 Mart 2023’te disiplin soruşturması açıyor. 8 Mart 2023’te ise görevden uzaklaştırılıyor. Be vicdansızlar, be acıma duygusunu kaybetmişler; on bir yakınını kaybeden Mesut Polat’ın paylaşımında hangi suç var? Maalesef arama-kurtarmada, enkaz altındaki insanları kurtarmada bile bu kadar süratli davranmadılar. Cumhurbaşkanı’nı eleştiriyor diye, ‘Helallik vermiyorum’ diyen bir memuru görevden uzaklaştırıyorlar. Maalesef bu kadar vicdansızlık yeryüzünde görülmedi.” (Bkz. Sendika org. 21 Mart 2023)
“İstifa” diye haykıran stadyumların boşaltılmasından, iktidar ortağı yavru kurdun canını sıkan “Anayasa Mahkemesi kapatılsın”a uzayan listeye dahil Mesut Polat’ın başına gelenler. Faşist Saray Rejimi “beni sevmeyen ölsün” diyor, kendini dokunulmaz kılmak istiyor, sadece Mesut Polat’ı cezalandırmıyor “dokunan yanar” diyor, yananları görenler susup sinsin istiyor. Her tarafı kırmızı çizgilerle donatıyor, sonunda tepeden tırnağa kan kırmızıya boyanıyor. Nihayet etrafına çizdiği ateşten çemberin içine hapsoluyor…
Diktatörler için caydırıcılığını yitiren tehditten daha tehlikeli bir şey yoktur, sahibini korkunçluktan gülünçlüğe savurur. Mesut Polat ya da diğerleri başlarına gelecekleri bilmiyorlar mıydı? Eğer bir ülkede on binlerce “Cumhurbaşkanına hakaret” davası varsa, “helal etmiyorum” diyen de “istifa” diye haykıran da ne yaptığını gayet iyi bilmektedir ve yine de yapmaktadır; zorbanın karikatüre, kara mizaha dönüşmeye başladığı eşik burasıdır işte.
Türkiye hiçbir zaman demokratik bir ülke olmadı. 1950’lerde eski despotik devlet gelenek-kurumlarıyla Nazi geleneğini “hür dünya” koşullarda sürdüren NATO/kontrgerilla yapılarının “sentezi” olan faşist kurumlar serpilmeye başladı memleketimizde. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, Komando Kampları-Ülkü Ocakları’nın kimleri, nasıl yetiştirdiği biliniyor 1960-70’lerde 12 Mart, 12 Eylül’lerin neden ve sonuçları da… Tohumlanmadan devlete damgasını vurmaya faşizm yeni bir olgu değil memleketimizde. ’60’lar sonu ve ’70’lerde belli bir taban tutsa da faşizm asıl olarak “devlet” demektir Türkiye’de. O devlet belli bir İslamcı-Türkçü-Ulusalcı tabandan da destek aldı tüm zamanlarda. Tüm bunlara rağmen Alman/Nazi tipi bir taban hareketinin devletleşmesi olmadı bizdeki faşizm, olması da gerekmiyordu. Ve öyle olmadı diye faşizm faşizm olmaktan da çıkmadı!
Faşizmin zorlayıcı ya da “rıza üretici” mekanizmalarının yıkıcı şekilde etkili olmaya başladığı eşik, faşist olmayan geniş toplum kesimlerinin “uyumlanmaya” başladığı, mecbur kaldığı, boyun eğdiği, bazılarının suçluluk duygusundan azgın taraftarlığa evrildiği süreçlerdir. Örneğin “Bir Alman’ın Anıları” adlı şahane kitabın yazarı Sebastian Haffner, avukatlık mesleğine başlayabilmek için Nazi kanunlarınca zorunlu hale getirilen milis eğitimi sertifikasını almak zorunda kalmıştır. Günter Grass ölmeden kısa süre önce gençliğinde Nazi gruplarına katılmak zorunda kaldığını açıklamıştır. Kimisi bir süre sonra Yahudi dostlarıyla selamı sabahı kesmiş, diğerleri, “ne güzel yollar yapıyorlar” demeye başlamıştı(r)… Yüzde 30’lar bandında oy, bir miktar milis kuvveti, sermayenin ve devlet aygıtının örtülü-açık desteğiyle 1933’te iktidara gelen Naziler, hemen o yıldan itibaren terör rejimini kurumlaştırmaya başlamışlar ve birkaç yıl içinde de değindiğimiz “uyumlanma süreci” başlamıştır; Naziler asıl toplumsal tabanlarını iktidara geldikten sonra inşa ettiler. İşçi sınıfı, komünist ve sosyal demokratların yenilgisi başarılarının ön koşuluydu ve bir dizi iç-dış faktör onları yükseltti.
Uzun analizlerden kaçınmak için faşizmi, hava ve yol şartlarına göre vites değiştiren bir otomobile benzetebiliriz. Vites düşürdüğünde “demokrasi” gelmiş olmaz, yükselttiğinde de faşizm “yeniden gelmiş” olmayacağı gibi… Arabanın nasıl kullanılacağı “hava ve yol şartlarına” bağlıdır. Örneğin SS’lerin önceli SA’ların kanlı bir şekilde tasfiyesi SA’yı “faşist olmayan” bir yapı kılmaz; bu tip tasfiye-çatışmalar da “hava ve yol şartlarına” bağlıdır.
Saray faşizmi bu parametreler ışığında ele alınmalıdır. 2015’ten itibaren vites artırdılar, artırmak zorunda kaldılar. Devlete hakim oldular, içerde ve Suriye’de paramiliter yapılar inşa ettiler, mafyayı hizmetlerine koştular ve toplumsal dokuyu epeyce tahrip ettiler, soygun düzenlerine uygun milli ve dini vasatın inşasında epeyce yol aldılar. Fakat ne Alman tipi imanlı ve disiplinli bir toplumsal taban inşa edebildiler ne de toplumun geniş kesimleri onların dümen suyunda bir uyumlanma sürecine girdi. İnşa ettikleri devlet içi-dışı yapılar bir suç şebekesi/ortaklığı görünümü arz ediyor ve çıkar ve suç ortaklıkları ciddi bir sınavda dağılmanın ötesinde “satış borsasına” dönüşmeye gayet müsait.
Yani gidiyor gitmekte olan. Velev ki hile hurda ile seçimi aldılar, yine gidecekler, dayanamayacaklar! Saray rejimi -parlamenter kurallar içinde- 2015 7 Haziran seçimlerinde düştü. Sandıkta kaybettikleri oyunu/sandığı bomba ve kanla “tashih ederek” kanlı bir toplumsal mühendislikle kazandılar, 8 yıldır her tür ölçüyle gayr-i meşru, gasp edilmiş bir “rejim” olarak hüküm sürüyorlar. 2015’in bombalı seçim sürecini tekrar etmeleri imkansız olmasa da çok zor, yapsalar da bu kez tutmaz ve kazacakları kanlı çukura düşmeleri şaşırtıcı olmaz.
Ezcümle zorbalık yöntemleri “apolitik” stadyumlarda dahi “istifa” haykırışlarına çarpıyor. Ekonomik olarak halkı “satın alamazlar”, çünkü yağmaladıkları ekonomi dibe vurdu. Yalanları tutmayacak kadar sırıtıyor. Ahlâki olarak yerlerde sürünüyorlar. Karşılarında birleşmiş bir burjuva muhalefet var. Kürtler, Aleviler, kadınlar, yoksullaşan emekçiler, depremde yıkıma uğrayan milyonlar, seküler hayat tarzını sürdürmek isteyenler… tek cümleyle geniş halk kesimleri bıkmış durumda. O kadar ki, efelenerek masadan kalkan Akşener’i geri dönmeye mecbur kılacak kadar “derinlere işlemiş” bir bıkkınlık bu. 20 yıllık tablonun ve güncel durumun ışığında tekrar vurgulayalım: Kazanamazlar, kazansalar da tutunamazlar!
1933’te iktidara gelen Hitler, deyim uygunsa yolun başındaydı ve -burada giremeyeceğimiz- iç de dış koşullar yelkenlerini havalandırıyordu. 2023’de ola ki sandıktan bir kez daha çıkacak Erdoğan yolun sonundadır; iç ve dış tüm koşullar -belli oynaklıklara rağmen- aleyhindedir, daha da önemlisi salt iktidar koltuğuna yaslanarak tabloyu tersine çeviremez, bunun koşullarından, dayanaklarından yoksun.
Peki gelmekte olan ne? Ya da giden nasıl gidecek? Latin Amerika’da devrimle sonuçlanmadığı halde sokak hareketleriyle gönderilen çok sayıda iktidar var. Türkiye’de kısa vadede olanaklı görünmüyor böyle bir seçenek, giden parlamenter oyunun kuralları içinde gidecek. Yani giden sosyalistlerin öncülüğünde gelişen sokak hareketiyle gitmeyecek -şimdilik.
Gelmekte olana “kefil olma” derecemiz, gitmekte olanı göndermekteki rolümüz kadar olabilir ancak. HDP eksenli Emek Özgürlük İttifakı ve diğer sol, sosyalist güçlerin toplam ağırlığı parlamenter cephede tahterevallinin yönünü değiştirebilecek boyuttadır. Yine de biz tahterevallinin kefelerinden birinde oturmuyoruz; hikaye asıl olarak parlamenter sahada iki burjuva kamp arasında yazılıyor.
Öyle diye, tarafları eşitleyerek “oyuna” ilgisiz kalabilir miyiz? Hayır! Romalı senatörlerin yıllarca her söze “Kartaca yıkılmalıdır” cümlesiyle başlaması gibi, biz de “saray rejimi yıkılmalıdır” ile başlamalıyız bu günlerde (Kartaca yıkılmamalıydı, saray rejimi ise mutlaka yıkılmalıdır). Eğer yıkılırsa HDP ve müttefikleri ağırlıkları oranında “gelmekte olandan” hak talep etme, kısmi kazanımlar elde etme imkanına sahip olacaktır. Dahası en güvenilmez burjuva iktidar dahi bu tip ağır baskı rejimlerinin ardından halkın özlemlerine kayıtsız kalamaz, bir süre sonra geri almak üzere belli “rahatlatıcı” tedbirler almak zorunda kalır.
Saray rejiminin -parlamenter eksende dahi- düşmesi ve yine aynı eksende gelecek kısmi, geçici, tamamen güç ilişkilerine bağlı rahatlamanın yaratacağı olanaklar politik bakımdan önemsiz değildir. Her şey bir yana, halkın morali çok önemli bir faktördür politik mücadelede. 27 Mayıs 1960 sonrası cuntanın halkın ve gençliğin taleplerine ilgisiz kalamaması -ki salt bir parmak bal çalma değil, bu sayede kendilerini sağlamlaştırma politikasıdır bu-, 1991’de Demirel’in “Konuşan Türkiye” vaat etmek zorunda kalması -kısa bir yalancı baharın ardından kış geldi, doğru-, hatta 1990’ların çürümüş rejimlerine tepki üzerinde yükselen Erdoğan’ın ilk döneminin de bir tür yalancı bahar olması politik çatışma ve gel gitlerin doğasına uygun gelişmelerdir.
Verili güç ilişkileri tabloyu aşağı yukarı böyle çerçeveliyor. Eğer Yunanistan’daki tren kazasının ardından genel greve giden sendikalar türünden sendikalarımız, ayağa kalkan demokratik kamuoyumuz; Peru’da sivil darbe ile düşürülen Pedro Castillo’ya sahip çıkmak için günlerce sokakları yangın yerine çeviren -26 kişi öldü protestolarda- örgütlü bir halkımız; Bolivya’da tüm tutarsızlıklarına rağmen Morales’e sahip çıkmak için otoyolları işgal eden işçi ve köylülerin izinden yürüyen ezilenlerimiz olsaydı 2023 Türkiye’sinin kader kavşağında başka türlü “konuşabilir”, bambaşka bir “çerçeve” çizebilirdik.
Sözün özü, asıl dayanağımız örgütlü işçiler, emekçiler, ezilenler ve onların kentlerin meydanlarını zapt edecek, fabrikada şaltere uzanacak, mahallede kepenk indirecek, okulu boykot edecek eylemleri olabilir ancak. Gidenin gönderilme sürecinde olduğu gibi, gelenin gidişatına tesir etmede de birinci önceliğimiz -politik süreçlerin dinamik seyri içinde konumlanarak- örgütlü bir emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin inşasıdır. Ki böylesi bir inşanın “yan ürünlerinden” biri de “parlamenter sahadaki etki” olacaktır. Tersten de ifade edilebilir: böylesi bir zeminden/dayanaktan yoksun parlamenter kazanımlar kum üstüne yazılıdır.
Sosyalistlere düşen “gelenin” rehavetiyle oyalanmak değil, özgürlüğün fethi için işçi sınıfı ve ezilenleri sağlam politik kuvvetler olarak örgütlemektir. Soyut bir örgütleme gayretkeşliği değildir bu; deprem, seçim, geçim ya da seçime bağlı olası çatışmalar, sokak hareketleri için tüm imkanlardan yararlanmayı gerektiren yaratıcı, atak bir örgütlenme seferberliği duruyor sosyalistlerin önünde.
Başkalarının tayin ettiği kaderin dalgaları arasında savrulup durmaktan kurtulmak ve haklarımızın kaderini halklarımızla omuz omuza tayin edebilmek için tüm imkanları değerlendirmekten başka yolumuz yoktur.
Kaynak: Alınteri