Ekim’de yitirdiğimiz yoldaşlar, büyütmeye çalıştığımız sınıfsız toplum kavgasının, kendimizinki de içinde olmak üzere nice bedele mal olmuş tarihsel bir deneyimin yapı taşlarıdır. Ölümsüz ve daima yanı başımızda
“Gecenin ortasında kırmızı tuğladan Kışlık Saray
ve limanda üç bacalı Avrora…
ve kederli Volga yollarının
ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş oldu.
Bir şafak vakti karanlığın kenarından
karlı çizmelerini o n l a r
mermer merdivenlere bastıkları zaman…”
Nazım Hikmet’in çok güzel tanımladığı gibi 1917 Ekim Devrimi (7 Kasım 1917) geleceğe uzanan bir yolun açılışı, bir çağın başlangıcıdır… Sonradan tökezlemiş, hatta geri döndürülmüş gibi görünse de aslında yanmaya devam eden bir ateştir ve onun temsil ettiği ideallerin, esinlediği ruhun söndürülmesi olanaksızdır! Aylardan Ekim’dir!
Tıpkı İspanya’da 1934’te Asturiaslı madencilerin dinamit kullanarak destekledikleri 1051 ölüye, iki misli yaralıya, 30 bin tutsağa mal olan görkemli işçi devrimi gibi. Aylardan Ekim’dir!
*
Dünya o kadar uzun bir zamandır deviniyor ki, mücadele öyle göz açıp kapayana geçiyor ve izler bırakarak ilerliyor ki, ayları tasnif etmek, kutlamaları ve anmaları, devrimleri ve karşı devrimleri belli mevsimlere sıkıştırmak mümkün değil. Kabarmalar da geriye çekilme ve düşüşler de -yaşandığı anda derin umutlar ve hayal kırıklıkları yaratsa da- bir sonraki akışın müjdecileri gibidir. Diyalektiğin değişmez yasası aralıksız değişim ve yenilenmedir; süreklilik içinde kopuştur.
Örgütlerin de bireylerin de tarihinde bütün bu serüvenin uğrakları kazanımlarla değil kayıplarla anılır daha çok. Kazanımların yerleşmesi uzun bir süreç alır, sabitlenmez ama… oluş ve yok oluş sürer gider. Kayıplar ise tasavvur edilmez bir iz bırakır. Onlar da ardıllarında yaşar ve varolur fakat tedavisi imkansız açık bir yara gibi çeşitli vesilelerle kendini duyumsatır. Yaşayanlarda ayrı, duyanlarda, sonradan öğrenenlerde ayrı…
Her örgütün tarihinde böylesi kesitler vardır. Ekim bizim için de bir bakıma “özel” bir aydır. Ekim’de yoldaşlarımızı yitirdik, 1992 Ekim’inde ise dört yoldaşımızı ardarda…
Nilgün Gök (14 Ekim 1992)
Düşman karşısında çakmaklanan gözleri unutulur gibi değildi Nilgün Gök’ün. Dostları ve yoldaşlarının yanındaysa bahar bahçe. Neşeli, muzip kararlı ve seçtiği yol konusunda sonuna kadar net! Bilmediği her şeyi -hem de bir an önce- öğrenmeye hevesli, yerinde duramayan bir yoldaştı. İşten gocunmaz, her durumda gönüllülükle kendini öne atar, yapılacak işe talip olurdu.
İyi bir militan olmak istiyordu ama bununla yetinmedi. İyi bir komutan da olmalıydı. Bu da her şeyden önce güçlü bir ideolojik donanıma, gelişkin bir politik bilinç ve sezgilere, yeraltı savaşımında ustalaşmaya ve ancak bu temel üzerinde yükseldiği taktirde devrimci bir işlevsellik kazanacak olan çok yönlü becerilere sahip olmaktan geçiyordu. Hedefini iyi bir komutan ama ondan da önce iyi bir parti kadrosu olmak şeklinde tanımladı ve kendini bu yönlü bir gelişmeye adadı. Bunu sıkıca sarılacağı, ölene kadar bırakmayacağı güçlü bir zemin yaptı. Osman Yaşar Yoldaşcan Müfrezesi bu sağlam militanı bastı bağrına.
Nilgün Gök bir kamulaştırma eylemi sırasında vuruldu. Eylemi ve yoldaşları riske etmemek için arabaya kadar yaralandığından bile söz etmedi.
Ataman İnce (25 Ekim 1981)
10 gün boyunca bedeninde sağlam hiçbir yer kalmayıncaya kadar işkence ettikleri ve ağzından “Ben bir komünistim” cümlesinden başka bir şey duymadıkları Adanalıların “sürme göz”ü Ataman İnce’yi 25 Ekim 1981’de uğurladık ölümsüzlüğe.
En iyi örgütçülerimizdendi Ataman İnce. Bulunduğu ortamı derhal benimseyen, insanlarla sımsıcak ilişkiler kuran, aynı zamanda onlardan biri olabilen, ortak amaçlar için onları bir ordu haline getirecek enerjiyi üretebilen bir yoldaştı.
İstanbul proletaryası içinde pişti. Kartal, Gülsuyu ve 1 Mayıs mahalleleri ile Elka’dan Esaş’a, Otosan’dan Jawa’ya Anadolu Yakası’nın fabrikalarının işçi ve emekçileri arasındaki çalışmalarda Ato oldu bu yetenekli örgütçü…
Çocuk yaşta katıldığı TİKB saflarında edindiği birikimini ve yeteneklerini örgütlü mücadelenin içinde, özellikle de proletarya saflarındaki faaliyetleriyle geliştirip zenginleştirdi. O genç ömrüne, Deniz Gezmiş’in son günlerinde onun volta arkadaşı olma onurunu da sığdırdı. Gülen gözleri, çelikten iradesi hala bizimle…
Şaban Budak (22 Ekim 1992)
Adana Tekel Deposu kamulaştırmasında, Remzi’yi (Metin) tutsak etmeden önce Şaban Budak’ı (Selçuk) delik deşik ettiler. 30 kurşun çıktı bedeninden. O görmeyen sağ gözü neler gördü oysa… Neler gördü, nelerin izini sürdü, neleri yakaladı bir bir… neleri onardı, neleri inşa etti. Çıplak bir yaz akşamında serin sulara dalar gibi girdi ölümün koynuna.
Cesareti, soğukkanlılığı, seri düşünüp hızlı karar alabilmesi, planlamacılıktaki yetenekleri ve kendi deyimiyle olmazı olur kılan “inadı”yla iyi bir eylem adamıydı. Yalın kişiliği, bulunduğu ortama hemen intibak edişi, temas ettiği herkesi tanıma çabası, herkeste olduğunu düşündüğü saklı cevheri bulma uğraşı göz kamaştırıcıydı.
Selçuk karınca çalışkanlığıyla dokunurdu size ve hayata, mücadeleyi bir saniye bile ertelemeyen titizliğiyle… Sanki zamanının az kaldığını öngörmüş gibi kotarırdı her işi, ne hafife alıp küçümser ne de abartırdı. Neyse olduğu gibi yerleşirdi insanın zihnine…
Remzi Basalak (23 Ekim 1992)
Kendini geliştirmeye adanan zamanlar, mükemmeli arayan titiz çalışma, bir işe giriştiğinde, bir çalışmaya odaklandığında yemeyen, içmeyen, uyumayan… kendini unutan; birçok yoldaşın “Onu çalışırken görmek lazımdı” diyeceği Remzi’nin arka planında tutkulu kişiliği, çalışkanlığı ve fedakarlığı kadar özenle biriktirdiği komünist erdemler vardı.
Silahı tutukluk yapmıştı Remzi Basalak’ın, tutsak düştü. Yakalanmasının üzerinden 12 saat bile geçmemişken, gece saat 23:00 sularında götürüldüğü Adana Numune Hastanesi’nin kayıtları “hastaneye getirildiğinde ölmüş olduğunu” belirtiyordu.
Katlettiler Remzi’yi…
23 Ekim 1992’ydi tarihlerden…
Kelepçeyle zaptedemedikleri bedenini “suç aletleri”nin sergilendiği masanın arkasına geçirmeye çalıştılar, nafile!..
Sonra bir tekme indi masaya, sadece masaya değil, kurdukları düzene indi gelecek günlerin muştucusu gibi. Sistemlerini nasıl yıkacağımızı hatırlattı bir kez daha onlara.
Onu katlettiler, “Remzi tekmesi”ni ortadan kaldıramadılar ama! TİKBli olmakla özdeşleştirilen o berrak bilinç, o direngen ruh, o korkusuz yürek sadece görüntülerde değil, asıl hafızalarda tazeliğini koruyor.
Sezai Ekinci (31 Ekim 1992)
Gözünü budaktan sakınmayan bir kuşağın en mütevazi en çalışkan kendini geliştirme uğraşına hiç ara vermeyen en adanmış örneklerinden biriydi Sezai Ekinci. Sürekli bir akış halindeki komünist bilinç ve dünyayı değiştirme iddiasının yaşamda ve mücadelede somutlanışı bu önder komünisti de örgütü TİKB’yi de besledi.
Mücadelenin hızla devinen ve değişen koşullarında donanımını asla yeterli görmezdi. Dinamik sınıf bilinci, marksizmin devrimci yöntem bilgisine hakim olma ancak pratik mücadele içinde uygulanıp test edilebilirdi, kısacık ömrü boyunca daima bunu yaptı.
Komünist/devrimci giysisinin Sezai Ekinci’nin üzerine bu kadar güzel oturması, onun neredeyse teni haline gelmiş doğal örtüsü gibi olması, bütün tanıyanların ortaklaştığı bir değerlendirmedir. Enerjisini katlayan, iyimserliğine anlam kazandıran ve onu bükülmez biçimde çelikleştiren büyük amacımıza yönelik tutkudan başka bir şey değildi.
*
Ekim’de yitirdiğimiz yoldaşlar, büyütmeye çalıştığımız sınıfsız toplum kavgasının, kendimizinki de içinde olmak üzere nice bedele mal olmuş tarihsel bir deneyimin yapı taşlarıdır. Ölümsüz ve daima yanı başımızda…
Kaynak: Alınteri
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.