Eğitim Sen eski başkanlarından Alaaddin Dinçer, mektepligazete.com’un dijital aylık eki Tebeşir için Halkevleri GYK üyesi Ferda Koç ile geçmişten bugüne Halkevleri’nin mücadelesi, eğitim hakkı mücadelesi, ekonomik yıkım altında yükselen toplumsal hoşnutsuzluğun siyasal mücadele alanına nasıl tercüme edilebileceği üzerine konuştu
Öncelikle bizi kırmayıp söyleşi teklifimizi geri çevirmediğiniz için size teşekkür ederiz. Yaklaşık 90 yıllık bir sivil toplum örgütü olduğunuzu biliyoruz. Bize kısaca Halkevlerinin kuruluş amacını nedir açıklar mısınız?
Sayfalarınızı Halkevlerine, Halkevlerinin Türkiye toplumunun sorunlarına bakışına ve özel olarak da eğitim hakkı mücadelesine ayırdığınız için ben teşekkür ederim.
Halkevleri 1932’de CHP tek parti yönetimi tarafından kuruldu; CHP’nin 6 temel ilkesinden, “altı ok”undan biri olan “Halkçılık” ilkesinin somut bir uygulaması olarak tasarlanmıştı. Amacı, halkı laik, çağdaş cumhuriyetin hedeflerini ülkü haline getirmiş bilinçli ve kaynaşmış bir kitle haline getirmekti. Sonraki yıllarda Halkevlerinin olumlu anlamı olarak vurgulanan, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde en güçlü popüler bilim-kültür-sanat odağı olması, ona yüklenen bu işleve bağlı olarak gerçekleşti. Halkevleri CHP’nin iktidarında olduğu tek parti devletinin güdümündeki bir örgüt olarak kuruldu bu doğru, ama amacı halkı çağdaş uygarlığa paralel olarak ileriye taşımaktı. Bu özelliği onu zaman içinde “halkçı ve ilerici bir örgüt” haline getirdi. DP tarafından kapatılması ve 27 Mayıs sonrasında “kamuya yararlı dernek” statüsünde yeniden açılmasıyla birlikte “halkçı ve ilerici bir örgüt” niteliği giderek öne çıktı. Halkevleri böylece “devlet güdümlü” bir yarı resmi kuruluş olmaktan çıktı, ilerici aydınların gönüllü emeğine dayanan bağımsız, demokratik bir kitle örgütü haline geldi. 1960 sonrasının büyük toplumsal uyanışı Halkevleri’ni bu noktadan da ileriye taşıdı ve dönemin devrimci hareketlerinin kültür, sanat ve halk eğitimi düzlemindeki bir mevziisi haline getirdi. 12 Mart döneminin ardından Halkevlerinin, faşist teröre karşı direnen devrimci gençlerde somutlaşan devrimci dinamiklerle yaşatılabileceğini gören Ahmet Yıldız ve arkadaşları, Halkevlerinin bu yöndeki dönüşümünün önünü açtı. 1977’den itibaren Halkevleri devrimcilerin yön verdiği, halkçı, devrimci bir kültür merkezi olarak anti-faşist direniş hareketiyle bütünleşti ve “devrimci bir halk kültür örgütü”ne dönüştü. 12 Eylül sonrasındaki “yeniden kuruluş” süreci bu noktadan başladı. 12 Eylül cuntasının vesayeti altında gerçekleşen “sivil yönetime geçiş” sürecinde Halkevleri “devrimci bir halk kültür örgütü” olarak bu süreçte gelişen “demokratik halk muhalefeti”nin yoksul mahallelerdeki açık merkezleri olarak işlev üslenmeye başladı. O dönemde yaptığımız “Halkevleri halkın muhalefet evleridir” belirlemesi bu gerçeği ifade ediyordu. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye neoliberal yıkıcılığın pençesine sürüklenmeye başladı. 2000’li yılların başından itibaren, Halkevleri, yoksul halkın neoliberalizme karşı direnişlerinin, “halkın hakları mücadelesinin” merkezi olmaya yöneldi, bu işlevi hakkıyla üstlendi de. Parasız Eğitim-Parasız Sağlık mücadelesinden başlayarak, eğitim, sağlık, barınma, enerji, ulaşım gibi temel hizmet alanlarında kamusallığın, piyasalaştırma, metalaştırma üzerinden yeniden şekillendirilmesine karşı yoksul halkın devrimci kitle mücadelesi örgütü olduk. Haziran İsyanı, bu mücadele düzleminin Türkiye halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin somut içeriğinin oluşturulması açısından kurucu önemde olduğunu kanıtladı. Bu durum şimdi Halkevlerini Türkiye halkının demokratik siyasi alternatifinin oluşumunda rol üstlenmeye zorluyor. Devrimci bir politik sürecin kuruculuğu rolünü üstlenmemiz, “ilerici bir halk kültür merkezi” olarak varlığımızı sürdürebilmemizin koşulu haline geldi. Yani, şöyle dersek yanlış olmaz: 90 yıllık bir kurum olarak Halkevleri genel amacı halkı toplumsal ilerleme sürecinin bir parçası haline getirmek olan “ilerici bir halk kültür merkezi”dir, günümüz koşullarında bu rol ancak “devrimci bir kitle mücadelesi merkezi” somutluğunda sürdürülebiliyor.
Geriye baktığınızda bu 90 yıllık süreçte amacınıza ulaşmada en çok zorlandığınız dönem hangisidir?
90 yıllık bir sürecin içinden bakacak olursak, Halkevleri bir dönem için “devlet destekli”, bir dönem için devletten açıkça destek almamakla birlikte “kamuya yararlı dernek” olarak devlet tarafından önüne “alan açılabilen”, bir dönem için halkın etkin sahiplenmesiyle iktidar saldırılarından korunabilen ve geçtiğimiz 30 yıl boyunca devrimcilerin, devrimci bir mevzi olarak savunarak ayakta tuttukları bir kurum. Faşist darbeler ve gerici-faşist siyasi iktidarların örgütümüzü kapattığı dönemleri dışta bırakırsak, bütün gerici iktidar dönemlerinde Halkevlerinin çalışmalarının engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, iktidarın baskısıyla halkın mücadele dinamikleri arasında bir denge var. Gerici iktidarların baskısının ilerici toplumsal mücadele dinamiklerindeki bir gerilemeyle birlikte yaşandığı anlarda “zorlandığımızı” söyleyebiliriz. Örneğin Haziran İsyanı’nın geri çekildiği, tek adam diktatörlüğünün ardı ardına gelen şiddet dalgaları ile adım adım ilerlediği ve yerleştiği 2015 sonrası dönemde çok sayıda şubemizi kapatmak zorunda kaldık. Üstüne bir de COVID 19 salgını eklenip, yüzyüze ilişkilere dayanan kitlesel etkinlik zeminleri sınırlanınca kendimizi oldukça güç bir durumda bulduk. Bununla birlikte, yoksul halkın hak ve özgürlük mücadeleleri bu dönemde de yeni dinamikler, yeni güç dengeleri üretiyor ve üretti de. 2020 yazında, içişleri bakanlığının keyfi kısıtlamalarına karşın gerçekleştirdiğimiz yeniden yapılanmadan başlayarak, örgütümüzü yeni koşullar içerisinde de halkın faşizme ve neoliberalizme karşı direnişinin bir ileri mevzisi halinde yeniden ayağa dikmeye başladık.
Sağlıktaki sorunlardan ulaşıma, çevre sorunlarından ekonomik krize kadar her alanda halkın yanında, halkın sesi olmaya çalışıyorsunuz. Eğitim sorunları ile de yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Sizce eğitimin temel sorunu nedir? Bu sorun veya sorunlara yönelik önerileriniz var mı?
Özellikle AKP iktidarının eğitimi parasız, bilimsel ve laik eğitimden uzaklaştırarak ticarileştirdi ve bununla beraber 4+4+4 ile gericileştirdi. Merdiven altı sübyan okulları özellikle ekonomik seviyesi düşük mahallelerde arttı. Bu sorunla sizce nasıl mücadele edilebilir?
Eğitim, modernleşme sürecinin başlangıcından bu yana toplumun ilerici güçleri ile gerici güçleri arasındaki çatışmanın temel alanlarından biri oldu. Neoliberalizm bu çatışmayı, eğitim alanını piyasalaştırarak yeni bir düzleme taşıdı. Eğitim hizmetinin temel bir kamusal hak olmaktan çıkarılarak ticari bir mal haline getirilmesi, yurttaşları eğitim hizmetlerinin kullanıcısı kamu ve özel eğitim kurumlarını da bu hizmetin sunucusuna dönüştürülmesini öngörüyor. Bu dönüşümün gerçekleştirilmesinin ilk adımı, bütün diğer kamusal ekonomik ve hizmet üretimi kurumlarında olduğu gibi, bu alandaki kamu kurumlarının içinin boşaltılması, çürütülmesi olarak gerçekleşiyor. Eğitimde bu sürecin Türkiye’ye özgü bir yönü ortaya çıkıyor. Bildiğiniz gibi “eğitimin dinselleştirilmesi” bugünkü iktidarın temel bir politikası. Bu politikanın görünür amacı siyasi gericiliğin toplumsal tabanını genişletmek. Bununla birlikte bu politikanın orta vadede, kamusal eğitim kurumlarının içinin boşaltılmasının temel bir manivelası olduğu görülüyor. İmam hatipleştirmenin yaygınlaştırılmasıyla, seküler ve bilimsel eğitim her geçen gün biraz daha özel eğitim kurumları üzerinden ulaşılabilecek bir ticari mal haline geliyor. Yani sermayenin neoliberal yıkıcılığıyla dinci/mezhepçi gericiliğin toplumsal yıkıcılığı eğitim alanında simbiyotik bir birliktelik oluşturuyor. Bu dönüşüm, yurttaşların eğitimi, işgücü piyasasında göreli bir üstünlük kazanmak üzere bireysel vasıflarını artırmak için başvurdukları bir “bireysel yatırım”, kendilerini de “sermaye” olarak ele almalarına yol açıyor. Böylece yurttaş kamusal bir hak öznesi olmaktan çıkıyor, kendi kendisini işleyen bir yatırımcıya dönüşüyor. Eğitim emekçilerinin güvencesizleştirilmesi ve işçileştirilmesi de bu sürecin bir başka görünümü.
Dolayısıyla günümüzde “laik, bilimsel eğitim” için mücadele siyasi gericiliğe karşı bir mücadele olmasının yanında, neoliberal sermaye egemenliğine karşı bir mücadele haline geliyor. Yurttaşların neoliberal saldırganlık karşısında kaybettikleri kamusal hak öznesi konumunu yeniden kazanabilmeleri için, eğitimin yeniden kamulaştırılması, bunun için kamusal eğitim kurumlarındaki tahribatın giderilmesi ve tüm özel eğitim kurumlarının kamulaştırılması gerekiyor. Kamusal eğitim kurumlarındaki tahribatın giderilmesi için yapılması gerekenlerin başında ise bu kurumların dinselleştirilmesine son verilmesi bulunuyor. Bunun için, Müslüman halkın din görevlisi talebini aşan bütün imam hatip okullarının normal liselere ve ihtiyaç duyulan diğer meslek kollarındaki meslek liselerine dönüştürülmesi zorunlu. Bu redüksiyonun din görevlilerinin “kamu personeli” statüsünün ortadan kaldırılmasıyla tamamlanması da bir başka gereklilik. Bir diğer önemli ihtiyaç, temel eğitim ve yüksek öğrenim alanındaki özel eğitim kurumlarının kamulaştırılmasıdır. Bu dönüşümle birlikte öğretmen ve öğretim görevlisi yetiştiren kurumların kontenjanlarının kamu eğitim kurumlarının ihtiyacıyla sınırlanması gerekiyor. Tabii bütün bunların, öğretmenlerin ve öğretim görevlilerinin tamamının, bilimsel-mesleki özerkliklerine saygı gösterilerek güvenceli kamusal hizmet personeli olarak istihdamıyla tamamlanması da zorunlu.
Eğitim bir “iş alanı” değil, toplumun insani gelişmesini sağlamakta temel önemde bir kamusal, ortak gereksinim. Dolayısıyla bu kamusal gereksinimin kamusal kaynaklar kullanılarak, kamusal araçlarla ve halkın demokratik denetimine tabi bir hizmet alanı olarak örgütlenmesi gerekiyor.
Bugünkü durumda toplumun eğitim için tasarruf ettiği kamusal fonların önemli bir bölümü “devlet katkısı”, vergi ayrıcalıkları, veli destekleri vb. üzerinden, özel eğitim kurumlarına aktarılıyor. Halkın bu işleyişi denetleme hakkı yok, sadece müşteri olma hakkı var. Özel eğitim kurumlarına aktarılan fonların kamu kurumlarına aktarılması ve ihtiyaç dışı dini eğitim kurumlarına yapılan harcamaların kısıtlanması halinde kamusal eğitim kurumlarında sağlanacak gelişmeyi teker teker hesaplamak ve tartışmak gerekiyor. Ne yazık ki eğitim emekçilerinin sendikaları ve diğer örgütleri muhalefetlerini bu düzlemden geliştirmiyor; özlük hakları mücadelesine ve laik/gerici eğitim ikilemine sıkışıyorlar.
Üniversiteler açılacak ve ne yazık ki hala barınma sorunu çözülmedi. Kiralar da inanılmaz yüksek. Hükümetin bununla ilgili herhangi bir çalışması bulunmamakta. Bu konu ile ilgili sizin önerileriniz ve çalışmalarınız nelerdir?
Elbette her öğrenci için ulaşılabilir bir barınma olanağının yaratılması, ucuz, sağlıklı ve yüksek öğrenim öğrencisinin ihtiyaç duyduğu sosyal altyapıları olan yurt imkanlarının sağlanması, üniversite öğreniminin tamamlayıcı bir parçasıdır. Eğitimin az önce üzerinde durduğum temel bir kamusal hizmet olarak örgütlenmesi zorunluluğunun yanında, sözcüğün gerçek anlamıyla üniversiter bir ortamın oluşturulabilmesi buna uygun sosyalleşme alanlarını da gerektirir. Bu bağlamda bugün yaşadığımız “yurt krizi”, eğitimin piyasalaştırılmasının ve dinselleştirilmesinin doğal bir uzantısı gibi görünmektedir. Kamu yurtlarına ayrılması gereken merkezi ve yerel yönetim fonlarının tarikat yurtlarına aktarılması, öğrencileri “özel” barınaklara, “apart” denilen “bekar evleri”nde yaşam mücadelesi vermeye zorlamanın bir başka yolu. Böylece üniversite öğrencileri, konutun bir yatırım aracı haline getirilmesi sürecinin mağdurlarına dönüşüyorlar. Eskişehir bu bakımdan incelenmesi gereken çok ciddi bir örnek. Kentin inşaat sanayii ve konut ticaretinin en önemli dayanağı, kentteki öğrenci nüfusu. Öğrencileri kentin müşterisi haline getiren bir sosyalleşme biçimiyle karşı karşıyayız.
Dolayısıyla yurt sorununu hem Türkiye’nin yüksek öğrenim sistemi sorunu, hem de “barınma hakkı” bağlamında düşünmemiz gerekiyor.
Öğrenci için “üniversite”yi fiziki ve sosyal bir çöl ve “üniversite şehri”ni bir soygun kapanı haline getiren bugünkü durum ortadan kaldırılmalıdır. Her üniversitede ve üniversite kentinde merkezi ve yerel yönetim aracılığıyla öğrencilerin barınma, beslenme ve sosyal-kültürel gereksinimlerine yönelik etkin bir desteğin sağlanması planlanmalıdır.
Diğer taraftan, öğrencilerin barınma koşullarının, barınmanın temel bir insan hakkı olarak kabul edildiği bir bakış açısıyla oluşturulması gerekir. Tarikat yurtları da içinde olmak üzere bütün özel yurtlar kamulaştırılmalıdır. Öğrenci kentlerinde merkezi ve yerel yönetim işbirliğiyle öğrenci mahalleleri oluşturulmalı ve öğrencinin kentle ilişkisi toplumsal dayanışma temelinde yeniden tasarlanmalıdır.
Ekonomik krizin herkesi derinden etkilediği bir dönemde hala iktidar partisinin oy oranlarının yeteri kadar düşmemesini neye bağlıyorsunuz?
Öncelikle iktidar partisinin gerçek oy oranının ne olduğunu bilmiyoruz. AKP’nin oyunun nereye kadar düşmesini “yeterli” sayabiliriz.
AKP en ahlaksız biçimlerde üretilen “iktidar nimetlerini” kendi tabanına hiyerarşik bir modelle yayabilen bir parti. Bu “iktidar nimetleri” arasında sınav yolsuzluklarından, imam, polis, bekçi “kadrolarını” oluşturmaya, kaldırım işgaline kadar uzanan çıkar sağlama biçimleri var. AKP’nin dinci referanslara dayanan çıkar dağıtımı ağları dayanıklı bir “kitle” üretiyor. Dolayısıyla ne kadar derin bir ekonomik kriz olursa olsun, kendisini omuz hizasındaki “AKP’li olmayan yoksul” üzerinden değerlendiren bir destekçi kitlesi hep olacak. AKP’nin toplumdaki desteğinin, bu parti iktidarı kaybetmeden ve yöneticileri işledikleri suçlar nedeniyle yargı önüne çıkarılmadan bir sınırın altına düşmesi olanaklı değil.
Diğer yandan, Haziran İsyanı’nın geri çekilmesi, 7 Haziran seçimlerinin fiilen iptali ve bir terör kampanyasıyla kazandığı 1 Kasım seçimleri, 15 Temmuz olayı sonrasında yürürlüğe konulan ve halen fiilen süren OHAL rejiminin ürettiği korku ve tedirginlik iklimini hesaba katmamız gerekir.
Üçüncü olarak, bugünkü ekonomik kriz, COVID 19 pandemisi sırasında, iktidarın salgın yönetimindeki muazzam yanlışlarına ve politik istismarına karşın halkın “çıplak yaşamı” karşılığında tüm sosyal varlığından feragat etmeyi kabullendiği, salgın yönetimine karşı neredeyse tek muhalefetin “aşı karşıtı hareket” gibi iktidar himayesindeki gerici yapılardan geldiği iki buçuk yıllık bir sürecin sonrasında patlak verdi. Bu uzun süren muhalefetsizlik sonrasında yoksul halk krizi, salgın yönetiminde sineye çektiği eve kapanma “önlemleri” ile geçiştirmeye çalışıyor. Salgını bir doğal felaket olarak kabullendiği gibi, ekonomik krizin de bir süre sonra atlatılacak bir “doğal felaket” gibi yönetilebileceğine inandırılabilecek bir kitle hala var.
Dördüncü olarak, AKP-MHP iktidarı, krizin ağır yükünü seçmeli bir vergi ve finans politikasıyla ücretli orta gelir grubunun üzerinde yoğunlaştırarak, işçi sınıfının düşük gelirli kesimleri üzerindeki yönetme yeteneğini bir ölçüde koruyor.
Önemli bir sorunumuz da Türkiye’nin demokratik siyasi muhalefet güçlerinin yukarıdaki olumsuz etkenlerin etkisi altında kitle mücadelelerinden uzaklaşmış, iktidar baskısını “içleştirmiş” olmasıdır. Bu çizgiyi aşan en büyük hareket Kadın Özgürlük Hareketi ve tamamiyle devrimci, feminist militanlık etrafında gelişiyor. Bununla birlikte, Kadın Özgürlük Hareketi’nin siyasi alana doğrudan şekillendirici etkide bulunan bir siyasallık kazanmadığı da bir gerçek. “Pandemi Proletaryası” olarak adlandırılan güvencesiz işçi kümelerinin 2021 sonunda patlak veren ve süreklilik kazanan militan tepkileri de bu kapsamda yer alıyor. Ancak bu grup da önemli ölçüde “kurumsal” sendikal hareketin ve parlamentodaki, HDP dahil, sol siyasi muhalefetin kapsama alanı dışında.
Dolayısıyla iktidarın beden yönetimi siyasetine karşı başkaldıran kadınların da, şiddetli bir alım gücü kaybı yaşayan halk kesimlerinin de sokağa yayılan muhalefetlerinin siyasi iktidar mücadelesinin pozitif bir vektörü haline gelemediği gerçeği ile yüzleşiyoruz. Şu sıralarda sağ salim seçim sandığına ulaşmaktan başka bir şeye odaklanamayan sosyalist ve “radikal demokrat” siyasi muhalefet merkezlerimizin bu yüzleşmeden hareketle bu durumu aşacak bilinçli bir müdahaleye yönelmesi de zor görünüyor. Ancak sınıflar mücadelesi sürprizlerle doludur. Hiç beklemediğimiz bir anda, hiç beklemediğimiz toplumsal ve siyasal çıkışlar bir anda bu tıkanıklığı, bu yetmezlik tablosunu silip süpüren bir hareket yaratabilir.