Uğultular, laf kalabalıkları, iri cümlelere gark olmuş riyakarlıklar ve hepsinin arasından, beyaz bir torba içine tıkıştırılmış kemikleri kucağında taşıyarak yürüyen bir baba
Ne için söz, cümle kuruyoruz, kime, neyi anlatıyoruz ve nasıl anlaşılıyor diye insan bazen kendi içinde cebelleşiyor.
Sözünüzün, cümlelerinizin içinizde yığılıp kalması, bir boşluğa asılı kalan bakışlarınız ve etrafınızdan yükselen “ama” ların hiç bitmeyen ve hep zalim adına bahaneler bulan kahredici dili.
Uğultular, laf kalabalıkları, iri cümlelere gark olmuş riyakarlıklar ve hepsinin arasından, beyaz bir torba içine tıkıştırılmış kemikleri kucağında taşıyarak yürüyen bir baba. Yürümeye çalışan bir baba.
Yürümek isteyen bir baba. Yürüyüp gitmek isteyen bir baba…
Sessizliğin kahredici ve en büyük yalnızlığına kendini vurmuş babalar…
Alnına oturan kırışıklıkların ve yüzüne yerleşmiş çaresizliklerin tek tesellisinin kemiklere sahip olmak olduğu gerçeğinin AN’ı.
Bir anne, oturuyor evinin salonundaki sedirin üzerinde. Postayla gönderilmiş oğlunun kemikleri. “Gelin alın” denmiş. Alınmış bir kargo içinde kemikler. Oysa kanayan dizine kurban olur, “Ah” dese yerinden fırlardı bir vakitler.
Şimdi bir sedirin üstünde oturuyor kucağında çocuğunun kemikleriyle.
Naylon kutulara tıkıştırılıp, bir kaldırımın altına itilmiş ve “kimsesiz” olarak damgalanıp, mühürlenmiş kemiklerin başında duruyor anneler, babalar, kardeşler…
Kaldırımın üstünde yürüyor insanlar. Kaldırımın altında beyaz tülbentlerinin ucuyla, gözyaşlarını silenlerin derdinden, acısından uzaklaşıyor hızlı, telaşlı adımlar.
Göz ucundan bakanlar, göz ucundan süzenler, göz ucundan geçip gidenler ile bir kaldırımın altında toplaşmış insanlar arasında açılıyor mesafeler ve herkes kendi derdinin telaşında kimsesizleşiyor.
Bir üniformalı, “ne yaptı ulan bu devlet size ha, ne yaptı” diyerek, dolaşıyor yere yatırdığı Kürt inşaat işçilerin sırtında. Sesi kalın, sesi gür, sesi müesses nizamın kendisine tanıdığı sınırsız donanımla güçlü.
Bağırıyor ; “ne yaptı ulan bu devlet size ha, ne yaptı”
Bir çocuk vardı. Adı Uğur. Bedeninde yaşından büyük 13 kurşun. El örmesi renkli kazağının üstünde kurşun delikleri. Evinin önünde oynarken, “devletle çatışmış” öyle dedi devlet büyükleri. Polisler açığa alındı, sonra görevlerine iade edildi. Ailenin avukatı Tahir Elçi’ydi. “Tarafsız yargılama istiyoruz” dedi. Tahir Elçi yok artık aramızda, hala vurulduğu yerde yatıyor .
Ceylan Önkol, 12 yaşında bir kız çocuğuydu. Evinin çevresinde oynuyordu. Patlamamış bir havan topuna dokununca paramparça oldu. Annesinin, “Ceylanım” diyen haykırışı kaldı geriye. Duymak isteyen için hala aynı yerde o haykırış.
Roboski’nin üzerindeydi uçaklar. Bombaları bıraktılar aşağıya. Roboski’nin yoksul insanlarının bedenleri dağıldı dört bir tarafa. Anneler, ayakkabılarından, kıyafetlerinden tanıyıp, bir bütün haline getirmek için topladılar çocuklarının parçalarını.
“Sivil deyip durmayın kaçakçı onlar kaçakçı” diye höykürdü en tepeden birileri. “At, eşek çiftleşir katır doğar” diye dalgasıyla sırıttı ünlü bir yazar. Herkesin bildiği bir gerçeğin sırtında, ”ne yaptı ulan bu devlet size” diyen postallı diller dışarı çıktı ve küçük tabutlar Kürdün omuzlarında, ağıtlarla toprağa verildi.
Ez cümle;
Kürdün kemiği, sesi, dili, ne varsa kendine ait olan, kendisine zulüm işte.
Ne için söz kuruyoruz, kime, neyi anlatıyoruz ve nasıl anlaşılıyor diye insan bazen kendi içinde cebelleşiyor.
Cümlelerinizin içinizde yığılıp kalmasıyla bir boşluğa asılı kalan bakışlarınız ve etrafınızdan yükselen “ama” ların hiç bitmeyen ve hep zalim adına bahaneler bulan kahredici dili…
“Beka”dan devşirilmiş cümlelerin arasından geçiyoruz yine, yeniden. “Emperyalizm, laiklik “arasına sıkıştırılmış salvolar, iri cümleler, ağız birliği ile yürüyor kaldırımın üstünde.
Kaldırımın altında Kürdün kemiği ve beyaz tülbentli anneler, tülbentlerinin ucuyla siliyorlar gözyaşlarını.
Kaynak: Aç Parantez