Okurken kendi yaşamınızı gözden geçirdiniz, örümcek ağına yeni düğümler attınız. İşte yeniden okuduğunuz kitap değildi de kendi hayatınızdı, siz artık önceki kişi değilsiniz Neyse ki Sevinç Türkmen’in Aşkın Ontolojisi, aşk üzerine bir kitap değildi, yani asıl olarak. Aşkın, varoluşumuz içerisinde nereye yerleşebileceğini, yuvasını araştırmakmış maksat. Karşımızdakinin fikrinde kendi zorunluluğumuza nasıl sebep oluyoruz ya da kalbimiz […]
Okurken kendi yaşamınızı gözden geçirdiniz, örümcek ağına yeni düğümler attınız. İşte yeniden okuduğunuz kitap değildi de kendi hayatınızdı, siz artık önceki kişi değilsiniz
Neyse ki Sevinç Türkmen’in Aşkın Ontolojisi, aşk üzerine bir kitap değildi, yani asıl olarak. Aşkın, varoluşumuz içerisinde nereye yerleşebileceğini, yuvasını araştırmakmış maksat. Karşımızdakinin fikrinde kendi zorunluluğumuza nasıl sebep oluyoruz ya da kalbimiz nasıl ötekinin hapishanesine dönüşüyor? Yazara bakarsak göğsün kafesinden uçuşan kuşlara nasıl dönüşürüz de, sonsuzluğa kanat çırparız? Kısa ve net: bedensel ve düşünsel etkinlik gücümüzü artırma çabasıyla. Çaba, uçmanın acemisi yavru kuş tedirginliği, yer çekiminin sırrına kanat geren rüzgar bize ne fısıldayabilir aşk hakkında?
Adında vardı. İçinde aşk geçen her cümle bana eğreti gelecekti, meğerki aşk demekle kast edilen aşk olmasın. “Şiir” diyordu M. Mungan, “hüzün demeden hüznü yol açan dizelerdir.” Yüceltme hali, dil aşkı anlatacaksa ya şiir ya roman olarak akmalı. Felsefe, var olduğunu bilmekten, yani herkesin bildiğini bilmekten başka bir şey, ne bilebilir aşk hakkında?
Duyguların duygusu, çelişik iki duygunun her ikisini de, sevinç ve keder, üretme kudretine sahip olan efendimiz, “Aşk sonsuz mudur ya da sonsuzluğa mı açılır?” Aşkın doğasını, nedenlerini; beden, zihin ve fikirlerle bağıntısını kavrayabilir miyiz? Doğamıza uygun bilinçli etkinlik halinde olduğumuzda mı mümkündür bu? Aslında kitabın cevaplarını sorulara dönüştürüyorum, yazılanlar hakkında kuşku tohumları ekiyorum. Nedense cevap hali, kavrama çabası hep o kafesin örgüsüne atılmış bir ilmik gibi geliyor. Sadece tasvir edilebilir olanı bilme çabası. Kafesin ilmiğini çözmeli, yani hep bir çözülme hali yaşanmalı, bilinç erimeli zihin yanmalı. Kavram, gerçekliğin hapishanesidir; işte size kesinlik.
İnsan merkezli, insanı doğanın diğer varlıklarına nazaran yücelten bir bakış açısı, kişinin duygusal hallerini ve aşkı duyumsayışını, yaşama biçimini nasıl etkileyebilir? Varoluşlar arasında hiyerarşi kuran, kendi varoluşunu üstün gören, aşağıdakine aşık olma şansını kaybeder evvela, eşitini ise kendisinden üstte ise sever. Hiyerarşi, varoluşlar arasındaki denkliği, “çoklukta çapraz kesişme” imkânını ortadan kaldırır. Özlerimizin ortaklığı ama varoluşumuzun farklılığı, çokluğu ve bu çoklar arasındaki rastlantıların çapraz kesişmelerini ortadan kaldırır.
Doğa ile insan, düşünce ile madde, akıl ile irade, birlik ile farklılık, tutku ile zihin ikilileri merkezi sonsuzluk, dikmesi özgürlük olan bir örümcek ağının çatmalarını oluşturur. Bento ile Maria ve yoldaşları felsefi diyaloglarında güncel politik meseleleri tartışırlar. Çatışan düşünceler, düşünceyi diyaloglar yoluyla üretmenin, doğurmanın bir aracıdır da. Diyalog, iç çatışmalar, kendisiyle konuşmalardır aynı zamanda.
En geniş anlamıyla sevgi her iyi olanı ve mesut edeni arzulamaksa, “Bir şey iyi olduğu için mi onu severiz yoksa sevdiğimiz için mi iyi deriz”, Platon, Şölen. “Sevgi arzudur, arzu iyidir, iyi de felsefedir.”.Aşk halinin “iyi”den gelen “sevgi” haliyle açıklanamayacağını Leyla ile Mecnun’dan bilir insan. İyi ve sevgi ya tanrının ya da hümanizmin çağrısına davet eder bizi. Çöldeki acılı yolculuğu, Mecnun’un Leyla’ya olan aşkını tanrıya yöneltir, aşığı iyiye dönüştürür, hissettiği şey de aşk değil sevgidir artık. Bu durumda oikos’un, bardalağın çamuru iyilik ve sevgiyle yoğrulmuştur, içinde yavrular ötüşecektir, normalin hanesine hoş geldiniz.
Akıl ve duygu düşünce tarzlarıdır, birisinin kavradığını ötekinin hissettiğini varsayarız. Kavrama ile hissetme arasında ötekini önceleyen hissediştir. Kavramadan önce hissederiz. Kavrama hissin yoğunluğuna, biçimine etki eder, onu tersine dönüştürebilir, sevinci kedere, kederi sevince. İşte aşk, bir bakıma kavrama öncesidir. Hatta kavranamayana meyillidir.
Aşkın bedeni “etkilenmiş” bedendir ve bu durum düşünme gücünü arttırır mı, karşılığı varsa, yalnızca etkilenmemiş, etkileyebilmişse evet? Aşk duygusunun “haller”i vardır, sevip de sevilmeyen, sevilip de sevmeyen ve de karşılıklı. Yaşama ve düşünme gücünün artması, etkileyen beden üzerindeki etkidir. Etkileyemeyen beden, dumura uğramış, kedere gark olmuştur, kara sevda: Yaşama ve düşünme gücünü arttırmasından söz etmenin zor olduğu hâl.
“Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız sevginiz güçsüzdür, bu bir talihsizliktir”, Marx. Bu sözler aşığı, yani köleyi ezer.
“İkimizin de etkinlik gücünü arttıran şey bizim ilişki tarzımız, aşıklar bir birinin özgürlüğünü büyütür, aşkın ilk koşulu. Edilgen olan arzular ama özgürlüğü kavrayamaz. Sarayda köle fıçıda efendi olabilirsin. İki şey; aşıklar arasındaki etkileşimin içeriği ya da nedenleri daha çeşitlendikçe etkileşimin gücünün artması ve hakikate sonsuzca bağlanmak, evrensellik ve özgürlükle kurulan varoluşsal bir değer ve güç olarak aşk. Seninle beni buluşturan asıl şey her şeye ortak bir sonsuzluk, bunu kavrayabilir ve deneyimleyebiliriz. O halde sevdiğin insanın kederlenmesini değil neşelenmesini, edilgen değil etkin olmasını arzularsın. Etkileşim gücüm ve oranım benim özgürlük düzeyimi belirliyorsa.” Maria’dan sözcükleriyle oynanmış alıntılar.
Aslında asıl etkinlik merkezi “düşünme”, aşk ve diğer şeyler ise buna aracılık ettiği ölçüde önemli. Spontanlığı ve vazgeçilmezliğiyle birlikte aşk, deneyimlenemez. İnsanın yaşadığı her şey onun deneyimidir ama; deneyimlemek iradi bir edimdir. İnsan herhangi bir duygu için nedenler yaratamaz, kendisi için de, sürekli duyguların nedenlerini soran düşünce bu nedenleri kavrayabilir, ama yeniden üretemez. Nedenler kendini üretir ve biz sadece maruz kalırız. Nedenlerin kendisinden çıktığı şeyler bu edimi neden olsun diye yapmazlar. Bu tümüyle maruz kalanın içinde tepinir, biçimlenir. Öfkeye neden olmak için yaptığımız bir davranışın öfkeye yol açması bile nedeni bizim verdiğimiz anlamına gelmez. Nedenler karşıdadır. “Beni sevsin diye bir neden verdiğimiz kişi bizi sevmeyecektir.”
Yaşandığı varsayılan, aşk dediğimiz şeyin yaşamdaki konumuna yerleştirme çabası, kendi kavramsal yaşamımızın, düşüncemizin, felsefi olarak açıklanabilir bir parçası haline getirme, yaşadığımız şeyin bilinebilir kesinliğine kavuşması, dünyayı daha güvenli bir yere dönüştürme çabası belki de. Kuşkular kaygı, bilinmeyen ise korku üretir durmaksızın. Kendimizden çok sevenin bizi sevme nedenlerini merak ederiz. Onun aynasındaki yansımamız bize iyi gelir.
Tersini düşünelim; seni neden sevdiğimi veya beni neden sevdiğini bilmek istemiyorum, sevdiğini biliyorum çünkü bunu hissediyorum, çünkü nedenini bilirsem, bir neden bulursam o neden artık seni sevmeme yol açmayacaktır, ya da tersi. Doğanın kendi dilini sürekli kendi dilimize tercüme etme ihtiyacı, nedenler bulma, kavrama zorunluluğu doğayı ele geçirme uğraşımızın bir parçasıdır. Dil, bizi parçası olduğumuz doğadan ayrı koyandır.
Efendimiz doğadır, doğamızdır, özgürleşme mücadelesi doğamızdan özgürleşme ile başladı, bireysel ve toplumsal özgürleşme sonraki meseleler. Bilincimiz ve irademiz, akrebin kuyruğu gibidir, bir parçası olduğu bedeni ısırabilen. İrademiz doğamızla çatışmaya girdiğinde, bilincin doğamızı tercih etmesi statik bir edim olacaktır, özgürleşme asıl olarak iradi bir meseledir.
Kendi doğasını gerçekleştirme amacı olmayan, tam da kendi doğasına upuygun yaşayan canlıların, misal hayvanların aşk hali nasıl bir şey? Elbette kendi türünün devamlılığı için yaşam güdüsünün bir parçası olarak cinselliğin bedensel ve ruhsal haz veren bir güdü olması, doğanın kendi düşüncesi içinde açıklanabilir. Bedensel hazlar neden vardır, doğal işlevleri nedir? Yemek, içmek, dokunmak, sevişmek, gıdıklanmak ve kaşınmak. Bunların, fiziksel yaşamın ve türün devamı için haz verici edimler olması rastlantı değil. Onlardan farkımız belirli bir kişiyi niye arzuladığımızdır desek, hayvanların kişisel bağlılıklılar oluşturduklarına dair de çok fazla gözlem var. Aşk duygulanımını diğer insanlarla farkımız üzerinden değil, hayvan oluşla farkımız üzerinden mesele etmek, doğa ve sonsuzluk söz konusu olduğunda belki daha elzem bir düşünce olur.
Kişinin hakikat, doğa, özgürlük ve erdemle kurduğu etkin ilişki, aşkı yaşama biçimini otomatik olarak belirlemez, aşkın yaşandığı koşullarda bir değişikliğe neden olur, bu ise sevme biçimlerinde mümkün farklılıklar doğurur, ama kaçınılmaz değildir. Yetkin bir zihni, özgür bir bedeni bir kötürüme kul eden güç nedir sorusunun muhtemel yanıtı, insan değil hayvan oluşumuzda, doğamızın doğasında yatar.
“….kararlıydı ki bu karar bazen canını çok yakıyordu…” Yarısı alınmış anlamından koparılmış bir cümle kitaptan. Peki ama doğamızı niteleyen hangisi? Hangisine uygun yaşadığımızda doğamıza uygun ve özgür olmuş olacağız. Karar veren bilince, akla, iradeye göre mi, canını yakan duygulara göre mi? Duygulanımlarımıza rağmen yapılan her şey doğamıza rağmen de yapılmıştır. Özlemimiz ve arzumuz doğamızın bir parçası iken, aklımız, bilincimiz, onlarla aldığımız kararlar ve davranışlarımız doğamıza uygun olmayabilir. Özgür oluş ile özgür olma kararı farklı şeylerdir.
“Duygularıma hükmetmeyi öğrenmeliyim” der Bento. Kimdir içimizdeki hükümdar ki doğamızı belirlesin? Bunun anlamı “doğama hükmetmeyi öğrenmeliyim” değil mi? İrade, bilincin ve duyguların sürekli çatışma halinde birbirlerini tükettikleri sonsuz bir savaş değil, bir DNA sarmalı gibi ortak bir güce dönüştüklerinde ortaya çıkan irade, yapabilme gücü, özgürlüğün doğasıdır, olmazsa olmazıdır. “Bildiklerimiz ile hissettiklerimiz arasında bir çelişki yoktur.” Aşk söz konusu olduğunda, irade, ona güç veren değil, karşısında güçsüz düşüp çözülebilir olandır, ona üstün gelmeye çabaladığında nesnesini elde etse bile duygusunu kaybedecektir. “Varoluşunu dışlayan her şeyden kurtul, ama aşkın yarattığı her şeyle anlaş”, Maria. “Oysa Maria bir bakıma kendisini yalnızlığa mahkum ederek özgürleşmek zorunda kalmıştı.” Özgür insan mahkûm olur ama bu mahkûmiyet kendisinin kestiği değil, toplumun kestiği dışsal bir mahkûmiyet olur. Bir dışlanma hali. Öz-tecrit ise kendi hapishanesinde bir özgürlük zannı yaratabilir.
Spinoza düşüncesinin belli bir yorumu, sevinç ve keder hakkında, son derece bencil, küçük burjuva hayatlar üretmeye uygundur. Para ve mülke sahip olmak benim varoluşumu güçlendirebilir, ekonomik olarak kendini garantiye almak, geçim kaygısından uzak olmak misal. Yaşamımızı tehdit eden şeyler, ölüm, hapishane ve işkence ihtimalleri insana keder verir, ve insan kendi doğasına uygun olarak bunlardan kaçınmak için kaçak bir arkadaşını evinde saklamaktan imtina edebilir ve bunu kendi doğasına uygun bulabilir. Kendi doğasına uygun olarak, sevince yol açacak şeylere kucak açarken kedere yol açacak şeylerden kaçmak arzusu, erdem ve özgürlük fikriyle çatışır. Çünkü erdem, risk ve ödül ikileminde tavrını riskten yana koymayı emreder. Özgürlük ise zaten insanın muktedir olamadığı şeylere doğru koşması, kendi özündeki zincirlerden kurtulma uğraşıdır.
Bütün yolculuklar kendimizledir de, yol arkadaşımız kim olursa olsun. Spinoza ile yolculuk size bir rehber sunmayacaktır, “ha bundan böyle şöyle düşünüp böyle yaşayacağım” fikriyle bırakmayacaksınız kitabı. Daha sonra üç beş cümle söz edebilmek için aklınızda kalacak cümleler değil sizi asıl etkileyecek olan. Hatta onları birisine anlatmaya kalktığınız da belki de bomboş dökülecek sözcükler, dilinizdeyken, zihninizdeki güçlerini tekrarlayamayacaklar. Tıpkı metinde olduğu gibi. Okurken kendi yaşamınızı gözden geçirdiniz, örümcek ağına yeni düğümler attınız. İşte yeniden okuduğunuz kitap değildi de kendi hayatınızdı, siz artık önceki kişi değilsiniz.
* Bardalak: Kuşların kayalara çamurdan yaptığı yuva