Kendi ayakları üzerinde duran ve sürekliliğini sağlamış bir halk direnişinin yalnızca varlığı dahi Erdoğan’ın açık faşizme geçiş sürecine, gücünün çok üzerinde darbeler vuracaktır
Egemen sınıflar ve güçler arasındaki bugünkü çatışma ortamı, anti-faşist halk direnişine gücünün çok üzerinde bir etki sağlama olanağı vermektedir. Kendi ayakları üzerinde duran ve sürekliliğini sağlamış bir halk direnişinin yalnızca varlığı dahi Erdoğan’ın açık faşizme geçiş sürecine, gücünün çok üzerinde darbeler vuracaktır
Türkiye’yi Tek Adam diktatörlüğüne sürükleyenler, Türkiye halkının 16 Nisan’da “Hayır” oyu kullanan nitelikli çoğunluğunun[1] direnmesi halinde açık faşizme geçemeyeceklerinin farkındalar. Afrin savaşı, Türkiye halkını açık faşizme geçiş sürecinde direnemez hale getirmek için başlatıldı. CHP’nin ve TÜSİAD’ın Afrin savaşına verdiği tereddütsüz destek, Saray’ın bu amacına ulaşabileceği izlenimini yarattı. Ortada halkın büyük çoğunluğunun desteklediği (veya en azından sessiz kaldığı) bir savaşın yüzü suyu hürmetine muhalefete uygulanacak olağanüstü hal zulmünün sineye çekileceği sanıldı. “Barış”ın terör suçu sayıldığı bir hezeyanın kitleselleştirilebileceği zannedildi.
CHP’nin ve TÜSİAD’ın savaşa verdiği tereddütsüz desteğin, Türkiye halkının açık faşizme geçişe karşı direniş eğiliminde dramatik bir kırılma yaratacağını düşünenler yanılıyordu. CHP tabanındaki açık faşizme karşı direniş ihtiyacının CHP genel kurulundaki yansımaları, onca engellemeye karşı 30 bin kişilik bir katılımla gerçekleştirilen HDP genel kurulu, sosyalist hareketin çeşitli merkezlerinin düzenlediği genel kurullara, konferanslara gösterilen ilgi, açık faşizme karşı direnme eğiliminin kendisine somut bir politik mecra arayışından kaynaklanıyor. 12 Mart ve 12 Eylül faşizmine geçişe karşı gösterilemeyen direnişi gösterebilecek bir direnç toplumun dört bir yanından kendisini hissettiriyor. TTB Merkez Konseyi üyelerinin, çıkardıkları savaş karşıtı bildiri nedeniyle gözaltına alınmasına karşı yükselen tepki ise iktidarın topluma hezeyan aşılama gayretinin karşılıksız kalacağının açık bir kanıtı.
Afrin saldırısı, sarayın açık faşizme geçiş sürecini sıkıntısız sürdürmek için ihtiyaç duyduğu koşulları sağlamaya yetecek mi?
Görünen o ki yetmeyecek!
Afrin savaşıyla egemen güçler cephesinde sağlanmaya çalışılan hegemonya sağından solundan patlamaya başladı bile. Ülker ve Türk Telekom’un 10 milyar doları aşan batık kredileri karşısında Saray soytarıları “özelleştirilen stratejik kuruluşların yeniden kamulaştırılması” söylevleri vermeye başladılar. “Reel ekonomi”deki kriz, inşaattan sonra gıda ve hizmetler sektörüne doğru yayılıyor. Finans sektörünün krizinin de eli kulağındadır. Büyük sermayenin stratejik sektörlerindeki bu krizlerin egemen sınıflar cephesinde “birlik ve beraberlik içinde” göğüslenmeyeceği besbelli. Ateş sermayenin bacasını sarınca hiçbir savaş, hiçbir “milli çıkar” zorlaması tekelci sermayeyi “hizada durmaya”, “verilenle yetinmeye” zorlayamaz.
Emek cephesinde bambaşka bir kriz tablosu uç verdi. Geçtiğimiz ay içinde geçim sıkıntısı, işsizlik, işten atılma gibi nedenlerle kendini yakan, intihara teşebbüs eden işçiler gündemin ön sıralarına çıktılar. Diğer yandan metal işçileri OHAL’i aşan direniş kararlılığıyla MESS patronlarını dize getirmeyi başardılar. OHAL’in örgütlü işçileri de örgütsüz işçileri de zapt-u rapt altına alamayacağı görüldü. İthal etle bastırılmaya çalışılan mutfak yangını, beton çöllerinin sorumlu tutulduğu (ve er geç bu çölleri yaratan Erdoğan iktidarının sorumlu tutulacağı) kuraklıkla birlikte dizginlenemez hale geldi. 6 TL’yi bulan benzinle birlikte, yüzde 20’lere yürüyen enflasyon artık gizlenemiyor. “Geçim sıkıntısı”nın önümüzdeki bahar ve yazda halkın gündelik hayatına damgasını vuracağını görmek için kahin olmaya gerek yok.
Yeniden kurulan Suriye denklemine Afrin savaşıyla dahil olma çabası, iktidarı emperyalist merkezlerin oyuncağı haline getiriyor. Erdoğan stratejik amacını hem Kürtleri bire kadar kırmak, hem de Esad’ı iktidardan düşürmek olarak tanımlıyor. ABD’nin, Rusya’nın ve en nihayet Suriye hükümetinin “terör örgütü” değil, kendi bölgesinin meşru bir silahlı siyasi gücü olarak gördüğü Demokratik Suriye Güçleri’nin “bire kadar kırılması”nın mümkün olmadığını “Fırat’ın batısı” söylemiyle zaten itiraf etmiş durumdalar. Rusya ve İran’ın tam destek verdiği, ABD’nin tanımak zorunda kaldığı, (Suudi-Katar-kontrgerilla beslemesi) cihatçı çeteleri yenilgiye uğratan Suriye hükümetinin otoritesini ve egemenliğini tanımak zorunda oldukları da açık. Bu koşullar altında Erdoğan ve cihatçı çetelerinin mevcut pozisyonlarıyla yeni Suriye’nin kurucu unsuru olma hayali büyük ölçüde suya düşmüştür.
Yenilgi, Erdoğan’ı üç taraftan kuşatıyor.
İşte bu yüzden Davutoğlu’nu aile fotoğrafına alıp BBP ve SP ile ittifak turlarına çıkıyor. Ama SP kapılarını kapatıyor, BBP ise iki arada bir derede yanıtlar veriyor. SP, AKP iktidarının yıkılmasını mukadder gördüğü için yıkıntısının altında kalmaktansa hurdasından güç devşirmeyi yeğliyor. Kontrgerilla gediklisi BBP’nin ise gözünün AKP’de kulağının ABD’de olacağı kestirilebilir. AKP sağda istediği birliği sağlayamıyor.
Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Saray arasında derinleşen kriz, devlet içerisindeki hesaplaşmanın da henüz tamamlanmadığını gösteriyor. 26 KHK’yi AYM’ye taşıyan CHP, yüksek yargı mekanizması üzerinden iktidarı gayri meşru hale getirmenin peşinde. Ancak alacağı yanıt da belli: Ya Erdoğan AYM ile (AYM’nin yerle bir ettiği itibarını, tahliye kararlarını uygulamak gibi geri adımlarla iade edip) “ayrı barış” yaparak CHP’nin kozunu elinden alacak ya da “Altan kardeşler” kararında yaptığı gibi olası iptalleri tanımayarak bir başka oldubitti yaratacak ve hem AYM’ye hem de CHP’ye doğrudan doğruya meydan okuyacak. Birinci durumda kendisini AYM ile kısıtlamayı kabul etmiş olacak, ikinci durumda ise bugünkü Saray merkezli, OHAL perdesi altındaki açık faşizme geçiş rejiminin meşruiyeti düzen güçleri içerisinde yeniden sorgulanmaya başlanacak.
Afrin savaşı, ilk anda açık faşizme geçiş sürecinin önünü açmış gibi gözükse de orta vadede bu sürecin krizini derinleştirme istidadı taşıyor. Afrin savaşının uzayıp giden ve amacı belirsizleşen bir savaşa dönüşmesi olasılığı her geçen gün daha da artıyor. Milliyetçilikle körleştirilmiş Türkiye halkının da “milli çıkar” sopasıyla hiza ve istikamet alan düzen içi muhalefet ve büyük sermayenin de Afrin taarruzunun “muzaffer ilerleyişi” palavrasıyla üç aydan fazla oyalanamayacağı ise açık. Bu durum, giderek ağırlaşan ekonomik tablo, devletin tepesindeki bitmeyen itişme, kontrgerilla içindeki kutuplaşma ve merkezkaçlaşma eğilimi ile bütünleştiğinde Erdoğan’ın “son koalisyonu”nun daha önceki koalisyonunda olduğu gibi kılıçları birbirine çekmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bütün bu kriz dinamikleri, bugünkü halk direnişi olmasa dahi, kendi başlarına işleyip Erdoğan’ın Tek Adam rejimine geçişi durdurabilirler. Ama Erdoğan damgalı açık faşizme geçiş sürecinin bu biçimde durması açık faşizme geçişin kategorik olarak imkânsız hale gelmesine de, sürecin demokrasi yönünü kazanmasına da yol açmaz. Emperyalizmin ve oligarşinin gönlünden geçen bellidir: Gül’üyle, Arınç’ıyla, Akşener’iyle, Başbuğ’uyla ve devletin derin kıvrımları içine gömülmüş başka kontrgerilla unsurlarıyla restore edilecek yeni bir sağ merkez ve buna yedeklenmiş bir CHP merkezi ile kontrgerilla devletini re-organize etmek, neoliberal yeni sömürgeciliğin yönetimine yeni bir siyasi mecra oluşturmak ve sömürge faşizmini Erdoğan düşmanlığı üzerinden kurtarmak!
Ancak Erdoğan’ın bu konjonktürde kendi liderliği altında açık faşizme geçme olasılığı halen yüksektir ve bu olasılığın zorunlu koşulu halk direnişinin denkleme katılmadığı bir siyasi tablonun oluşturulmasıdır. Egemen sınıflar ve güçler arasındaki bugünkü çatışma ortamı, anti-faşist halk direnişine gücünün çok üzerinde bir etki sağlama olanağı vermektedir. Kendi ayakları üzerinde duran ve sürekliliğini sağlamış bir halk direnişinin yalnızca varlığı dahi Erdoğan’ın açık faşizme geçiş sürecine, gücünün çok üzerinde darbeler vuracaktır. Halk direnişinin bu özelliği, “Erdoğan karşıtlığı”nın düzen içi siyasi programlara sıkıştırılmasını önlemenin de başlıca yoludur.
Dipnot:
[1] “Nitelikli çoğunluk” kavramını burada birkaç anlamda kullanıyorum. Birincisi 16 Nisan’da “Hayır” oyları %50’nin belirgin bir biçimde üzerindedir. İkincisi, Tek Adam diktatörlüğüne “Hayır” diyenler Türkiye’deki sınai ve hizmet üretiminin yüzde 70’inin gerçekleştiği 17 büyük il merkezinde yüzde 70’e yakın bir ortalamaya sahiptir. Üçüncüsü “Hayır” diyenler, ülkenin vasıflı ve yarı vasıflı işgücünün yüzde 70’i düzeyindedir. Tek Adam diktatörlüğüne karşı çıkış nüfusun hem yüksek nitelikli grubunun büyük çoğunluğuna hem de genel çoğunluğuna dayanmaktadır. “Nitelikli çoğunluk” bu iki olguyu birden kapsamaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.