AKP devletinin Batı emperyalizmiyle arasının bozulması ABD başta olmak üzere Batı’nın Müslüman coğrafyasını sömürgeleştirme siyasetine karşı çıkmasıyla ilgili değildir
AKP devletinin Batı emperyalizmiyle arasının bozulması ABD başta olmak üzere Batı’nın Müslüman coğrafyasını sömürgeleştirme siyasetine karşı çıkmasıyla ilgili değildir. Eğer öyle olsaydı BOP’un eş başkanı olacağım diye tuzluğu alıp ABD’ye koşa koşa gitmezdi veya Irak’ın işgal tezkeresini Meclis’ten geçirmek için cansiperane uğraşmazdı. Libya emperyalistlerin uçaklarıyla bombalanırken “bi dakka ben de geliyorum” diye savaş gemilerini aceleyle denize indirmez, Suriye’de namaz kılma hayalleri görmezdi
ABD ile kol kola Ortadoğu’yu sömürgeleştirmek üzere Osmanlıcılık hayallerinin kurulduğu günlerden bir kare.
2019 sürecinde AKP devletinin iktidarını sürdürme stratejisi az çok belli oldu. “Büyük devletler bize düşman, bizi kıskanıyorlar, bizden korkuyorlar, büyümemizi istemiyorlar” vs… Bunun ideolojik formülasyonu: anti-emperyalizm, popüler söylemi milliyetçi Rabia!
Dünyada emperyalizm üzerine kafa yorup emperyalistlerin sömürgecilik siyasetine karşı mücadele stratejisi geliştirenler sosyalistler ya da sosyalist devrimlerden etkilenen sömürge ülkelerdir. Sosyalist devrimlerden etkilenmeden kapitalist zincir içinde kalarak anti-emperyalist tutumun devam ettirilemeyeceğine en iyi örnek Türkiye’dir. Hindistan, Pakistan vb. ülkeler de buna eklenebilir. Diğer taraftan Irak, Libya, Suriye vb. ülkeler de sosyalist dünyadan etkilenerek kapitalist/emperyalist blokun dışında kalmayı başarmışlardır iki kutuplu dünya sürecinde.
Türkiye bildiğimiz gibi emperyalistler tarafından işgal edilmiş, sömürgeleştirilmeye çalışılan bir coğrafyada Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bağımsız bir ulus devlet kurmayı hedeflemiş ve fakat bu ulus devletin hedefini toplumun “muasır medeniyetler seviyesine çıkartılması” olarak belirlemesinin doğal sonucu olarak kapitalist sistem içinde kalmayı tercih etmiş ve kendi doğal seyrinde emperyalist/kapitalist blokla yeniden eklemlenmiştir.
İslamcıların literatüründe anti-emperyalizm diye bir jargon hiç olmamıştır. Olmamasının esas sebebi “imkânları olsa” kendileri de başka mazlum ülkeleri sömürmekten büyük bir haz alacaklarıdır. Şimdilerde moda olan Osmanlı hayallerinin başka bir anlamı yoktur. Osmanlı’nın askeri zaferlerine, başka coğrafyaları işgal etmesine o dönemin imparatorluk siyasetinin bir doğası olarak bakmakla yetinmeyip bugün bile “gücümüz olsa da yine yapsak” fantezisiyle bakan bir zihniyetin zulüm karşıtlığının samimiyetsizliği açıktır.
Aksine bugüne kadarki bütün siyasi pratik dindar-muhafazakâr siyasal aktör ve kitlelerin emperyalizmin işbirlikçiliği ile malul olduğu yönünde. Anadolu’da başlatılan kurtuluş savaşında kendisine dindar etiketi yapıştıran gerici ayaklanmaların bağımsızlık yanlısı millici güçlere karşı nasıl cengâverce savaştıklarını biliyoruz! Anzavur, Delibaş Memet ve Çapanoğlu ayaklanmaları bunların en bilinenleridir.
İslamcı siyaset açısından en kritik örnek İran İslam devrimidir. İran devrimi de esas olarak anti-emperyalist bir karşıtlık ilişkisi kurmamış ve fakat “batı karşıtlığı” üzerinden kültürel bir tepki hareketi olmakla yetinmiştir. Bu tepkinin ideolojik motifi emperyalizm değil olsa olsa modernizm karşıtlığı olabilir.
Peki, ne oldu da İslamcı kesimlerde birden bire anti-emperyalizm sevdası başladı. İnternet ortamında çokça dolaştığı için burada uzun uzun örneklerle okuyucuyu meşgul etmeyelim. Erdoğan’ın “BOP’un eşbaşkanı olmayı hayal ettiği zamanlar” “Irak’ı işgal edip yüzbinlerce Müslüman Iraklıyı öldüren ABD’li kadın ve erkek askerlere başarılar dilediği zamanlar” “İsrail’le, Yahudi lobisiyle balayı dönemleri” vs…
Erdoğan’la ABD’nin arasının neden açıldığına ilişkin pek çok şey söylenebilir. İşin esası Erdoğan’ın Ortadoğu’da Arap Baharı süreciyle başlayan gelişmelerin yarattığı hegemonya boşluğunda tarihsel, coğrafi yakınlık ve siyasi/askeri üstünlük avantajlarıyla inisiyatif almaya kalkışmasıydı. Erdoğan’ın bu süreçteki beklentisi emperyalizmin Ortadoğu’nun yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinde kendisine atfettiği önemli bir rolün emperyalizm tarafından da onaylanmasıydı. İslamcı bir lider olarak bu konsepti tamamlayan bir figür olarak görüyordu kendini Erdoğan. Ancak emperyalizmin Erdoğan’ın İslam liderliği kaprislerini çekmek ya da Ortadoğu’yu yarın ne olacağı belli olmayan İslamcı örgütlerle paylaşmak gibi bir niyeti yoktu.
Türkiye’de muhafazakar-İslamcı çevrelerin ABD ve AB karşıtlığı, Erdoğan’ın Ortadoğu coğrafyasında emperyalist çıkarlar doğrultusunda inisiyatif almak için çıktığı yolda bir süre sonra emperyalistlerin çizdiği sınırların dışına çıkıp bu inisiyatifi radikal İslamcı örgütlerle stratejik işbirliği yaparak hayata geçirmeye çalışması sonucu dışlanması nedeniyle başladı. Dışlanma siyasetinin sonucunun iktidardan düşürülmeyle sonuçlanacağı hesabını yapan AKP içerde iktidarı korumak için dışarda Batılı güçlere karşı “savaş” başlattı.
AKP devletinin Batı emperyalizmiyle arasının bozulması ABD başta olmak üzere Batı’nın Müslüman coğrafyasını sömürgeleştirme siyasetine karşı çıkmasıyla ilgili değildir. Eğer öyle olsaydı BOP’un eş başkanı olacağım diye tuzluğu alıp ABD’ye koşa koşa gitmezdi veya Irak’ın işgal tezkeresini Meclis’ten geçirmek için cansiperane uğraşmazdı. Libya emperyalistlerin uçaklarıyla bombalanırken “bi dakka ben de geliyorum” diye savaş gemilerini aceleyle denize indirmez, Suriye’de namaz kılma hayalleri görmezdi.
AKP devleti; eğer bir anti-emperyalist hissiyatla Ortadoğu siyasetine yönelseydi Osmanlı rüyaları görmezdi. Zira Osmanlı bu bölgeyi haraca bağlamış ve kendine bağlı bir yönetim sistemi kurmuştur bu nedenle Arap coğrafyası (iddia edilenin aksine) Osmanlı ve Türkiye’den reel çıkarlar dışında hiç haz etmez. Dolayısıyla Yeni Osmanlıcılık uykusuna yatarak anti-emperyalizm rüyası görülmez, bu eşyanın tabiatına aykırıdır.
En önemlisi ise neoliberal politikalarla anti-emperyalizm siyaseti yapamazsın. Ülkenin her karış toprağını, sanayisini, finansını, tarımını ve emeğini emperyalist kapitalist siyasetin emrinde metalaştıracaksın ondan sonra anti-emperyalizm gevezeliği yapacaksın…
Erdoğan’ın istediği bu bölgeyi (ve hatta ABD’nin hayalindeki yakın doğudan Kuzey Afrika’nın batı sınırlarına kadarki bölgeyi -BOP) emperyalistler yeniden sömürgeleştirirken Türkiye’nin de etkin bir rol alması ve kendisinin de bir lider olarak burada yer almasıydı. Ortadoğu’daki İslamcı kalkışma ve özellikle Müslüman Kardeşler’in Mısır zaferi O’nu umutlandırdı.
Ancak emperyalistler niye Erdoğan vb. sömürge ülke liderlerinin nazını çeksinler ki… Ondan sonra Erdoğan mecburen ABD karşıtı, İslamcılar da anti-emperyalist!
Peki, Erdoğan anti-emperyalist bir siyaset izliyor da ne yapıyor? Bölgenin bütün mazlum halklarını arkasına alıp bayrak mı açıyor? Hayır, tam tersine SSCB’den devraldığı “süper ülke” formatını yeni kapitalist içerikle emperyalist yayılmacılık için kullanmaya çalışan Rusya’nın kucağına oturuyor. Müthiş Abdülhamit Han’ın kurt siyaseti! Emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanma!
Bu durumda ABD’ye, AB’ye “Eyyy…” diye başlayan laf kabadayılığından geriye ne kalıyor? İç siyasette ABD ve Kürt düşmanlığı üzerinden İslamcı-milliyetçi kırması bir ideolojik formasyonla iktidarı tahkim etmek ve başkanlık seçimlerine bu gazla gitmek…
Peki, neden bir anti-emperyalizm vurgusu yapılıyor? Yine sadece haçlı seferleri, Hristiyan-Yahudi düşmanlığı, düşman batı kültürü söylemiyle ile yetinilmiyor. Bunun esas sebebi de Atatürkçüleri ve/veya ulusalcıları kafalamak. Zira anti-emperyalizmin AKP’ye oy veren muhafazakâr veya milliyetçi kitlede bir müşterisi yok. Onlar genel olarak “bükemediğin bileği öpeceksin” “küçük Amerika olacaksın” modundalar… Bu halde olmasaydılar ne Kurtuluş savaşında düşman işgaline karşı savaşan milli güçlere karşı iç savaş çıkartırlar ne de ’68 kuşağının anti-emperyalist başkaldırısında sokakta solcu gençleri katlederlerdi. Anti-emperyalizmin alıcısı esas olarak bugün için daha çok Kurtuluş Savaşı ve onun yarattığı siyasal kültür vesilesiyle ordu içindeki subaylar başta olmak üzere sokaktaki Atatürkçüler ve ’70’lerdeki anti-emperyalist mücadelenin taşıyıcısı olan sol/sosyalistlerdir.
Dolayısıyla bu anti-emperyalizm mevzusunu son zamanlardaki Atatürk hayranlığı, Cumhuriyet’e sahip çıkma paradigmasıyla birlikte ele almakta fayda var. AKP devletinin dışarda hareket alanının iyice daraldığı içerde ise özellikle ekonomik çöküşün hızla sürmesi ve dinci siyasallaşmanın yarattığı rahatsızlığa karşı memnuniyetsizliğin artması karşısında “vatan tehlikede” havası yaratarak Atatürkçü/ulusalcı-sol çevreleri etkisizleştirerek başkanlık seçimine öyle gitmek istiyor.
İslamcıların anti-emperyalizm çıkmazı: Hangi İslam, hangi Müslüman!
Anti-emperyalizm rüyasına en çok yatan hakkını yememek lazım Yeni Şafak Genel Yayın yönetmeni İbrahim Karagül. Karagül bütün yazılarını neredeyse ABD-AB-İsrail’in Müslüman Ortadoğu coğrafyasını ele geçirme stratejisine karşı bir duruş geliştirme tezleri üzerine kuruyor. Bu tezlerin tahmin edersiniz ki anahtar rolü Türkiye’ye ait. Zira Karagül’e göre Türkiye ve O’nun lideri Erdoğan tarihten de gelen birikimiyle bölgede emperyalist tahakkümün önündeki tek engel… Bu nedenle “Gezi”, bu nedenle “17-25 Aralık”, bu nedenle “15 Temmuz”, bu nedenle “Zarrab davası”…
Ancak çok ciddi bir sorun var. Zira Karagül’ün yazılarında da açıkça görüldüğü gibi İslam dünyasının neredeyse hepsi emperyalizmin işbirlikçisi yönetimlerden oluşuyor. Karagül bu nedenle devletlere değil Müslüman halklara sesleniyor. Karagül müthiş bir roman yazıyor, hayal dünyası çok geniş:
“Tam yüz yıl sonra ayağa kalkabildik. (Birinci Dünya Savaşı’nda emperyalistlerin Anadolu ve Arap coğrafyasını sömürgeleştirmelerini kastediyor; -TS)
Tam yüz yıl sonra biz ayağa kalktık. Kendimizi bulduk, ülkemizi bulduk, tarihimizi ve kişiliğimizi bulduk. Dik yürümenin, onurun, özgürlüğün, yerliliğin ne olduğunu öğrendik. Bir tarih yürüyüşü başlattık. Anadolu’dan, Türkiye’den bir yükseliş dalgası başlattık. Komşularımızı, geçmişimizi, ortak alanlarımızı, şehirlerimizi, medeniyet kimliğimizi yeniden keşfettik ve bugüne taşıdık.
Ve onlar bir kez daha saldırıya geçti…”
“…” “Ayağa kalkın” dedik. “Dik durun” dedik. “Ülkenizi ve şehirlerinizi koruyun” dedik. “Yüz yıllık esarete son verin” dedik. “Yeni bir istila dalgası var hazırlık yapın” dedik. “Bu dalga Müslüman toplumları, ülkeleri paramparça edecek, teyakkuza geçin” dedik. “Artık sizin Batı korumasına ihtiyacınız yok, kendiniz olun” dedik. “Dininize, inancınıza, kardeşliğinize sarılın, bu güç size yetecek” dedik. “Biz, Türkiye olarak bu cephenin en ön safında olacağız, asla diz çökmeyeceğiz, teslim olmayacağız, bir yüz yıl daha kaybetmeyeceğiz, siz de öyle yapın” dedik. “Biz içerideki vatan hainleriyle vuruluyoruz, siz zalim yöneticiler tarafından satılıyorsunuz” dedik. (8 Aralık, Yeni Şafak)
Karagül, bu kadar gazdan sonra muhatabı olan İslam ülkelerinin kepaze birer işbirlikçi olduğunu hatırlıyor çaresizlikle, durumu kurtarmaya çalışıyor: “Müslüman dünya bu oyunu bozabilecek güçtedir ve bozmalıdır da. Rejimler veya Arap liderler üzerinden değil, sokaklar, kitleler üzerinden bu oyun bozulmalı, Kudüs’ün teslim alınması engellenmelidir. Bu tehlikeye karşı bütün coğrafya harekete geçirilmeli, milyonlar sokaklara dökülmelidir.” Sözleriyle olmayacak duaya amin diyor!
Peki biz soralım sayın Karagül’e: İmdada çağırdığı Körfez ülkelerinde, Suudi Arabistan’da böyle bir vaka yaşanmış mı? Hayır! Niye acaba? Irak işgal edildiğinde hangi İslam ülkelerinde kitleler sokaklara doldu taştı da ABD zulmü protesto edildi. İsrail’in hangi Filistin katliamında Arap coğrafyasında infial yaşandı. Türkiye’de Irak işgalinde sendikalar, sosyalist örgütler yüzlerce miting düzenlediler. AKP veya bağlaşıklı bir örgüt bir miting düzenledi mi, camilere postalla giren, cezaevlerinde Müslüman kadınlara tecavüz eden ABD askerlerini protesto etmek için bir Cuma protestosu yapıldı mı? Hayır!
Peki, Karagül İslam ülkelerinin en zenginlerinin tamamının emperyalizmin işbirlikçi rejimlerden oluştuğunu ve bu rejime dinsel bir aidiyetle bağlı Müslüman kitlelerin bu durumdan bir rahatsızlık duymadığını bilmiyor mu? Bilmemesi mümkün mü? Kendisi söylüyor:
“…Muhammed Bin Selman ve Muhammed Bin Zaid, coğrafyaya yönelik Batılı istilânın, saldırının belki de son aktörleridir, birer nükleer bomba etkisi yapacaklardır. Coğrafyaya yönelen büyük işgal harekâtı bu iki lider üzerinden servis edilmektedir.” (11 Aralık 2017, Yeni Şafak)
İslami siyasetin sömürgecilik siyasetine karşı olduğunu ifade etmek için kullandığı Haçlı Seferleri(*) paradigmasının güncel olarak anlamlı olmasının tek nedeni emperyalist ülkelerin hepsinin (Japonya hariç) Hristiyan olmasıdır. İslamcılığın emperyalistlerin Hristiyan halkları sömürgeleştirmesiyle bir derdi hiç olmadı. Bütün gıdasını Hristiyan-Müslüman karşıtlığından almaya çalışıyor.
Sonuç olarak: Eğer ABD-AB karşıtlığı bazı İslamcı yazarların kişisel fantezisi değilse ne işe yarar? Çok işe yaradığı kesin! En çok da laf salatasına bayılan bir kitlenin Erdoğan’ın arkasında tahkim edilmesine… Geleneksel “düşman” söyleminin modernize edilmiş halinden ibaret olan bu (büyük devlet, emperyalist güçler) söylem; Tanzimat’tan bu yana Batı karşısındaki aşağılık kompleksini yenemeyen bir kitlenin Erdoğan’ın Eyyy… palavralarıyla bunu aşmaya çalışması ve bunu yaparken kendisini bir özne gibi hissettirilip aslında AKP devletinin inşa siyasetinin nesnesi haline getirilmesinden başka bir anlama gelmiyor.
Siyasal literatürde anti-emperyalizm her şeyden önce siyasi/iktisadi ve toplumsal düzen olarak emperyalizmden/kapitalizmden kopmayı gerekli kılar.
Bir başka deyişle kapitalizm tartışması yapmadan emperyalizm, anti-emperyalizm tartışması yapamazsınız, bu mümkün değildir. Dolayısıyla kapitalizm ile –kapitalizmin modernist kültürü dışında- bir alıp veremeyeceği olmayan İslamcı siyasetin kapitalizmle ve onun başkalaşmış halinden ibaret olan emperyalizmle hesaplaşması ve ona alternatif bir toplumsal düzen önerebilmesi mümkün değildir.
(*) Haçlı seferleri sırasında her ne kadar ideolojik/manevi motivasyon için Kudüs’ün Müslümanlardan kurtarılması vs. söylemleri çok kullanıldıysa da, sömürgecilik siyasetinin doğuya doğru bir talan ve el koyma hareketinden başka bir şey değildi. Önüne gelen bütün Hristiyan ve Müslüman coğrafyaları tarumar etmiştir. Haçlı seferlerine karşı ilk ciddi direniş Hristiyan Macar topraklarında başlamış, Hristiyan İstanbul tam anlamıyla yağmalanmıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.