“Tek adam” eleştirisine altyapısı sağlam bir söylem ve UMUT veren bir siyasal mücadele eşlik etmediği sürece toplumun önemli bir çoğunluğu “tek adam” etrafında durmaya devam edecektir
AKP’nin ülkeyi savaş ortamı içine sokarak halkı “vatan tehlikede” psikozuyla paralize etmeye çalıştığı bir süreçte salt “tek adam” eleştirisinin karşılığı beklendiği gibi olmayabilir. Bu eleştiriye altyapısı sağlam bir söylem ve UMUT veren bir siyasal mücadele eşlik etmediği sürece toplumun önemli bir çoğunluğunu “tek adam” etrafında durmaya ikna edebilecektir
AKP devletinin ve aslında Türkiye’nin önemli kırılma noktalarından belki de en önemlisi olacak gibi görünen 2019 (veya erken) seçimleri öncesi AKP devletinin lideri, partisinin başına geçerek hazırlık çalışmalarına başladı.
Bazı belediye başkanlarının istifaya zorlanması ya da bu şekilde görevden alınması siyaset tarihimizde sanırız ilk kez yaşanıyor. Bu operasyonunu sebepleri henüz bütün yönleriyle bilinmiyor.
Kuşkusuz öyle ya da böyle parlamenter demokratik bir geleneğe sahip olan Türkiye gibi bir ülkenin göz göre göre böyle bir pervasızlığı hazmetmesi kolay olacak mı olmayacak mı sorusu anlamlıdır. Zira belediye başkanları doğrudan halk tarafından seçilmektedir.
Hâl böyle olunca bu operasyonun kamuoyunda nasıl tartışıldığına bakmakta fayda var. Konunun tartışılmasında öne çıkan hususlar bundan sonraki süreçte siyasal mücadelenin hangi argümanlar üzerinden yürüyeceğinin de ipuçlarını verebilir.
“Millet iradesi” üzerine toz kondurmayan muhafazakar yandaş basın ve yazarlarının bu süreçte tam bir uyum içinde olduklarını gördük. Bir iki yazar dışında hiçbiri “Milletin iradesine saygısızlık edilmiştir” anlamına gelecek tek bir laf etmedi. Bizce bunun sebebi basitçe işten atılma vs. korkusu değil ve fakat tam anlamıyla artık kendi varlık sebeplerini AKP devletiyle bir ve aynı olarak görmeleri olsa gerek.
Sabah Gazetesi’nden Hilal Kaplan 25 Ekim tarihli yazısında konuyu ele alırken bir yandan Erdoğan’ın iktidar siyasetinin tüm yükünü çektiği için kendi başına karar alma hakkının olduğunu söylüyor, diğer taraftan da gazete okurlarına bu operasyonu “istifa mekanizmasının işlemesi” olarak sunmaya çalışıyor. Kaplan yazısında şöyle diyor:
Belediye başkanlarından milletvekillerine, il başkanlarından ilçe başkanlarına kadar tüm parti üyelerinin yükünü toplasak, sanıyorum Erdoğan’ın yüküne eşit gelmez. Zira alınacak her bir yenilginin ilk ve en çok etkileyeceği kurumu temsil eden kişi Erdoğan. Üstelik o yükü taşıyarak, ülkesini doğru istikamete yönlendirmek zorunda olan da kendisi. Öyleyse, davulu sırtında taşıyanın tokmağın nasıl vurulacağına karar vermesine haksızlık demek demagojiden öteye geçmez.
Kaplan bununla da yetinmeyerek yazısının devamında bu olayın “Erdoğan’ın tek adam olmadığını” da çok açık gösterdiğini iddia ediyor. Kaplan’a göre belediye başkanlarının hemen istifa etmeyip uzun süre buna direnmesi “tek adam” tezlerinin mahkum edilmesi anlamına geliyor.
Kaplan’ın, Erdoğan’ın lider olarak bu tür uygulamaları yapmasını meşru bulmasını anlayabiliriz ama belediye başkanlarının “istifa” sürecinin uzamasını demokratik bir işleyişin varlığına bağlaması en azından Sabah gazetesi okurlarının zeka seviyesiyle alay etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Aynı gazetede yazan her dönemin adamı Mehmet Barlas ise sanırız herkes bir şeyler söylüyor ben yazmasam yanlış anlaşılabilir korkusuyla bir yazı kaleme almış.
Barlas 20 Ekim tarihli yazısında bu sürecin kamuoyunun gözü önünde şeffaflıkla yapılmasını öve öve bitiremiyor. Barlas’a göre Kılıçdaroğlu’nun CHP başına gelmesi hiç de bu kadar şeffaflıkla olmamış. Dedik ya, Barlas’ın işi şansa bırakmaya niyeti yok. Uysa da uymasa da yandaş olarak “Ben de buradayım” diyecek.
Yılların “ılımlı muhafazakar” kalemi Yavuz Donat ise 9 Ekim tarihli yazısında Topbaş’ın istifasının ardından yaşanan tartışmalara kayıtsız kalmamış: “Halk Erdoğan’ı anlıyor” diyerek bütün yazarlık hayatında Demokrat Parti’nin “Yeter söz milletin” sloganını bayrak etmiş birisi olarak çok detaya girmeyi tehlikeli bulmuş olacak ki mevzuyu kısa kesmeyi tercih etmiş.
Yeni Şafak gazetesi bu meseleyi çok gündeme getirmemeyi kararlaştırmış anlaşılan. Mehmet Hacet 23 Ekim tarihli yazısında bu konuya kısaca değinmiş. AKP’li Hayati Yazıcı’ya bu konuyu sorduğunu “Seçimle gelen seçimle gitmez mi?” diye tartışmalar olduğunu söylediğini Yazıcı’nın da “Doğrudur ama bu kuralın da bazı istisnaları olabilir” diye yanıt verdiğini nakletmekle yetinmiş.
Fadime Özkan 7 Ekim tarihli Star gazetesindeki yazısında, bu olayın değişim sürecinin normal seyrinde geliştiğini söylüyor. “Seçimle gelen seçimle gider” eleştirisini yapanların AKP’nin başarısında esas payın Erdoğan’a ait olduğu gerçeğini atladığını, söylüyor.
Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’un istifasını sunarken yaptığı konuşmada dile getirdiği hususlar da iktidar medyasının tutumunda en küçük bir değişikliğe yol açmadı. İstifa haberini internet sitesinde Yeni Şafak dışında duyuran dahi olmadı. Yeni Şafak da haberi son derece sadeleştirerek belediye başkanının dile getirdiği “zehir zemberek” açıklamaların hiçbirine yer vermedi.
AKP silahşörü köşe yazarları ise “Aileme kadar tehdit edildim”, “Millet değil devlet iktidarı olmaya mı başladık” gibi eleştirileri görmezden gelmeyi tercih ettiler.
İktidar cephesinde bu meselenin kamuoyunu oluşturma görevi üstlenen gazetelerinde yer alan yazılardan anlaşılacağı üzere bütün siyasi cephaneliğini “sandık” üzerine kuran muhafazakar düşünce ve siyaset tarzının, aslında Erdoğan’ın bir zamanlar dediği gibi, demokrasiyi sadece “kullanacakları bir araç” olarak gördükleri bu olay nezdinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. “Entelektüel” kesimde hâl böyleyken bütün tarihsel birikimlerinde (modernleşmeye karşı muhafazakar taleplerini dile getirme dışında) temel hak ve özgürlükler için kılını kıpırdatmayan bir kitlenin de bu süreçte demokratik tercihlerine sahip çıkmasını beklemek manasız bir şey tabii ki…
AKP içi muhalefetin sözcülüğünü yapmaya çalışan Karar gazetesinde ise Akif Beki, Etyen Mahçupyan, Elif Çakır ve Mustafa Karaalioğlu yazılarında sürecin bu şekilde yönetilmesini eleştirerek demokrasiye ve seçmen iradesine saygısızlık olarak görüyorlar.
Ortada bir yerde durmaya çalışan Habertürk’ten Nihal Bengisu Karaca da 22 Ekim tarihli yazısında yaşananların demokratik teamüle aykırı olduğunu söyleyerek eleştirel bir tutum almış.
CHP’nin de bu sürece neredeyse Karar gazetesi çerçevesinde yer alan bir anlayışla müdahale etmeye çalışmasının siyasal bir sonucu olup olmayacağı meçhul.
Nilgün Cerrahoğlu 21 Ekim tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında Kılıçdaroğlu’nun Gökçek’le ilgili yaptığı değerlendirmeleri eleştiriyor. Cerrahoğlu “Sanki Türkiye’de ‘demokrasi’, ‘siyasi ahlak’ değerleri iflas etmemiş ve referans alınmaya hâlâ devam ediliyormuş da, şimdi birden başkanları sıkıştıran ‘istifa’ talepleri ile o değerler aniden zedelenmiş, yaralanmış gibisine konuşuyor CHP genel başkanı” diyerek Kılıçdaroğlu’nun güncel siyasetin gerçeklerinden uzak bir yerde durduğunu söylüyor.
BirGün gazetesinden Fatih Yaşlı ise 22 Ekim tarihli yazısında “millet” kavramının AKP tarafından Türk ve Sünni kesime daraltılmaya çalışıldığını, dolayısıyla AKP devleti için seçimin “ancak kazanılması halinde seçim sayıldığı” bir sürece girdiğimizi yazıyor. Yaşlı bu anlamıyla “Seçimle gelen seçimle gider” eleştirisinin bu dönemde çok naif kaçtığını siyasal eleştirinin parlamento dahil siyasal alanın bütününü kapsaması gerektiğini söylüyor.
Sanırız bu süreçte yaşanan tartışmaların bundan sonraki siyasal sürecin taleplerinin oluşması konusunda önemli bir etkisi olacak. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’nin siyasal sürecinde bundan sonra “demokrasi” söyleminin değer bulması ve halk nezdinde siyasal bir argüman olarak karşılık bulması çok önemli olmayacak. “Tek adam diktatörlüğü” eleştirisinin bu kadar ayyuka çıktığı bir dönemde “demokrasi” eleştirisinin hiçbir kıymet bulmamasını manidar bulabiliriz.
Zira bir tarafta yaptığı her şey arkasındaki kitle tarafından sorgulanmaksızın “meşru” ve “haklı” görülen bir diktatör ve diğer tarafta artık “Bu adam seçimle gitmez” fikri sabit hale gelmiş bir muhalefet… Bu durum bir yanıyla muhalefeti derin bir krize sokarken diğer yanda çaresizliğin içinden çıkış için son derece zengin imkanlar sunuyor. AKP devletinin Türkiye’nin ekonomisi, toplumsal dokusu ve siyasal sistemi üzerinde yarattığı tahribatın sonuçlarını basit bir “tek adam-demokrasi” karşıtlığına sığdırmadan zengin toplumsal dinamizmin talepleri haline getirebilmek bu kısır döngünün aşılmasına katkı sağlayabilecektir.
AKP’nin ülkeyi savaş ortamı içine sokarak halkı “vatan tehlikede” psikozuyla paralize etmeye çalıştığı bir süreçte salt “tek adam” eleştirisinin karşılığı beklendiği gibi olmayabilir. Bu eleştiriye altyapısı (ekonomi, istihdam, orta sınıfın yaşadığı çöküntü, genel olarak yoksullaşma, eğitim, temel hak ve özgürlükler, laiklik, tutarlı bir anti-emperyalizm vb.) sağlam oluşturulmuş bir söylem ve UMUT veren bir siyasal mücadele eşlik etmediği sürece -Ortadoğu’daki belirsizlik ve Avrupa’nın İspanya krizi ile yaşadığı “bölünme” şoku- toplumun önemli bir çoğunluğunu “tek adam” etrafında durmaya ikna edebilecektir.
Eğer başarısını emperyalistlerin oyun alanı içerisinde bir o yana bir bu yana dans ederek ayakta durmaya çalışan Erdoğan’ın bir gün ayaklarının dolaşması ya da birilerinin ona çelme takmasına bağlayan bir muhalefet olmak istenmiyorsa, toplumun yüzde 50’sinin çok üzerindeki bir kesiminin derin olarak yaşadığı “UMUTSUZLUK” hastalığına bir çare üretilmesi şarttır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.