Gorbaçov’u ortaya çıktığında “sosyalizmin kurtuluşu” diye pazarlayan (sonra balon patlayınca kenara çekilen) “piyasa sosyalizmi” meftunlarından biri olmaktan kurtulabilmek için…
Mesele dünyanın sürekli değiştiğini görmek kadar, bir sosyoekonomik oluşum olarak kapitalizm var olduğu müddetçe aynı kalan öğeleri de saptayabilmekte; süreksizlikler kadar süreklilikleri de görüp bir senteze varabilmektedir
Zülfü Livaneli 1917 Rusya Devrimi’nin 100. yıldönümü münasebetiyle T24’te “Yüzüncü yılında Ekim Devrimi” başlıklı bir yazı kaleme almış ve ne yazık ki solculuğuna halel getirmeyecek şekilde devrime bazı temennaların dışında, yüz yıldır eskimeyen harcıâlemlikleri birbiri ardına sıralamış.
Yazı daha en baştan talihsizlik diyerek geçiştirilemeyecek iki yanlışla başlıyor: “Birinci devrim kanlıydı, ikincisi görece kansız oldu.” Birinci devrim derken 1917 Ekim Devrimi, ikincisi derken de 1989-91 yılında SSCB’yi yıkan “devrim” kastediliyor. Oysa ne birinci devrim kanlıydı ne de ikincisi devrimdi (ve iş oraya geldiyse, kansızdı).
Genel kanının, daha doğrusu Soğuk Savaş dönemindeki emperyalist ideolojinin şekillendirdiği önyargının aksine, Ekim Devrimi hiç de kanlı bir devrim değildi. Kuşkusuz kansız devrim olmaz, ama kansız evrim ve reform da olmaz! Mesele tarihsel ölçeği doğru tutturmaktır. 1917 Ekim Devrimi o kadar kansız, hattâ “olaysız”dı ki, Marksistleri her fırsatta doktrinerlikle suçlayan birçok tarihçi Ekim Devrimi’ni iktidarın Bolşeviklerin kucağına düşmesi olarak nitelendirmiş, örneğin kalburüstü tarihçilerden Robert Daniels, ayaklanma tabirine bile karşı çıkarak, “‘ayaklanma’ tabiri sanırım birkaç kamu binasındaki nöbetçi muhafız değişimini anlatmak için fazla iddialı bir laftır” demiştir.
Mesele şu ki, Bolşevikler ayaklanma ve çatışmalar sırasında ezecekleri ya da yanlarına çekecekleri kesimleri doğru örgütlenme ve akıllı bir planla iktidarın alınma ânından günlerce önce yanlarına çekmeyi başarmışlardı. Bolşevik parti, işçi ve emekçilerden öyle kitlesel bir destek görmüş, ayaklanmanın zamanını, tam da Nâzım’ın dediği şekilde, öyle doğru ayarlamıştı ki, iktidarın Sovyetlere devri çok kolay gerçekleşmişti. Lenin, Troçki ve yoldaşları devrimin gerçekleştiğini ilan ettiklerinde ülkede beklenmedik derecede bir sükûnet hâkimdi. Bunun sebebini ancak başka bir miti yıkarsak anlayabiliriz: Ekim’le ilgili yılların eskitemediği yanlış görüşlerden bir diğeri de, Bolşeviklerin seçimle gelmedikleri iddiasıdır. Bolşeviklerin (burjuva) Kurucu Meclis seçimlerinde oyların çoğunluğunu alamamış olmaları, küçük bir azınlığın darbesi nitelendirmesine meze yapılmıştır. Oysa sağlıksız koşullarda gerçekleştirilen ve halkın yarısının ilgi göstermediği Kurucu Meclis seçimlerini bir kenara bırakıp, işçi ve emekçilerin günbegün seçim yaptıkları öz-örgütlerindeki (Sovyetler, Fabrika Komiteleri, Garnizon Konferansları vb.) seçim sonuçlarına bakarsak, Bolşeviklerin pekâlâ seçimle başa geldiklerini de iddia edebiliriz.
O günkü Rus (Jülyen) takvimiyle Ekim ayına gelmeden önce, Bolşevikler bütün büyük kitle örgütlerinde ezici çoğunluğu seçimle ele geçirmişlerdi. Bu yüzden devrim görece kansız gerçekleşti. Sadece Moskova’da Bolşeviklerin öznel hatalarının da etkisiyle iktidarın alınması biraz daha zorlu ve kanlı olmuş olsa da, diğer şehirlerde de temel örüntü Petrograd’dakinin aynısıydı.
Doğrudur, Moskova’da iktidar çatışmalarında kan dökülmüştü; bunda Moskova örgütündeki tereddütler kadar Moskova burjuvazisinin daha birleşik ve savaşmaya kararlı olması da etkendi. Ama Moskova istisnaydı. Rusya’nın birçok şehrinde Bolşevikler 25 Ekim’den önce egemen güç haline gelmişlerdi ve bu güçten yararlanarak iktidarın tereyağından kıl çeker gibi, barışçıl ve genel olarak kansız bir şekilde Sovyetlere devrini sağlamışlardı (bkz. R. Kowalski, The Russian Revolution 1917-1921, s. 88-93).
Eğer 1917 (ve hemen sonrasında) kan dökmeden bahsedilecekse, halkın teveccühünü kazanmış olan Bolşeviklerin meşru iktidarına karşı yirmiden fazla emperyalist gücün desteğini arkasına alan karşıdevrimci beyaz muhafızların ve diğerlerinin 1918 yazında başlattıkları İç Savaş’a işaret etmek gerekir. Emperyalist güçler devrimin kendi ülkelerine de yayılıyor olmasına tahammül edemediklerinden, Sovyet Rusya’yı kan gölüne çevirmiş; ilk sosyalist deneyim, bir ara sefalet ve kıtlıktan ötürü yamyamlığın görüldüğü derekeye düşecek kadar zorluklar yaşamış, ama tam da halk desteğinden ötürü bu vartayı atlatabilmiştir.
İkinci “devrim”e gelirsek; 1989-91 süreci bir devrim değildi. Her devirme işlemi devrim diye adlandırılamaz. Keza geçmişle keskin kopuşu ifade eden her devirme işlemi de devrim diye adlandırılamaz. Öyle olsaydı Mussolini ve Hitler’in devirme işlemlerini de devrim sayfasında değerlendirmemiz gerekirdi. Devrim için kıstaslardan biri sınıfsal iktidarın el değiştirmesi ve dolayısıyla sosyoekonomik bir dönüşüm yaşanmasıysa, diğer kıstas da dönüşümün ileriye doğru olmasıdır. Tarihin tekerleğini geriye çeviren eylemlere devrim değil, karşıdevrim diyoruz ve bu açıdan Gorbaçov ve avenesinin eylemi enikonu bir karşıdevrimdi.
Dahası Gorbaçov “devrimi” hiç de kansız değildi. “Kan” derken vücuttaki bir sıvıdan değil, candan bahsediyorsak, Gorbaçov’un karşıdevrimi çok cana mal olmuş, sadece Rusya’da değil, sebep olduğu dönüşümle tüm dünyada çok canlar yakmıştır. Bütün yanlışlıkları bir tarafa, eğitim ve sağlığın ücretsiz olduğu, işsizliğin yok denecek kadar az olduğu bir rejimi yıkıp, zaten ülkeye sızmış olan kapitalist piyasa ekonomisinin kök salmasını sağlayacak son hamleyi yaparak, örneğin bizde “Nataşa” mevzuu olarak da bilinen sayısız drama yol açmıştır. Hayatları mahvolan yüzbinlerce insanın yanı sıra, eski SSCB (ve Doğu Bloku) ülkeleri iç çatışmalardan ve milliyetçi hunharlıklardan da vareste kalamamıştır. Tam da bu nedenle Livaneli’nin “perestroyka (yeniden yapılanma) adı verilen bu devrim” dediği perestroyka tarihe katastroyka (felaket silsilesi) olarak geçmiştir.
Livaneli, tıpkı Robinson Crusoe’nun dalgalanıp da durulan babası gibi, gençlik yıllarında Lenin okumuş olmasının tarafsızlığını gölgelediğini düşünüyor. “1997 Aralık ayının dondurucu, buz tutmuş Moskova’sında Gorbaçov’la yaptığım beş saatlik görüşme sırasında, benim açımdan sorulabilecek hemen hemen her şeyi sordum. Bu soruları sorarken kafamda, Lenin’in Rosa Luxemburg ve Kautsky, Liebknecht gibi kuramcılarla giriştiği can yakıcı mücadeleler vardı elbette. Gençlik yıllarımızda okuduğumuz Lenin kitapları, bu tartışmaları tarafsız bir gözle izlememize ve aklın süzgecinden geçirmemize engel olmuştu,” diyor. Lenin’den ve Marksizm’den uzaklaşınca aklın süzgeci çalışmaya başlamış olsa gerek. Keşke öyle olsaydı!
Gençlik yıllarında sadece Lenin okuduğu için doktriner olduğunu söylemeye getirirken, belli ki sonrasında da sadece Lenin aleyhtarlarını okuduğundan yine nesnel bir tutum alamamaktadır. “Rosa Luxemburg ve Kautsky, Liebknecht”le polemikleri (Liebknecht’le ne gibi bir polemiğe girdi, merak konusu!) içinden Rosa meselesi, Livaneli’nin tarafgirliğini göstermek için biçilmiş kaftan. Mesele tek bir yazıda ele alınamayacak kadar uzun olsa da, harikulade bir derleme olan Rosa Luxemburg Kitabı’na (Dipnot Yayınları) göndermede bulunup şu kadarını söylemek yeterli olacaktır: Rosa’nın Ekim Devrimi’ne eleştirileri olmakla beraber, devrimi coşkuyla karşılamış ve tam da bu nedenle Bolşeviklerle birlikte yeni bir Enternasyonal partinin (Komintern) inşasına girişmiş ve tam da bu nedenle devrimle ilgili kitapçığında “Varsın Almanya’nın hükümet yanlısı sosyalistleri Bolşeviklerin Rusya’daki egemenliği için proletarya diktatörlüğünün çarpık bir biçimi deyip dursunlar. Bolşevikler, tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde gerçek bir devrimci partinin yapabileceği her şeyi yapabileceklerini gösterdiler. Lenin ve Troçki ile arkadaşları bir ilkti, onlar dünya proletaryasına örnek oluşturarak herkesten önce öne atıldılar. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir” demişti.
Diğer yandan, Livaneli’nin devrimden övgüyle bahsettiği yerler de tartışmalı. Örneğin devrimin yarattığı rejimin Hitler faşizmini durdurmuş olmasına işaret ediyor. Hobsbawm’a atıfla, “Avrupa’yı saran faşizm bu devrim sayesinde ezilebilmişti,” diyor. Ekim Devrimi’ni tarihsel açıdan kendisinden sonra ortaya çıkmış bir olgu olan faşizmi ezme tartısında tartmak da sorunludur, zira tarihi tersten okumaya götürebilir. Faşizm, birkaç Avrupa ülkesindeki birkaç meczubun başının altından çıkan bir sapma değildi. Öyle genel olarak (soyut) insanlığı hedef almış bir ırkçılık biçimi de değildi. Faşizm denen olgu, tam da Ekim Devrimi başta olmak üzere Avrupa’da ve geç kapitalistleşmiş ülkelerde sökün eden devrimci hareketleri durdurmak üzere Batılı kapitalist rejimlerin besleyip büyütüp etrafa saldıkları bir hareketti.
Ekim Devrimi faşizmi doğuran kapitalizmin ortadan kaldırılması için yürütülmüş bir mücadelenin ürünüydü ve tam da bu nedenle sadece ülke içinde kapitalizmi ortadan kaldırmamış, kapitalizmin dünya çapındaki diğer “aşırılıklar”ına da dur demişti. Bunların başında I. Dünya Savaşı geliyor. 1917’nin sonlarına gelindiğinde hiç bitmeyecek gibi görünen dünya savaşını sonlandıran Bolşeviklerin devrimi oldu. Bugün dünyanın birçok yerinde ama özellikle de bizde özlemi çekilen barışı getiren devrim oldu. Devrim barışı getirirken, diğer pislikleri de bir bir temizledi, bir bir açığa çıkardı. Tam da bu nedenle dünyanın dört bir tarafındaki egemenler devrime kara çalmak için hummalı bir çaba içerisine girdiler.
Peki, Livaneli’nin haklı olduğu yerler yok mu? Elbette var. Örneğin SSCB’nin yıkılışını tek bir kişinin hataları (ya da inisiyatifi) ile açıklamanın yanlış olduğunu söylerken haklıdır. Marksistler olarak rejimlerin doğumunu ve ölümünü bireylerle değil, sınıfsal ilişkilerle ve son tahlilde ekonomiyle açıklıyoruz. Tam da bu yüzden “Hruşçov sattı”, “Gorbaçov ihanet etti” türünden yargılar hiçbir şey açıklamaz. İhanetin maddi temelini açıklamak gerekir. Ancak bunu açıklayarak, “proletaryanın öncülüğünde bir devrim fikri, yerini yeni bir teoriye bırakmak üzere” türünde kırk yıldır doğmamakta inat eden bir çocuğa don biçmeye çalışmaktan kurtuluruz. Öyle ya, bu nasıl bir yeni teoridir ki, en az kırk yıldır hep doğmak üzere ama onca “yeni” teoriye rağmen bir türlü doğmuyor; proletarya ise kırk yıldır öldü, ölüyor, ölecek denmesine karşın, sınıfsal bileşimi değişmekle birlikte, hâlâ daha toplumun esas devindirici gücü olmayı sürdürüyor.
Kuşkusuz günümüz dünyasında 1917’dekiyle tıpatıp aynı bir devrim mümkün değildir. Çok doğru! Fakat bu “büyük” doğru bize vaat ettiği kadar çok şey anlatmaz, zira 1917’de Rusya’daki devrim, 2017’ye kadar gelmeye gerek yok, 1918’de dünyanın geri kalanında da mümkün değildi. Tam da bu nedenle Lenin katıldığı son Komintern kongresinde (1922) devrimin Rus işi yapılmasına karşı uyarılarda bulunmuştu. Mesele dünyanın sürekli değiştiğini görmek kadar, bir sosyoekonomik oluşum olarak kapitalizm var olduğu müddetçe aynı kalan öğeleri de saptayabilmekte; süreksizlikler kadar süreklilikleri de görüp bir senteze varabilmektedir. Ancak bu sayede Gorbaçov’u ortaya çıktığında “sosyalizmin kurtuluşu” diye pazarlayan (sonra balon patlayınca kenara çekilen) “piyasa sosyalizmi” meftunlarından biri olmaktan kurtulabiliriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.