“Türkiye’de baş gösteren istiklâl savaşının galebesi [galibiyeti], cihan inkılâbının menafiine [çıkarlarına] uygun geliyordu. Bunun için yeni dostlarımız bizi tebessümleriyle teşvik etmeyi kâfi görmediler.”
“Türk padişahlığını yıkan ve memleketimizi kurtaran hareketi dolaylı olarak Büyük Ekim Devrimi doğurmuştur. İnkılabımızın kazandırdıklarını, her gün ileriye yeni bir adım atmak suretiyle ancak muhafaza edebileceğiz”
Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda Atatürk’ün arkasında Sovyet generaller Mihail Frunze ve Kliment Voroşilov’un heykeli yer almaktadır. Bu da Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet yardımına duyulan minnettarlığı simgelemektedir.
“1917 senesinden evvel Türkiye halkının bir gün cumhuriyet şeklini kabul edeceği ve padişah sülalesini memleketten kovacağı kimin aklına gelirdi? Hatta Rusya Çarlığı yıkıldığı zaman bile, dünyayı karıştıracak kabiliyette derinden gelen bir hareket karşısında bulunulduğu zannedilmemişti. Çünkü Mart inkılabını [Şubat Devrimini] müteakip Çar’a selef olan halkçı burjuvalar, Çarlığın emperyalist siyasetinden tek bir nokta ile feda etmemişlerdir. Hele bizim için şekilden başka değişmiş hiçbir şey yoktu. Bu şerait [şartlar] altında Türkiye’de de hiçbir şeyin değişmesi tasavvur edilemezdi. İstanbul’u ve Şarkî [Doğu] Anadolu’yu ele geçirmek için sabırsızlanan Moskof, pençesini ensemize yapıştırmak üzere tepinip duruyordu.”
“Vakta ki 7 Teşrînisânî [Kasım] 1917 gecesi, beşeriyet [insanlık] tarihinde ilk defa olarak teşkilatlı ve şuurlu proletarya sınıfı iktidar makamını, cebren [zorla] ve kahirle [kahrederek] ele aldı. Cihan sanki temelinden sarsıldı.”
“Türkiye’de cereyan eden vekayiin [olayların] bununla alakası nedir? Bir kere düşünülsün! Rusya gibi menabii [kaynakları] tükenmez büyük bir devlet, müttefiklerinden ayrıldığı, eski nizamın büsbütün yıkılmasından münbais [doğan] herc ü merc [kargaşa] içinde, bir gün evvelki menfaatleri lehine hayırhah [iyiliksever] bir bî-taraflık [tarafsızlık] bile idame edemediği [sürdüremediği] halde, İtilaf emperyalistleri galebe çalmak [galip gelmek] ve Türkiye’yi Sevr muahedesi [antlaşması] mucibince [gereğince], aralarında paylaşmak imkanını temin edebilmişlerdi. Türk köylü ve işçilerinin candan dostu olan Rus proletaryası, Çarlığı devirmek fırsatını ele geçirmeseydi, vaziyetin ne şekil alacağını, beş yaşında bir çocuk bile kestirebilir.”
“Son seneler zarfında Türk milletinin inkılabî hedeflere doğru baş döndürücü bir süratle ve emsalsiz bir azim ve celâdetle [yiğitlikle], arkaya baş çevirmeksizin, yol almasını görmek herkeste derin bir hayret uyandırmıştı. Ne olursa olsun bu gidişi beğenmeyenler, hariçte ve dahilde öz menfaatlerine mugayir [zıt] bulanlar, cemiyetin fevkani tabakatına [üst tabakalarına] mensup bir zümrenin, köksüz sun’î bir teşebbüsü karşısında bulunulduğunu ileri sürmek suretiyle kendilerini aldatmayı tercih ediyorlardı.”
“(…) Asırlardan beri saray uşaklarının kamçısı altında ses çıkarmadan köpek gibi sürünmek canına tak etmiş Türk köylü ve işçisi, eline düşen ilk fırsattan -bu fırsat nereden gelirse gelsin- istifade edecek; mukadderatına [yazgısına] hâkim olmak için, haricî ve dâhili düşmanlarına karşı Türk halkının, açtığı bî-aman [amansız] mücadele, onun kendi ruhundan fışkırmış, tarihi âmillerin tazyiki altında bütün bir milleti şahlandırdığı için tabiî ve zaruri bir tarzda muvaffak [başarılı] olmuştur.”
“Bu böyle olmakla beraber, memleketimizde cereyan ede vekayide [olaylarda] haricî tesiratın da [etkilerin de] mühim ve kat’î bir rol oynadığını kaydetmek gerekir. Yoksa meselenin bütün bir cephesi unutulmuş olur; bu da hükümlerimizin aksamasını intaç eder [doğurur]. Rusya’da Çarlık değil, herhangi bir cumhuriyetçi burjuva hükümeti olsa bizi rahat bırakacağına, müstakil yaşamamıza cevaz vereceğine, ihtimal veren akl-ı selim sahibi bir ferd var mıdır? Türk tarihi üzerine Rus tehdidi boğucu bir kâbus gibi çökmüştü. Bu tarihin seyri esnasında, Türk halkı, dâhili vaziyetini ıslah edici tedbirlere başvurmak ihtiyacını çok defalar duymuştu. Fakat her defasında, tepesinde Rus yumruğunun tazyikini [baskısını] hissetmiş ve kımıldamak, silkinip sırtındaki tufeylileri [asalakları] atmak cesaretini –daha beter bir akıbet [gelecek]korkusuyla- kendisinde bulamamıştı. Proletarya diktatörlüğünün Rusya’ya hakim olmasıyla, vaziyet büsbütün değişti. Şimdi şarkımızda Avrupa emperyalizmine karşı isyan etmemizi, terakki ve inkılâp dairesinde yürümemizi tasvip edici [onaylayıcı] bir nazarla [bakışla] gören bir devlet bulunuyordu.”
“Sovyetler idaresi Türkiye’de olup bitene karşı, sadece hayırhah bir seyirci vaziyetinde kalmamıştı. Öteden beri düşman bellediğimiz komşu milletin başına geçenler, bir millet namına değil, cihan inkılâbı hesabına hareket ediyorlardı. Türkiye’de baş gösteren istiklâl savaşının galebesi [galibiyeti], cihan inkılâbının menafiine [çıkarlarına] uygun geliyordu. Bunun için yeni dostlarımız bizi tebessümleriyle teşvik etmeyi kâfi görmediler. En muztar [çaresiz] dakikalarımızda imdadımıza koşmayı vazife bildiler. (…)”
“Emperyalizme boyun eğmemek, tufeyliler [asalaklar] saltanatına karşı isyan etmek, hurafelerden, an’anelerden [geleneklerden] kuvvet alan padişahların, halifelerin tılsımını yakmak, maddi kuvvete karşı mefkure [ülkü] kuvvetiyle galebe çalınabileceğine inanmak… Hep 7 Teşrînisânî İnkılâbının bize telkin ettiği fikirlerdir. Hiç şüphesiz bunlar sun’i bir tarzda bize kabul ettirilmiş değildir.”
“Milli mücadelemiz ve siyasi inkılâbımıza her ne kadar kurtarıcı vasfını veriyorsak da, Türkiye’nin çalışkan kitlelerini hakiki kurtuluşa îsâl etmek [erişmek] için yapılan şeylerin, yapılması gereken şeylerden ancak küçük bir cüzünü [parçasını] teşkil ettiklerini de unutmuyoruz. İnkılâp, iktisadî ve içtimaî sahalara teşmil edilmedikçe [yayılmadıkça] ve yoksul ve orta halli halk kitleleri hesabına millî istihsale [üretime] iştirakî [kolektif] bir şekil verilmedikçe, işçi ve köylümüzün kendilerini kurtulmuş addetmelerinin [saymalarının] yolu yoktur. İnkılabî idaremiz bu olgun hâle gelinceye kadar, kalın urganlarla mazinin en akîm [kısır] itiyâdlarına [alışkanlıklarına] bağlı kalacağız. Ve halkımız ezilmekte devam edecektir.”
“Bugün vaziyete hâkim olanlarda bu istikamette bir temayül [eğilim] göremiyoruz. Fakat âsârıyla [eserleriyle] müsbet [olumlu bir şey varsa, o da memleketimizde burjuva halkçılığını tesis hususunda samimî arzular beslenildiğidir. (…) Bir inkılâp “biraz dinleneyim!” derse irtica kuvvetlerinin tazyikiyle [baskısıyla] alçıya konmuş bir vücud haline gelir. Zamanın seyrini takip edemez olur. Bu sahadan ilerlememek gerilemek demektir.”
“Bugün vâsıl olduğumuz [eriştiğimiz] merhalede biraz fazla tevakkuf ettik [durakladık]. Muhafazakâr muhalefetin başkaldırması bundan ileri geliyor. Artık yeni bir hamle, bir atlayış zamanı hülûl etmiştir. (…)”
Yukarıdaki pasajlar, Türkiye’de komünist hareketin kurucularından Şefik Hüsnü Deymer’in, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1 yıl, Ekim Devrimi’nden 7 yıl sonra, Kasım 1924’te dönemin Aydınlık dergisinde kaleme aldığı “Teşrînisânî İhtilâli ve Türkiye” başlıklı yazısından.
Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu Sovyet Devrimi’nden de katkı ve ilham alan, ancak Türkiye’nin iç toplumsal dinamiklerinden yükselen tarihsel bir ilerleyiş olarak değerlendiren Şefik Hüsnü, toplumsal ve ekonomik alanda halk sınıflarını seferber eden yeni ileri adımlar atılmadığında karşıdevrimin öne geçeceği konusunda uyarır.
Şefik Hüsnü bu yazısının sonunda feodal egemenlerin tasfiyesi ve toprak reformu yönünde adımlar atılmasını önerir. Kısa süre sonra, Şubat 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkacak, önerilen toprak reformu hayata geçirilmeyecek, gerici sınıfları tasfiye etmeyen Cumhuriyet’in küçük burjuva liderliği bir süre sonra Kurtuluş Savaşı’ndaki destekçisi Sovyetler’e de sırtını dönerek emperyalist kapitalist kamptan yana tercih yapacaktır. Cumhuriyet’in ilerici kazanımlarının tasfiyesi de bu adımlarla başlar ve bu adımlar mantıksal sonuçlarını doğurarak, iktidar 1950’de ABD işbirlikçisi bir toprak ağasına devredilir.
Şefik Hüsnü ise bu süreçte diğer komünistler gibi siyasi faaliyetlerinden dolayı baskı altındadır. Kurduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü partisi kapatılır. Şefik Hüsnü diğer komünistlerle birlikte yargılanır, hapis cezasına çaptırılır. Görevden alma, sürgün, tutuklama, hapisliklerle geçen hayatının sonunda 7 Nisan 1959’da Manisa’da sürgünde hayata veda eder.
Şefik Hüsnü’nün Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yazdığı, yukarıda alıntılanan yazıyı da içeren bir dizi yazısı “Toplumsal Sınıflar, Türkiye Devrimi ve Sosyalizm” adı altında kitaplaştırıldı. Yordam yayınlarının, Türkiye’de Sosyalist Düşüncenin Klasikleri dizisinin ikinci ürünü olan bu kitap, İstanbul’un işgal altında olduğu günlerden Takrir’i Sükûn Kanunu’nun öngününe yaşanan gelişmeleri Türkiye komünist hareketinin kurucularından bir devrimcinin gözünden görmemizi sağlıyor.
Sendika.Org