Egemenlerin yönetim meşruiyeti ne kadar daralırsa, evet zulümleri o kadar ölçüsüzleşir ve artar; ama aynı zamanda ezilenlerin önünde eşit, özgür ve kardeşçe bir ülke kurmanın meşruiyet alanı da sonuna kadar açılmış olur
Egemenlerin yönetim meşruiyeti ne kadar daralırsa, evet zulümleri o kadar ölçüsüzleşir ve artar; ama aynı zamanda ezilenlerin önünde eşit, özgür ve kardeşçe bir ülke kurmanın meşruiyet alanı da sonuna kadar açılmış olur
Referandum sürecinde MHP ve hatta AKP içinden mütereddit sesler yükselirken “Evet” kampanyasında “mafya babası” Sedat Peker gibi figürler öne çıkıyor.
Türkiye; sınıfsal bakımdan kutuplaşmış, toplumsal bakımdan parçalanarak farklılaşmış, dolayısıyla yaşam tarzları itibarıyla gettolaşmış, siyasal bakımdan dışlayıcı, çatışmacı ve mezalim iktidar pratiklerine sahne olmuş bir ülke olarak, büyük bir anafora kapılmış durumdadır.
Anafor nitelemesi, yukarıdaki Türkiye tasvirinin bir sonucu değildir. Son 30 yıldır neoliberal gündemin şu ya da bu ölçüde etkisindeki tüm toplumlar, kendi tarihsel-toplumsal karakeristiklerinin belirlenimi altında, yukarıdaki özelliklere benzer bir hal almış durumdadırlar.
Yukarıdaki tablonun siyasal plandaki yansısı, modern siyasi/hukuki özne olarak yurttaşlığın, siyasal ölçek olarak da ulusun çözülmüş olmasıyla ilgilidir. Tam da bu nedenle siyasal mücadelenin ana aksına, modern ulusun esasını teşkil eden halk egemenliğinin hangi biçimler altında yeniden gerçekleşeceği sorusu gelip yerleşmiştir.
Bu soru Türkiye’de egemenliğin kaynağını da içerecek şekilde güncelleşmiş durumdadır. Her ne kadar “Partili Cumhurbaşkanlığı” gibi bir adlandırma ile gündemde hükümet sistemi değişikliği olsa da, dayatılan değişiklikler doğrudan doğruya egemenliğin kaynağını yerinden edecek niteliktedir. Tam da bu nedenle, iktidar bloğu içinde de genişçe bir kesim bu çaptaki bir meydan okumayı anlamlandırmakta zorlanmaktadır.
Kökü yıllar öncesine uzanan ve Milli Görüş’ün Avrupa kanadı üzerinden işleyen İhvan Enternasyonali, Türkiye’deki kadrolarının insiyatifi ile Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir aparatına dönüşerek 2000’li yılların ilk 10 yılında mesafe almış olsa da, bugün durum ortadadır. Türk devlet kapasitesinin sağladığı olanaklarla başı dönen İhvancı yönetici elit, merkantalist nobranlıkla bölgedeki hemen her şeyi paraya tahvil etmekte pek işbilir çıkmıştır.
Ne var ki, köklü tüccarların sahip oldukları sağlamcılıktan pek nasiplenmedikleri anlaşılmaktadır. Eylemlerine meşruiyet kazandırdığını düşündükleri ideolojilerinin, uluslararası hukuk düzleminde yasallık garantisi olamayacağını bilmelerini ne önlemiş olabilir?
İdeolojik körlük mü (Yeni Osmanlıcılık, İslam Ordusu, Halifelik vb); Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yerine ve stratejik önemine güven mi (NATO, ABD için stratejik ortak, AB için pazar ve göç akınlarını önleyici baraj ülke vb); yoksa bildiğiniz doyumsuz para kazanma hırsının gözleri körleştirmesi mi? Muhtemel yanıt, burada anılan ve anılmayan faktörlerin bir bileşkesi olabilir.
Burada asıl vurgulanması gereken husus şudur: Türkiye’yi 2002’den beri tek başına yöneten AKP, İran ambargosu ve Suriye içsavaşı başlıklarında girişilen işlerin çetelesini, kolektif olarak sahiplenememektedir. Hatta bütün bu işlerin hesabını Eroğan ve etrafındaki yönetici kliğe kesmek yönünde ardı arkası kesilmeyen hamleler AKP içinden gelebilmiştir.
15 Temmuz Darbe Girişimi başarılı olsaydı, AKP vitrinindeki değişiklik, medyadaki değişiklikten, ihtimal ki çok daha az olacaktı. 18 maddelik anayasa değişikliği de ancak bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Maddeler, Erdoğan ve etrafındaki yönetici kliğin kendilerini güvende hissetmelerine olanak tanıyacak şekilde tanzim edilmiş olmalıdır. Zira, ne anayasa tarihi ne idari ilimler literatürü, böylesi bir girişimi aklileştirecek referanslara sahiptir.
Bu değerlendirme ışığında Nisan 2017’de referanduma sunulacak anayasa değişikliğinin, değil AKP + MHP, tek başına AKP oylarını kapsayacak bir meşruiyet zeminine dahi sahip olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu çaptaki bir anayasa değişikliğinin biçimsel gereklerine asgari düzeyde dahi uyulmamış olması, değişikliği dayatan iradenin herhangi bir meşruiyet arayışına sahip olmadığının açık kanıtıdır. Nitekim rıza yoksa zorla, mealinde sözler sıklıkla duyulur olmuştur.
Anayasal garanti istenen fiili idare tarzı, seçilmiş olmak dışındaki meşruiyet alanlarını kesip doğramakta ne kadar gözü kara olunacağının örnekleri ile doludur. KHK’larla kamudan tasfiye edilenlerin sayısı ve sergilenen muamele, Erdoğan idaresinin; yasal, rasyonel ve adil bir idareden ne kadar uzak olduğunun kanıtı değil midir?
Fethullahçı örgütün muhtemel ki, oy davranışlarına bile hükmedemediği onbinler, FETÖ terör örgütü üyeliğinden, kelimenin gerçek anlamıyla hayatın dışına konulmuşlardır. Barış Bildirisi imzacılarına ‘hayatı zehir eden’ devlet siyaseti, devlet idaresi olarak kendi meşruiyetini pamuk ipliğine bağlamış değil midir? Bu örnekler silahlı Kürt kalkışmasının bastırılmasında izlenen zalimane yöntemlerden, grev hakkını kullanmak isteyen metal işçilerine konan yasaklara değin uzatılabilir.
O halde Erdoğan’a özel hazırlanan anayasa değişikliği, Erdoğan’a biat edenlerden müteşekkül olup, sadakatin her an yeniden test edilebileceği bir (yok-)toplum dışında Türkiye’ye ne vadetmektedir? Kocaman bir hiç!
Hem akıl hem de tarih dışı bu dayatmanın yönetim meşruiyetinde yol açacağı erozyon egemenlere dert olsun! Egemenlerin yönetim meşruiyeti ne kadar daralırsa, evet zulümleri o kadar ölçüsüzleşir ve artar; ama aynı zamanda ezilenlerin önünde eşit, özgür ve kardeşçe bir ülke kurmanın meşruiyet alanı da sonuna kadar açılmış olur. Türkiye referanduma bu ikilemle gitmektedir: Ya şahsileşmiş iktidarla batağa, ya da egemenlik ve iktidar halka!