Tayyip Erdoğan hep kendisinin darbe tehdidi altında olduğunu hatta kendisine karşı darbe girişimleri olduğunu her fırsatta söylemektedir. Diğer yandan AKP’yi iktidar yapan ve yeniden iktidar yapan da iki farklı darbedir. Birincisi 28 Şubat’tır, ikincisi 7 Haziran-1 Kasım’dır Bu ülke tarihinde, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasında yaşananlar, ülkemiz halklarına yaşatılanlar geçmişte yaşanmış, geçmişte kalmış ve […]
Tayyip Erdoğan hep kendisinin darbe tehdidi altında olduğunu hatta kendisine karşı darbe girişimleri olduğunu her fırsatta söylemektedir. Diğer yandan AKP’yi iktidar yapan ve yeniden iktidar yapan da iki farklı darbedir. Birincisi 28 Şubat’tır, ikincisi 7 Haziran-1 Kasım’dır
Bu ülke tarihinde, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasında yaşananlar, ülkemiz halklarına yaşatılanlar geçmişte yaşanmış, geçmişte kalmış ve birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan olaylar olarak görülebilir mi? Bu soruya “evet” yanıtını vermek imkansız. O tarihler arasında bizim ülkemizde bir “darbe” gerçekleştirilmiştir. Ve o darbenin sonucunda bugün Tayyip Erdoğan ve onun AKP’si hala iktidardadır.
Tayyip Erdoğan hep kendisinin darbe tehdidi altında olduğunu hatta kendisine karşı darbe girişimleri olduğunu her fırsatta söylemektedir. “Ergenekon örgütü Balyozla, Sarıkızla bu işi tezgahlamıştır, FETÖ 15-17 Aralık’la, 15 Temmuz’la bu işi fiiliyata dökmüştür.” Hatta Erdoğan’a göre “Gezi” bile kendisine karşı yapılmış bir darbe girişimidir. Gerçek olan sonuç ise bu “düşmanlar” gerekçe yapılarak AKP iktidarı her daim tahkim edilmiş, korunmuştur.
Diğer yandan AKP’yi iktidar yapan ve yeniden iktidar yapan farklı iki darbedir. Birincisi 28 Şubat’tır, ikincisi 7 Haziran-1 Kasım’dır. 28 Şubat’ı devreye sokanların, “AKP gibi bir partinin oluşumunu başlatmayı ve Tayyip Erdoğan gibi birinin de diktatörlüğünü sağlamayı” amaçlamadıkları ortadadır. Ancak açıktır ki 28 Şubat 1997’de Askerlerin, o zamanki koalisyon ortağı Refah Partisi’nin Genel Başkanı olan Necmettin Erbakan’a “irtica tehdidini” içeren MGK bildirisine imza attırmaları ve devamında hükümet koalisyonunu bozdurmaları AKP’nin oluşmasını sağlayan zemini yaratmıştı. 30 yılı aşkın bir süredir dinci, gerici kitlelerin liderliğini yapan Erbakan miti bir günde yıkıldı.[1] Bu atmosferde Tayyip Erdoğan “olumsuzluğu” fırsata çevirmeyi bildi. Tayyip Erdoğan, 28 Şubat’ın istenmeyen çocuğudur. Ancak 28 Şubat, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesini sağlamıştır.
7 Haziran-1 Kasım ise Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerinde kaybettiği iktidarı yeniden ele geçirmesini, yeniden iktidara yerleşmesini sağlayan ve beş aylık bir süreçte hayata geçirilen bir darbedir.
Bu zaman diliminde yaşananları, halkımıza yaşatılanları hatırlamak yeterli. Darbenin en kritik hamlelerinden biri aslında 7 Haziran’dan iki gün önce yapıldı, 5 Haziran’da HDP’nin Diyarbakır’da miting düzenlediği alana bomba konuldu. Bu katliamda 5 HDP’li öldürüldü. Verilmek istenen mesaj çok açıktı; HDP hedeftir, HDP’li olanlar da hedeftir, HDP’ye oy verirseniz bölgenin tamamı da hedeftir. Ancak istenen amaca ulaşılamadı. Bir tarafta Erdoğan’a karşı duyulan öfke ve kin HDP arkasında saflaşırken diğer tarafta yani AKP seçmeninde de Erdoğan’a karşı duyulan güvensizlik sandığa gitmemekle sonuçlandı. Ve 7 Haziran’da AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı seçimlerde kesinleşti. Artık Tayyip Erdoğan’ın AKP’sinin yeniden iktidar olabilmesinin tek bir yolu kalmıştı; darbe yapmak. Bir önceki seçimde kullandığı kaset, şantaj[2], kumpas türü araçlar hem FETO tarafında kalmıştı hem de zaman yetersizdi. O zaman devreye faşizmin bilindik provokasyon araçları, yöntemleri devreye girdi.
20 Temmuz’da Suruç’ta patladı ilk bomba. 33 canımız katledildi orada. Daha sonra anlayacaktık, bu kadar insanın katledilmesinin yetmediğini. Anlaşılan, yapılan kamuoyu araştırmaları hala yeterli sayıda seçmenin AKP’ye oy vermeyeceğini gösteriyordu. Bir ikincisi belki üçüncüsü gerekti. Üçüncüsüne ihtiyaç olabilir diye 10 Ekim yani seçimden bir ay öncesi seçilmiş olmalı. 100 canımızı da orada katlettiler.
Sadece bunlar olmadı o beş aylık darbe zamanında. Tayyip Erdoğan’ın gündem olmadığı bir tek gün geçirmedi ana haber bültenleri. 14 Ağustos’ta “müjde”yi de verdi; “Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir, yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesidir”. Bu arada muhtarlar kaçaksarayın yollarını aşındırdı durdu.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun terör olaylarını gerekçe göstererek 5 Ağustos’ta tüm yurt genelinde olağanüstü hal anlamına gelecek kararlar alıp, uygulamaya soktuğunu aylar sonra öğrendik.[3] Koalisyonun zaten kurdurulmayacağını, sadece iki ay boyunca oyalanacağını da. Ama Davutoğlu’nun 14 Ağustos’ta “seçim zehir değil, devadır” dediğini duymuştuk.
Ve bölgede savaş son 15 yılın (AKP döneminin) en yoğun vahşetiyle yaşandı. Kürt halkından tam olarak kaç kişinin hayatını kaybettiğini öğrenebilmek elbette imkansız. Hayatını kaybeden polis ve asker sayısı bile savaşın boyutunu görmek için yeterli; 5 ayda 167 kişi.[4] Yani 150 günde 167 cenaze, yani 167 cenaze töreni, 167 kitlesel öfke/intikam gösterisi. (Kandan beslenenler için bir gösterge).
7 Haziran- 1 Kasım Darbesi’nin başarısını sağlayan en önemli provokasyon ise elbette 10 Ekim. Ama 10 Ekim’in öncesini de hatırlamakta yarar var. Tarih 17 Eylül, yer Ankara Abdi İpekçi Parkı. Cenaze törenleri yetmemiş olacak ki Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, TESK, TİSK, TOBB, TÜRMOB, Barolar Birliği, MÜSİAD, TÜSİAD bir araya getirildi ve “Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet” mitingi yaptırıldı. Bu miting için Sıhhiye Meydanı araç ve yaya trafiğine kapatıldı, Abdi İpekçi parkı ve çevresi bomba aramasından geçirildi, farklı güzergahlar üzerinde 7 arama noktası kuruldu ve tam 6 bin polis miting güvenliğini sağladı. Ve her şey “yolunda gitti”.
10 Ekim öncesinde gerçekleştirilen bir kritik mitingi de hatırlamakta yarar olabilir. Tarih 9 Ekim, yer Rize. Ünlü mafyacı, aynı zamanda Ergenekon sanığı Sedat Peker, “Teröre Lanet” mitingi düzenliyor; “Adeta dünyanın şah damarları kesilmişçesine oluk oluk hepsinin kanlarını akıtacağız. Nehirler dolusu kanları aktıkları zaman anlayacaklar”. (10 Ekim’den bir gün önce)
Ve 10 Ekim.
Sadece polis sayısını kıyaslayalım. 17 Eylül’deki mitingde 6 bin polis vardı ya, 10 Ekim’de bu sayı 2 bin 44 (yanlış anlaşılmasın, niye daha çok yoktu demiyoruz, aslında biz hiç polis istemiyoruz, yeter ki kendi güvenliğimizi almamıza engel olmasınlar). Pekiyi, 10 binden daha çok kişinin bulunduğu Gar çevresindeki polis sayısı; sadece 76. Her yeri geldiğinde 500 yıllık devlet geleneğiyle övünen “devlet büyükleri”, Teşkilatı Mahsusa’yı sahiplenme konusunda herkesle yarışan zihniyet, “devleti yıkma tehdidini” 76 polisle bertaraf etme planı yapmış. (Bu arada bu 76’nın hiçbirinin burnu bile kanamadı).
Bir de fazlaları var tabii. Ankara polisi, 9 Ekim akşamı 22.00’de yaptığı yol aramalarına saat 24.00’te son vermiş ve ertesi sabah (yani 10 Ekim’de) saat 09.00’da tekrar başlamış. Ne hikmetse bombacılar da Ankara’ya 08.30 civarında girmiş. IŞİD’in böyle bir eylem (yani miting gibi kalabalık yerlerde çok sayıda canlı bomba) yapacağı istihbaratlarının alındığı ise çok sonra ortaya çıkacaktı. Bu konu tertip komitesine hiçbir biçimde bildirilmediği gibi emniyet sadece kendi birimlerine gönderdiği tedbir yazısında “personelin öncelikle kendilerine yönelik olası canlı bomba konusunda duyarlı olmaları” talimatı verilmişti.
Şimdi tarihin gösterdiği gerçeği tekrarlayalım; 10 Ekim Katliamı, AKP’nin “yeniden iktidar” olabilmesi için gerçekleştirilmiştir. “7 Haziran-1 Kasım Darbesi” içindeki en önemli hamledir.
Ve bizler tarihin, tarih olmasına asla izin vermeyeceğiz.
Dostumuz da düşmanımız da bunu böyle bilsin…
* Oya Ersoy: Halkevleri Genel Başkanı
Dipnotlar:
[1] Türkiye’nin geleneksel akımlarını temsil eden merkez partileri aynı zamanda lider partileridir. Demirel DYP’yi (AP’yi) ancak cumhurbaşkanlığına çıkınca devretmiştir ama bırakmamıştır. Türkeş’in MHP’nin başından ayrılması ancak ölmesiyle mümkün olmuştur. En demokrat geçinen CHP’de bile, bir dizi ayrı parti kurulmasına rağmen Ecevit’in “yaşayan ölüsü” bile tahakküm kurmaya devam etmiştir. Böylesi teamüllerin olduğu bir siyasi arenada Necmettin Erbakan gibi bir şahsiyeti, 2-3 yıllık bir süreçte siyaseten toprağa gömecek bir şahsiyet ancak “olağanüstü” yardımlar sayesinde başarılı olabilirdi. Yani 28 Şubat olmasa ya da Erbakan’ın karizması bu kadar çizilmese, çok büyük bir ihtimalle Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı’na tekrar aday gösterilmeyecek ve zaman içinde elimine edilecekti. En ilerisi bugünkü Bahçeli-Akşener kapışmasına benzer bir ortam oluşurdu.
[2] Bu şantaj işi Türkiye sağının çok sevdiği bir yöntemdir ve yakın tarihte Menderes’e kadar uzanır. Adnan Menderes seçimleri kazanmak için o zamanki muhalif milletvekillerinin (CHP’lileri ve kendisine muhalif parti arkadaşlarını) “açıklarını” bulmak için yine o zamanki İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ı görevlendirir. Bu şahsiyetli vali de bu görevi yine o zamanki mafya bozuntularından, daha sonra Gazinocular Kralı olarak anılacak olan Fahrettin Aslan’a devreder.
[3] Resmi Gazete’de gizli olarak yayımlandı ve 81 ilin Valisine gönderildi.
[4] 2001’de 20, 2002’de 7, 2003’te 31, 2004’te 75, 2005’te 105, 2006’da 111, 2007’de 146, 2008’de 171, 2009’da 62, 2010’da 106, 2011’de 162, 2012’de 117, 2013’te 3, 2014’te 12 ve 2016’nın sadece 5 ayında 167.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.