Ya politik irade ile sorunu çözeceğiz ya da egemen solun idare-i maslahatçılığına, yani işi oluruna bırakan kendiliğindenciliğine teslim olacağız
İç savaşın başladığını görememek, buna uygun düzen alamamak elbette intihardır, lakin mevcut alışkanlıklar, örgütsel yapı, kadro anlayışı nedeniyle egemen solun, iç savaşın gereğini yerine getirecek akla, niyete ve gerçekliğe sahip olmadığı da belirtilmelidir. Ya politik irade ile sorunu çözeceğiz ya da egemen solun idare-i maslahatçılığına, yani işi oluruna bırakan kendiliğindenciliğine teslim olacağız
1977 1 Mayıs Mitingi bir ilkti. Kontrgerilla onlarca insanı Taksim Meydanı’nda katletti.
Devrimci hareketler bir daha, güvenliğini alamadığı miting yapmadı. Kaldı ki o yıllar merkezi miting yapmak, kitlesel basın açıklaması düzenlemek pek de revaçta değildi. 1 Mayıs Katliamı öğretti ki, kitleler korumasız açık hedef olursa faşistler katliam için her daim pusudadır.
Maraş Katliamı bir ilkti. Faşist katiller onlarca insanı katletti. Kadın, çoluk, çocuk, şimdilerdeki IŞİD’i aratmayacak vahşilikte öldürüldü.
Devrimci Yol, artan faşist teröre karşı Direniş Komiteleri önerdi. Başkaları da başka şeyler önerdi ve hayata geçirdi.
Maraş bir ilkti. Faşistler başka Maraşlar yaratmak için her daim pusudaydı. Denediler de. Örneğin Çorum’da yeni bir katliam için kalktılar ayağa, boylarının ölçüsünü aldılar.
Devrimciler Maraş’tan sonra, aynı çapta bir başka katliama izin vermedi.
Çünkü sorun anlaşılmış ve değişik düzeylerde olsa da, pek çok yerde çözülmüştü.
Kentler, kasabalar, köyler, mahalleler, işyerleri savunulacaktı; “Su uyur, düşman uyumaz” gerçeğinin ete kemiğe büründüğü siyasetin gereği önerilen Direniş Komiteleri’nin işaret ettiği şekilde halkın savunma ihtiyacını örgütleyen, gözlerini kırpmadan “nöbete duran”, dolayısıyla da Maraş artçılarını önleyen gencecik delikanlılara, genç kadınlara buradan selam gönderiyorum.
70’li yılların ortalarına doğru faşistlerin liselere, üniversitelere taşıdığı şiddet, bir ilkti. Pek çok okul faşistlerin egemenliğine girdi. Devrimci öğrenciler okullarına gidemeyecek kadar geriledi. Sorunu çözmek gerekiyordu. “Öğrenim özgürlüğü, can güvenliği” şiarıyla geliştirilen siyaset kitlelerde karşılık buldu. Aynı zamanda can güvenliği sorununu büyük oranda çözecek formül geliştirildi: Okullara “toplu gidiş-geliş” önerildi ve hayata geçirildi.
Okullardaki faşist işgalin kırılma sürecinde militan tarzı canları pahasına hayata geçiren liselilere-üniversitelilere selam gönderiyorum.
“İlklerin günahı olmaz” bağışlayıcılığı, iç savaşa göre sosyal-siyasal pratiği, örgüt ve kadro anlayışını ortaya çıkardı; kitleler devrimcilere güvenir hale geldi.
Geçmeden söylemek lazım. İç savaşa göre düzen alan sol kitleselleşti, büyüdü, belirleyici güce ulaştı. İç savaş tespitini yapmayan, dolayısıyla da iç savaşa göre örgütlenemeyen, kadrolarına yön veremeyen sol güç yitimine uğradı, silikleşti.
Solun bir kısmı, kaostan devrimci bir durum yaratarak çıkarken, bir kısım sol ise günün gereğini yerine getirmeyerek açıkçası intihar etmeyi tercih etti.
Türkiye, 70’li yıllarda iç savaşı, katliamlar, katliam denemeleri, sokak çatışmaları, pusular, suikastlar şekilde yaşadı.
Malumdur, o yıllarda faşistler pek çok aydın, gazeteci, akademisyen öldürdü. Son dönemde peş peşe yayınlanan anı kitaplarından öğreniyoruz ki devrimciler, faşistlerin tehdidi altında bulunan aydınlara yakın koruma sağlamış. Yakın korumaya alınanların biri de Can Yücel’miş.
Hangi aydına pusu kuruldu ve koruma nedeniyle suikast gerçekleştirilemedi bilinmez ama canları pahasına aydınlarımızı koruyanlara buradan selam gönderiyorum.
Gelelim asıl murada.
Biçim ve öz değiştirse de bugün Türkiye’de, tıpkı 70’li yıllarda olduğu gibi adı konmamış bir iç savaş yaşanmaktadır.
Ortadoğu gerçeklerinden de beslenen iç savaş, hedefli-hedefsiz patlayan bombalarla, kitle katliamlarıyla varlığını hissettirmektedir. Örneğin, iç savaşın taraflarından olan IŞİD, tarafgirliğinin gereğini yerine getirmekte, “kitlesel imha” silahıyla toplumu terörize etmek istemektedir.
Buradaki asıl soru ya da bir başka ifadeyle bir bütün olarak solun asıl sorunu, iç savaşın taraflarından birinin hedefi olmasına rağmen, bu gerçeği algılayıp algılayamadığıdır.
Baştaki kurguya dönelim.
Suruç Katliamı bir ilkti. Elbette o tarihten önce kimi saldırılar oldu ama Suruç iç savaşın, canlı bombalar vasıtasıyla başladığını ilan eden ilk eylemdi.
Suruç’ta canımız çok yandı. Yanlarında sadece oyuncak taşıyan gencecik çocuklar katledildi. Çok üzüldük, barışçıl amaçla bir araya gelmiş insanların vahşice katledilmiş olmasını kabullenemedik, inanamadık, açıkçası çok şaşırdık.
Ancak 10 Ekim’e şaşırmadık. Neden? Asıl soru bu. Asıl soru ve solun sahici sorunu bu. Öldük ve şaşırmadık. Tarifsiz acılara gark olduk ama şaşırmadık. IŞİD’in böyle bir eylem yapabileceğine dair yaygın kanaat vardı çünkü. Çünkü iç savaş, 20 Temmuz’da Suruç’ta başlamıştı. O zaman, 10 Ekim’de Ankara’da neden öldük?
Çünkü solun kahir ekseriyeti iç savaşın başladığının farkında değildi, kötüsü hâlâ değil; 21 Temmuz 2015 sabahı nasıl bir ülkeye uyandığımızın farkına varamayacak kadar politik öngörüden uzak maalesef.
IŞİD iç savaşın gereğini yerine getiriyor. Peki biz?
Biz maalesef şu haldeyiz: Etkisiz mitinglere, kitlesel(!) basın açıklamalarına, küçük grupların yaptığı protesto eylemlerine ömrü hayatımızı vakfetmiş bulunuyoruz. Bu neredeyse bir siyaset yapış tarzından çıkıp siyasetin kendisi haline gelmiş bulunuyor. Merkezi mitinglerle “sanal güç” yaratılıyor, ufak tefek basın açıklamaları ile iç rahatlatılıyor. Acı ama gerçek bu; hem de uzun zamandır.
Egemen sol, tıpkı 70’li yıllardaki intihar eden sola benzemektedir; işin kötüsü, mevcudiyetleri ve kapladıkları alan nedeniyle solu bir bütün olarak intihara sürüklemektedir.
İç savaşın başladığını görememek, buna uygun düzen alamamak elbette intihardır, lakin mevcut alışkanlıklar, örgütsel yapı, kadro anlayışı nedeniyle egemen solun, iç savaşın gereğini yerine getirecek akla, niyete ve gerçekliğe sahip olmadığı da belirtilmelidir.
İç savaşın siyaset sahnesini doğrudan etkileyen bir sonucu vardır. İç savaş acımasızdır, varlığını hissedemeyenleri, gereğini yerine getirmeyenleri toz duman edecek sertliktedir.
70’li yılların ilk yarısındaki solun edilgen hali, nasıl ki yerini iradi müdahaleye bıraktıysa, bugünkü aynı hali dağıtacak bir devrimci öznenin yaratılması kaçınılmazdır.
Ya politik irade ile sorunu çözeceğiz ya da egemen solun idare-i maslahatçılığına, yani işi oluruna bırakan kendiliğindenciliğine teslim olacağız.
Suruç bir ilkti; 10 Ekim’in affedilecek tarafı yoktu. Açık, korunaksız hedef olmaya devam edersek, ne yazık ki yeni bir 10 Ekim tehlikesi bulunmaktadır ve bu, solun intiharı olacaktır.
Dolayısıyla bu, “Evden çıkmayalım” değil, “Evden örgütlü çıkalım” çağrısıdır.
Not: Bu yazı, 3 Eylül 2016’da Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’nin Ankara’da yapmayı düşündüğü mitingin, IŞİD tarafından bombalı saldırı düzenleneceği istihbaratı nedeniyle, valilik tarafından iptal edilmesi üzerine yazıldı. İstihbarat doğru mu, yanlış mı; yoksa siyasi iktidar IŞİD tehdidini bahane olarak mı kullanıyor, bilemiyorum. Bildiğim şu: Minicik de olsa doğru olma ihtimali, yeterli neden görülmelidir. İstihbaratın doğru olup olmadığı ya da bahane olup olmadığı aslında miting katılımcılarının etkisizliğine, edilgenliğine işaret etmektedir. Doğruysa bombalı saldırıya maruz kalınacaktır, değilse valiliğin iptal kararı kesin sonuçtur ve değiştirme gücün yoktur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.