Bu sürecin dışında kalma, gözlemcisi olma tercihi yoktur. Tüm toplumsal ve siyasal güçler bu süreçte özne ya da nesne olma ikilemini yaşayacaktır
Şu anki dönem içinde inşa etmekten daha ziyade önlem almak, kurmaktan çok yıkmak daha belirleyici bir özellik. Ancak bu kaosun içinde kurucu bir inisiyatiften söz edilecekse bunun tek nesnel sahibi pozisyonunda Tayyip Erdoğan duruyor. O da bu pozisyonu ve fırsatları sonuna kadar zorlayacaktır
15 Temmuz’dan sonra kim ne yapacak?
Feto’dan ve Fetö’den başlamak yerinde olabilir. İlk olarak; bu kadar şişkin bir egodan (kainat imamından), bu kadar uzun emek-zamandan (yaklaşık 50 yıl), bu kadar yaygın bir şebekeden (170 ülke), hayatının varlık nedeni neredeyse sosyal ilişkilerden oluşan 10 binlerden ve hayatının geri kalanını cezaevlerinde aşağılanarak geçirecek 1000’lerce hayal kırıklığından ve elbette milyarlarca dolarlık parasal güçten, “tamam buraya kadarmış, davadan vazgeçiyoruz, son çıkan ışığı kapatsın” demelerini beklemek herhalde safdillikten de öte bir şey olur!
Onlar böyle yapmayacaklarına göre, neler yapabilecekleri üzerinde bolca spekülasyon yapılabilir, öyle yapalım. Fethullah, ilk mesajlarında iki şey söylüyor; kendi yandaşlarına “sabredin” derken diğer yandan da Tayyip’i tehdit ediyor.[1]İlk adım, kendi yandaşlarını sakinleştirmek ve hazır tutmak. Erdoğan’ın tehdit edilmesi de (en azından şu an için) kendi kitlesini diri tutmak için bir taktik elbette. Ne yapmaya ve ne zaman yapmaya henüz karar vermedikleri anlaşılıyor, ancak Tayyip’in hedefte olduğu belli.
Ana strateji değişmediği sürece yani devlete yerleşip, onun olanaklarıyla gelişip serpilme stratejisi[2] değişmediği sürece Cemaat’in tercih edeceği her taktik, bunu gerçekleştirmek üzere kurulacaktır. Sadece zamanlama değişebilir. Şu an ki seçeneklerden biri geri çekilmek, gündemin değişmesini beklemek ve zaman içerisinde tekrar güç toplayarak, yeniden harekete geçmektir. Ancak 78 yıllık yaşlı hücrelere sahip bir dünyalı vücuduna daha ne kadar güvenip, bütün emeğini taçlandıracağı günü erteler belli olmaz, ahrete inanç meselesi?!
Açık söylemek gerekirse, Tayyip Erdoğan, devlet erkinin en üstünde kaldığı sürece, devletin içine “aynı biçimde” nüfuz edebilmeleri imkansız, çünkü olay “şu an itibariyle” her şeyin ötesinde bir “kan davasına” dönüşmüş durumda. (Ha, kan davası sonsuza dek sürer mi, bu topraklar nice kan davalarının can ciğer kuzu sarmasıyla sonlandığını da görmüştür). O halde ilk hedef Tayyip’in devreden düşürülmesidir. Bunun da yolu bellidir ya bir suikasttır (ki en kestirme yol) ya da seçimle düşürmektir, düşmesini beklemektir. (Ne olur ne olmaz eklemek gerek, bir kalp krizi falan, maazallah). Seçimle düşmesi üzerine yapılacak planlar kısa vadede çok gerçekçi gözükmemektedir. Ancak orta vadeli bir planın hemen devreye sokulduğu görülmekte; yurtdışında ve özellikle etkin oldukları okul bölgelerinde Erdoğan’ı yalnızlaştırma ve uluslararası camialardan dışlama faaliyetleri şimdiden etkinleştirildi.
Eklemek gerekir ki Erdoğan gittiğinde, şu an ki aktörler arasından “şu an için” yerine kim gelirse gelsin (Gül, Arınç, Bahçeli hatta Kılıçdaroğlu bile), cemaatin bu sarsıcı güç gösterisi karşısında onunla uzlaşmak zorunda kalacaktır.
Gülen Cemaati, yeniden devlet olanaklarına sahip olabilmek için her şeyi göze almak zorunda, ABD’ye rağmen bile. Çünkü ikinci bir tercihi bulunmamaktadır. Şantaj, tehdit, provokasyon kuşkusuz ilk akla gelenler. Ve tüm bunlar devlete yeniden kabul edilmek için yapılacaktır. Provokasyonların sadece devlet işleyişini ya da devlet görevlilerine yönelmiş olması gerekmez. Ekonomik ya da siyasi kriz çıkarmak, kuşkusuz pazarlık gücünü arttıracaktır. Zaten bu konularda da devlet içinde önemli deneyim kazanmışlardır. En büyük zorlukları bunları devlet olanakları yokken ya da başka bir ifade ile devlet olanakları kısıtlanmışken becerip beceremeyecekleridir. Şu an bir süre bile bekleyeceklerse bunun tek nedeni, cüzamlı ilan edildikleri bu atmosferin biraz dağılması içindir.[3]
Gelelim, Erdoğan cephesine! Bu cenahta çok seçenek yok, aslında seçenek yok! Zaten var olan proje, yeni durumun yarattığı yeni fırsatlar değerlendirilerek, revize edilip hayata geçirilmeye çalışılacak; Tayyip Erdoğan’a göre dizayn edilmiş diktatörlük rejimi.
Bu amaca giden yolda, yeni durumun yarattığı fırsatlar değerlendirmeden önce belayı tam olarak atlatması gerek. Ancak atlatırken de yeni dönemin taşlarını döşemek gerek. Belanın atlatılmasında ilk kurulan taktik; kalabalıkların ve Tayyip Erdoğan’ın öne çıkarılması. “Demokrasi nöbetleri” adı altında günlerce sürdürülen etkinliklerin bir amacı Cemaat’i sonraki hamlelerinden vazgeçirmeye çalışmak olduğu kadar diğer amacı bu eylemlere katılanların hafızalarında, bu dönemin kalıcı yer edinmesini sağlamak. Çünkü bu hafızalara ileride ihtiyaç duyulabilir.[4]
Bununla birlikte şu an yapılanları, çok önceden hazırlanmış bir planın adım adım hayata geçirilmesi olarak değerlendirmek çok olası değil. Sadece TSK’nın yeniden yapılanması diye dayatılan uygulamaların, yani askeri liselerin, harp okullarının kapatılması, kuvvet komutanlıklarının ayrı ayrı Savunma Bakanlığına bağlanması gibi kritik değişikliklerin hiçbir fizibilite çalışması yapılmadığı gibi doğuracağı yeni sonuçlar hakkında neredeyse kimsenin raporlandırması dahi mevcut değil. Bu adımlar yeniden yapılandırmadan ziyade var olan tehlikeyi bertaraf etmek için risk odaklarını dağıtmak olarak görülmekte. Bu nedenle şu an yaşananlar Türkiye tarihindeki benzer kritik dönemlerden, yani 1960’dan, 1980’den farklı. O zamanlarda, neyin, nasıl ve hangi biçimde değiştirileceği belliydi ve var olan bir planın uygulanması olarak hayata geçirilmişti.
Şu an ki dönem içinde inşa etmekten daha ziyade önlem almak, kurmaktan çok yıkmak daha belirleyici bir özellik. Ancak bu kaosun içinde kurucu bir inisiyatiften söz edilecekse bunun tek nesnel sahibi pozisyonunda Tayyip Erdoğan duruyor. O da bu pozisyonu ve fırsatları sonuna kadar zorlayacaktır.
Bu “Bize Allah’ın bir lütfu” dediği darbe girişiminin açığa çıkardığı fırsatları Tayyip Erdoğan nasıl değerlendiriyor/değerlendirecek?
1- Tehlike o kadar büyük ki bu dönem için “tek bir düşmanla uğraşma” taktiğini belirledi. Darbe girişiminden sonraki üçüncü gün Erdoğan’ın söylemi değişti, milli mutabakattan söz etmeye, CHP’ye teşekkür etmeye başladı. Çünkü karşı karşıya kaldığı tehlike, sadece Cemaat’in bundan sonra yapacakları değil, aynı zamanda tüm siyasi gündemin “Erdoğan-Gülen ittifakının geçmişte birlikte işledikleri suçlar” üzerinden kurulmasıdır. Kılıçdaroğlu’nun zaten teşne olduğu uzlaşma siyasetine kapı aralayarak hem bu suçlardan kurtulma (üstelik tamamını Cemaate yıkma) fırsatı yakalarken hem de yeni uygulamalar için CHP’nin zımni ve zaten cepte olan MHP’nin doğrudan onayıyla meşruluğunu büyüttü. Yakın bir zamanda bir seçimin olmaması da bu konuda herhangi bir kayma riski barındırmamakta. [5]
2- Çok açık bir şekilde görülüyor ki Tayyip Erdoğan’ın ve AKP kadrolarının işlediği tüm suçların Cemaat’e yıkılması fırsatı dibine kadar kullanılıyor, kullanılmaya da devam edecek. Hrant Dink’i öldüren de, Roboski’yi bombalayan da, Rus uçağını düşüren de, Ergenekon’u uyduran da, bütün sınav sorularını çalan da ve hatta Gezi’yi başlatan ve sonra çadırları yakan da bunlar. Tüm bunlar olurken “emri ben verdim” diyen, “angajman kurallarını uyguladık, sınırlarımızı ihlal eden yanıtını alır” diyen, “ben bu davanın savcısıyım” diyen, “üç-beş çapulcuya meydanı bırakmayacağız” diyen Tayyip Erdoğan aklandı, paklandı ve yeniden vaftiz edildi.
3- Suçların tamamı Cemaat’e yıkılmakla yetinilmedi, aynı zamanda bu suçların işbirlikçilerinin bir kısmı (özellikle siyasi rakip olabilecekler) itibarsızlaştırılmaya başlandı. Abdullah Gül[6], Bülent Arınç, Hüseyin Çelik ilk hedeftekiler. Bu seçmeci operasyon şimdilik başkalarının eliyle yürütülüyor. Hüseyin Çelik’in harcanmasında bir sakınca görülmezken Melih Gökçek’e dokunulmuyor elbette. AKP cenahının içinde kullanılan ve ileride de bolca kullanılacak olan “aforoz tehdidi” pürüzsüz bir tek adamlığın yeniden inşasını kolaylaştırıyor.
4- Geçmişten kurtulma, yeni ittifakların, yeni patronaj ilişkilerinin kurulması fırsatını da yaratıyor. Kadroların boşalması, el konulan mülklerin, kesilen olanakların yarattığı devasa hacim sadece MHP’nin (MHP’lilerin) değil, ortalıkta ne kadar tarikat, cemaat, tekke, zaviye varsa hepsinin iştahını kabartmış durumda. Dolayısıyla bu muslukların hepsinin başında olan Erdoğan’a bu pastadan “kime ne karşılığı pay verecek”, bu hesabını yapmak kalıyor.
5- Darbe girişiminin yarattığı en büyük fırsatlardan biri hiç kuşkusuz dış politikada yakalandı[7], özellikle de Suriye’de. İzlediği yanlış politikalar sayesinde Suriye’de değil belirleyici güç, o bölgeye burnunu bile sokamaz hale gelen Erdoğan, hatırlanacağı gibi bu durumdan kurtulabilmek için Davutoğlu’nu feda etmiş, Rusya’dan özür dilemiş ama bunlar bile “U dönüşü” yapabilmek için yeterli olmamıştı. Şimdi ise fırsatı hemen olanağa çevirip Putin’in yanına koştu. Ancak eli her zamankinden daha zayıf olarak. Suriye’de dolayısıyla Ortadoğu’da pozisyon değiştirmek, önceki ittifakları bozmak hiç kuşkusuz yeni karmaşalar getirecek, özellikle de IŞİD ile. Dikkat edilirse IŞİD’in bu aralar (onbinler meydanlardayken) hiç sesi çıkmadı. [8]
Bir tek Kürt sorunu beklemede. Bu da zorunlu olarak Suriye’de izlenecek yeni politika, yeni işbirlikleri üzerinden yeniden şekillenecek.
6- Fırsatın yarattığı maddi olanaklar ise pastanın çileği. Çilek bir tane değil ki birkaç tane. Bir tarafta Cemaat’in el konulan mal varlıkları diğer tarafta askeriyenin şehirlerin dışına çıkarılmasıyla elde edilecek yeni “kupon araziler”. Her türlü hukuksuzluğa ve yağmaya kimsenin bir şey diyecek mecali kalmamış bu ortamda yani “sözkonusu vatansa gerisi teferruattır” denilip, kestirilip atılan bu ortamda Bilal’e, Mehmet Cengiz’e ve benzerlerine yaratılan yeni fırsatlar.
7- Diktatörlüğü garanti altına alacak hukuksal dönüşümün sağlanması için en uygun an beklenecek, daha doğrusu hazırlanacak. İki-üç ay önce gündemde olan “anayasada ufak bir değişiklik yapıp, cumhurbaşkanının partili de olabileceğini” ekleyelim türünden daha dar kapsamlı hedefler, bugün ki koşullarda yerini daha büyük çaplı değişiklik hedeflerine bırakmış durumdadır elbette. Diktatörlüğü için gerekli olan yasal, kamusal, hukuksal ve askeri planların altyapısı şimdiden temel atma törenleriyle kurulmaya başladı. Önümüzdeki 1.Kasım’a ya da 1.Ağustos’a, en kötü ihtimalle 2.lerine şimdiden hedefler yapılıyordur kuşkusuz.
8- Şu an için söylemde geçerli olan “milli mutabakat”, “uzlaşma” gibi kavramların Erdoğan’ın ve AKP’nin kimyasına uygun olmadığını, bunca yıldır yaşananlar birçok kez doğruladı. Tayyip Erdoğan’ın mitingde söylediği “mutabakatı bozan taraf biz olmayacağız” lafı da gösteriyor ki “suç” şimdiden diğerlerine yılıkmış durumda. Bu taktiği yani “büyük masadan asla ilk önce kalkan olmamak” taktiğini bütün kaşar siyasetçiler (solcuların içindekilerde dahil olmak üzere) çok iyi ezberledi. Daha önce de birçok defa bunu yapan Erdoğan, bu kez suçu birilerine atıp sözde de olsa mutabakatı, mutlaka ama mutlaka bozacaktır. Her şeyin ötesinde, bir “uzlaşma kültürü” şahsın fıtratında bulunmamaktadır.
AKP dışındaki sistem içi siyasi aktörler açısından bu süreç, başından itibaren edilgen pozisyonda kaldıkları bir biçimde işledi. Darbenin görünürdeki “ilk hedefinin” muhalefet partileri, Kürtler, Aleviler, toplumsal muhalefet örgütleri vs, olmaması, karşı çıkışın ilk örgütleyicisi olma konusunda nesnel bir dezavantaj yaratsa da daha sonraki süreçte de bu edilgen durumu değiştirecek bir inisiyatif alınmadı.[9] Bu noktada kuşkusuz en büyük beklenti CHP’dendir. Çünkü asıl saldırı, CHP’nin kendisini var ettiği ve kendisine hedef koyduğu “laik, demokratik toplum düzenine”dir. Darbe başarılı olsa idi, bütün siyasal aktörler (AKP’lisi, MHP’lisi) kendilerine siyaset yapabilecekleri “aralıklar” bulabilecek hiçbir sosyal demokrat bu olanağa bile sahip olamayacaktı. Ancak gerek liderliği gerekse de örgüt kadroları ve işleyişi ile “bir kez daha” sistemin içinde işgal ettiği pozisyonunun getirdiği misyonu yerine getirmemiş/getirememiştir.
Siyasetteki başarı kriteri sadece nelerin yapıldığıyla ölçülmez, aynı zamanda nelerin yapılmadığı da önemli bir ölçüttür. Söylediği onlarca şeyin arasına utangaç bir biçimde sıkıştırdığı “bu işin suçlusu aynı zamanda Tayyip Erdoğan’dır, AKP’dir” lafını, bir siyasi hedef olarak uygulamalıydı. Yani “doğrudan suçlu sensin, bu belayı başımıza sen sardın” deyip, Tayip Erdoğan’ın istifası istenmeli idi. Ve bunun üzerinden bir erken seçim gündeme taşınmalı ve seçime kadar olan süreci “bu suça hiçbir biçimde bulaşmamış şahıslardan oluşan bir yönetim erkiyle” (yeni bir hükümet, geçici bir hükümet vs,) devlet mekanizmalarının tamamından sadece bu cemaat değil, buna benzer tüm cemaat artıklarının temizlenmesi amaç edilmeliydi. Bunların hiçbiri yapılmadığı gibi, sözde devleti savunmak adına –ki bu devlet kimin devletidir, kim için çalışmaktadır?- Tayyip Erdoğan’ın yanına bile değil, arkasında sıraya girmiştir.[10]
Laf dışında hiçbir talep yoktur. Bırakın devletin bir bütün olarak yeniden yapılandırılmasında Cemaatten arındırılmasın da bile somut bir sorumluluk alma talebi olmadığı gibi askeriyenin, adalet bakanlığının ya da milli eğitimin yapılandırılmasında bile hiçbir inisiyatif almamaya neredeyse büyük özen gösterilmektedir.[11] Her şey AKP’ye daha doğrusu Tayyip Erdoğan’a devredilmiş durumdadır.
Üzerine hesap yapılan “AKP’nin kadrosu kalmadı, devlette yeni kadrolar için bize ihtiyaçları var, cemaatçi olmayan ve en güvenilebilecek kadrolar biziz” beklentisidir.[12] Bunun hiçbir biçimde gerçekleşmeyeceği anlamak için AKP’nin tarihine bakmaya bile gerek yok, Olağanüstü hal ilan edildikten sonra üniversitelerden, belediyelerden, öğretmenlikten atılanları görmek yeter.
Bu noktaya gelinmesinde CHP’nin daha doğrusu Kılıçdaroğlu ve akıl hocalarının elbette ki payı mevcuttur. Çetrefilli ilişkileri ima etmeye gerek bile yok, çok değil bir yıl önce cumhurbaşkanlığı seçiminde aday gösterilen Ekmeleddin efendi tercihi, aynı zamanda cemaatin oyu da hesap edilerek yapılmadı mı? Bu kadar yanlıştan sonra Kılıçdaroğlu ve başta Tekin Bingöl olmak üzere tüm yönetici elitin kenara çekilmesi belki de Erdoğan’ı zorlayacak en önemli hamle olacaktır.
Sonuç olarak; Türkiye, ister birileri tarafından yapılmış bir planın uygulanmaya konduğu biçimde olsun isterse de hiçbir sonucu önceden öngörülemeyen kaotik bir biçimde olsun artık “farklı ve yeni bir dönemin” içerisindedir. Bu sürecin sonuçlarıyla herkes için yüz yüze gelecek, muhatap olacaktır. Bu sürecin dışında kalma, gözlemcisi olma tercihi yoktur. Tüm toplumsal ve siyasal güçler bu süreçte özne ya da nesne olma ikilemini yaşayacaktır.
Pekiyi ya sosyalistler, devrimciler???
[1] “Beyin kanaması balyoz gibi inebilir alır götürür. Hiç ummadığın yerine kanser ilişir alır, götürür. Ansızın gelir çarpar”.
[2] Fethullah Gülen, her fırsatta Muhammed’in “düşmanın silahıyla silahlanın” dediğine atıf yaparmış.
[3] Şu an için en büyük handikapları, Erdoğan’a daha doğrusu işleyen sisteme karşı yapılacak en ufak bir müdahale de “baş şüpheli” olarak ilan edilecek olmalarıdır. Bunun avantajları olmakla birlikte dezavantajları şu an için çok fazla.
[4] Sözde “demokrasi nöbetleri” ilk açıklamada 7 Ağustos’ta sona erecekti ancak bir hamle ile 10 Ağustos’a ertelendi. Nedeni, cumhurbaşkanlığı seçiminin 10 Ağustos’ta yapılmış ve yapılacak olması olabilir mi?
[5] Ancak her şeye rağmen ana rotadan sapmamak lazım, Yenikapı Mitingi’nde Kılıçdaroğlu anons edilirken yuhalatmak lazım.
[6] Görevden alınan ya da hapse atılan üst düzey bürokratların büyük çoğunluğu Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde atananlardan oluşuyor.
[7] Ermenistan’la bile ilişkilerin yeniden geliştirilmesi gündeme geldi. İranlılar, Türkiye’ye geldi bile.
[8] Erdoğan Cemaat’in üzerine yıkamadığı neredeyse tek suç, IŞİD’inkiler. Bir türlü IŞİD ile Cemaat arasındaki bağlantıyı kuramadı.
[9] Davul-zurna çalınarak halay çekilen yerleri ya da yaşadığı bölgenin idari yapısına el koymaya çalışan inisiyatifleri istisna olarak kabul etmek gerek.
[10] “Kaçak Saray’a asla gitmem” lafı da Erdoğan tarafından bizzat yedirilmiş.
[11] Madem koşullar olağandışı, haller olağanüstü, “Bu durumda bizde YAŞ toplantına katılmak, Adalet Bakanlığı’nda Bakan yardımcısı olmak, Eğitim Bakanlığı’nı biz devralmak istiyoruz” demenin hayalini bile kuramazlar. Bu rüyaya yatmak için birkaç kutu diyazem bile bir işe yaramaz.
[12] Bu durum; gaz odasının kapısında sıra bekleyen Yahudi’nin “bize öldürmezler çünkü bizim gibi kalifiye insanlara ihtiyaçları var” demesine benzemektedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.