Krizden çıkabilmek için önerilen politika demetleri, tüm emperyalistler tarafından onaylanmasına rağmen, emperyalistler arası çelişkilerin daha da derinleşmesine sebep oluyor
Cameron’un anlamadığı şey şu: Emekçi halk, kriz anlarında egemenler arası çatışmalar derinleştiğinde bu fırsatı pek kaçırmaz ve tepkisini yıkıcı bir biçimde gösterir. 2008 krizi emperyalizmin genel bunalımını oldukça derinleştirmiş durumda. Krizden çıkabilmek için önerilen politika demetleri, tüm emperyalistler tarafından onaylanmasına rağmen, emperyalistler arası çelişkilerin daha da derinleşmesine sebep oluyor
İngiltere’de fırsatı ele geçiren halk tekmesini sistemin kasığına öyle bir geçirdi ki, yönetenler safında daha kimse kendine gelemedi. Referandumun hemen ardından başbakan istifa etti ve yönetimde bulunan Muhafazakar Parti derin bir iç çatışmaya gömüldü. İşçi Partisi’nde ise gölge bakanlar istifa ettiler ve Parti Başkanı Jeremy Corbyn’in devrilmesi için bir süreç başlatıldı. Borsa çakıldı, sterlin hızla değer kaybetti, gazetelere hakim olan tek şey ise korku ve panik; hesapta İngiltere demokrasinin beşiği ama liberal muhafazakar bir sürü politikacı, gazeteci vb. referandumun geçersiz sayılmasını talep ettiler. Referandumun yenilenmesini talep eden bir dilekçe ise 3 milyon imzaya ulaşmış durumda ve sayı giderek artıyor. Panik ve korku havası ayrılma kampanyasını yürütenlere de yayılmış durumda. İskoçya başbakanı, İngiltere’den ayrılmak için yeni bir referanduma gidebileceklerini söyledi. Kuzey İrlanda, İrlanda ile birleşme referandumu talep edebileceklerini dillendirmeye başladı.
Aslında AB demokrasiden pek hoşlanmaz, eh kalp kalbe karşıdır derler, halk da pek AB den hoşlanmıyor zaten. AB Başkanı Juncker, Yunanistan’da halk AB’nin dayattığı kemer sıkma politikalarını bir referandumla reddedince, bu referandumun sonuçlarını tanımamış ve “Avrupa Birliği’ne karşı demokratik seçim olamaz” demişti. AB’de genel kural halka sormamaktır, kazara her sorulduğunda halk hayır demiştir zaten. İrlanda referandumda reddetmişti, daha sonra tekrar referanduma götürüp bir sürü şantajla kabul ettirdiler, Fransa ve Hollanda 2005’te AB Anayasası’nı reddetmişti, bu sonuçları yok saydılar, yerine Lizbon Antlaşması’nı getirdiler (Bu sefer ne Fransızlara ne de Hollandalılara tekrar sormak hatasını işlediler tabii) ve hiçbir şey olmamış gibi yola devam ettiler.
Peki Cameron neden referanduma gitti o zaman? Halkta AB’ye karşı duyulan hoşnutsuzluk uzun zamandan beri bilinen bir olgu idi ama Cameron’un amacının halkın duyguları ile bir alakası yoktu. Ne Cameron ne de son anda ayrılalım kampına katılan Johnson ya da Gove gibi muhafazakar politikacılar, referandumdan ayrılalım kararı çıkacağını beklemiyorlardı. Nasıl beklesinler ki? Üç büyük partinin üçü de (Muhafazakarlar, İşçi Partisi ve Liberaller) kalmayı savunuyordu. Dahası, bölgesel olarak güçlü üç partinin hepsi de (İskoçya Ulusal Partisi, Galler Partisi ve Kuzey İrlanda katoliklerinin partisi olan Sin Fein, yani IRA) AB’de kalmayı savunuyorlardı. Yeşiller, bazı sosyalist partiler vb. de AB’de kalmayı savunuyorlardı. Ayrılma kararını tek savunan ise UKIP adlı ırkçı, milliyetçi kırması bir parti ile (seçimlerdeki oy oranı yüzde 13’ün altında) Muhafazakar Parti’den bir kısım politikacı idi. Referandum ilk gündeme geldiğinde kamuoyu yoklamalarında kalmayı isteyenlerin oranı ezici şekilde fazlaydı.
Cameron referandum ile bir taş ile birkaç kuş vurmayı planlamıştı. Birincisi ve en önemlisi AB’nin dümeninde bulunan Alman ve Fransız emperyalizminden İngiliz finans tekelleri yararına yeni tavizler koparma isteği idi. 1950’li yılların başlarında, İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya ile “kurtarılan”, bu yüzden de altta kalan Fransa tarafından başlatılan AB projesinin amacı ABD ve diğer emperyalistlere karşı daha iyi rekabet edebilmektir. Gerek ABD gerekse İngiltere başta bu projeye soğuk bakıyorlardı ama daha sonra dışında kalmak yerine içine girmeyi tercih ettiler. Sonuçta, ekonomik entegrasyondan hem ABD hem de İngiliz burjuvazisi büyük yarar sağlamaya başlamıştı. Ayrıca, İngiltere’nin çıkarlarını AB içinde savunmak daha kolaydı. Bu yüzden İngiltere 1975’te Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girdi. AET 1992 Mastrich Antlaşması ile politik bir birlik olan AB’ye evrildi.
İngiltere ve ABD’nin AB politikası temel olarak şöyle özetlenebilir; ekonomik entegrasyona evet ama politik entegrasyona hayır. Politik olarak ortaya çıkacak olan devlet Almanya’nın denetimi altında olacaktır ve ne ABD ne de İngiltere bunu ister. AB 1992 yılında Mastrich Antlaşması ile politik birliğe doğru yönelince, İngiltere ve ABD bunu engelleyemese de sulandırmak için elinden geleni yaptı. ABD, NATO’nun AB’nin koruyucu gücü olmasını Almanya ile Fransa’ya kabul ettirdi ve NATO aracılığı ile süreci kontrol etmeye çalıştı. Gerek ABD gerekse İngiltere AB’nin Doğu Avrupa ülkelerine genişlemesini savundular ve bunu kabul ettirdiler. İngiltere avro dışında kaldı, Schengen Antlaşması dışında kaldı, mesela politik birliği daha da sulandırmak için Türkiye gibi ülkelerin üyeliğini destekledi.
Yani kısacası, İngiltere ve Almanya-Fransa arasında AB üzerinde sürekli bir gerilim-çatışma bulunuyordu ve Cameron referandumu, İngiliz finans burjuvazisi için yeni tavizler koparmak amacıyla bir şantaj aracı olarak kullanmak istedi. Tabii ayrıca iç politikada kendi kafasını sürekli ağrıtan bazı AB’den çıkalımcı vekillerin de ağzını kapatmak istedi. Bu arada Boris Johnson ve Michael Gove gibi fırsatçı politikacılar sadece parti içi liderlik mücadelesinde ellerini güçlendirmek için AB karşıtı kampanyanın başına geçtiler. Bu politikacıların hiçbiri aslında ABD’den çıkılmasını istemez. Ki Boris Johnson kampanyanın başlangıcında eğer AB’ye hayır çıkarsa tekrar görüşmeler yapılmasını istiyordu ve yeni tavizlerle AB’de kalınabileceğini söylüyordu. Zaten referandum sonrası Johnson’un ilk demeci, “Telaş etmeyin hemen çıkış başvurusu yapılmasın” gibi laflar idi.
Cameron’un anlamadığı şey şu. Emekçi halk, kriz anlarında egemenler arası çatışmalar derinleştiğinde bu fırsatı pek kaçırmaz ve tepkisini yıkıcı bir biçimde gösterir. 2008 krizi emperyalizmin genel bunalımını oldukça derinleştirmiş durumda. Emperyalistlerin krizden çıkmak için her zaman uyguladıkları tek çare, krizin yükünü diğer halk tabakalarının sırtına yıkmaktır. Bu sefer de farklı olmadı, krizin yükü tüm ağırlığı ile emekçilerin ve orta sınıfların üzerine yıkıldı ama bu politikalar bunalımı aşmak yerine onu daha da derinleştirdi. Sonuç, tüm emperyalist ülkelerde halk, sadece vasıfsız işçiler değil ama orta sınıflar da dahil, hemen herkes hızla yoksullaşmaya başladı. İngiltere’de tarihinde ilk kez doktorlar ücretler için greve gitti. İngiltere’de milyonlarca insan sıfır kontratlı işlerde çalışıyor. Şöyle anlatayım, işçi pazarından alınan işçinin bile en azından o akşama kadar işi garantidir. Sıfır garantili olanın değil. Patron bugün işe gel der ama iki saat sonra bugün işler kesat evine git ben sana sadece iki saat ödeyeceğim der. İngiltere’de çalışan 30 milyon kadar işçinin 10 milyondan fazlası geçinebilmek için devlet yardımları almaktadır, olay emekçi halk açısından bu kadar kötü yani.
Türkiye solunun önemli bir kısmı AB’ye olumlu bakıyor. Onu emperyalist bir proje olarak değil de bir barış ve uygarlık projesi olarak görüyor. Bu yüzden referandum sonrası yorumlarda bu bakış açısının etkisi çok fazla. Bu bakış açısının sonucu olarak AB’den çıkalım diyenlerin hepsini sağcı ya da göçmen düşmanı vb. olmakla suçluyorlar. İngiltere’de giderek artan biçimde yerli nüfusun göçmen işçilere karşı olduğu doğrudur ama bu sorun liberal solun iddiasından çok daha karmaşıktır, ayrıca hayır oyu verenlerin büyük bir çoğunluğu göçmen karşıtı olduğu için değil, bizzat AB’ye karşı olduğu için vermiştir. Mesela yüzde 70 oyla AB’den çıkalım diyen ve bir işçi kenti olan Hull, İşçi Partisi’nin egemen olduğu bir yerdir ve BNP orada ofis açacak kadar bile insan bulamamıştı. Kuzeydeki birçok sanayi kentinde durum hemen hemen aynıdır.
Aslında olan şu; emperyalizmin derinleşen bunalımı emperyalistler arasındaki çelişkileri hızla artırıyor, aynı zamanda hızla yoksullaşan emekçiler ve orta sınıflar hızla radikalleşiyorlar ve giderek kontrolden çıkmaya başlıyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk kez orta sınıflar hem de bu kadar hızlı bir şekilde yoksullaşıyorlar. On yıl öncesine kadar en azından orta sınıfların gelir içindeki payı artmasa da azalmıyordu. Ayrıca işçi sınıfının eğitimli kesimi görece refah içinde yaşıyordu. Şimdi ise mesela ABD’de yarım milyon üniversite mezunu, çöpçülük, temizlikçilik ya da yaşlı bakımı gibi işlerde asgari ücrete çalışıyorlar. İş bulabilenlerin durumu da pek iyi sayılmaz. Mesela Londra’da ev kiraları ve fiyatlar o kadar fazla ki, doktor, öğretmen hemşire gibi meslek sahipleri bile ev kiralarını zorlukla ödüyorlar. Büyük zincirler yüzünden küçük esnaf hızla fakirleşiyor, hatta birçoğu batıyor. Özellikle sanayi kentlerinde çarşılar bir sürü boş işyeri ile dolu. Bu durum toplumun her kesimini hızla radikalleştiriyor. Bir yandan yeni kurulan SYRIZA, Podemos gibi sol partiler hızla güçlenirken, diğer yandan faşist ve gerici partiler ana akım partiler haline geliyor. Emperyalist ülkelerde, buna ABD de dahil merkez hızla eriyor.
Krizin bir diğer önemli etkisi emperyalistler arasında yaşanıyor. Herkes sorumluluğu ve yükü birbirine atmaya çalışıyor, daha önce var olan ekonomik politik konulardaki konsensüs hızla yok oluyor, egemen sınıflar arasında savaş ve otorite yanlısı politik akımlar hızla güç kazanıyorlar. Emperyalistler arası çelişkiler hızla derinleşiyor. Krizden çıkabilmek için önerilen politika demetleri, tüm emperyalistler tarafından onaylanmasına rağmen, emperyalistler arası çelişkilerin daha da derinleşmesine sebep oluyor. Bu kaosu ve geleceği okuyabilmenin yolu, emperyalizminin derinleşen bunalımını ve emperyalistlerin uyguladığı politik önlemleri analiz etmekten anlamaktan geçer. Bir sonraki yazımızda bunu inceleyeceğiz. Ama önce Avrupa’da ırkçılık meselesini ele alalım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.