7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Kürtlere yönelik büyük bir katliam yaşanıyor. Hepimizi derinden etkileyen bu yakıcı ve travmalı süreci ve gelişmeleri kavramak için, içinde yasadığımız dönemi ve olayları anlamlandırmak, sağlıklı bir perspektif oluşturmak çabasıyla Kürt siyasetçilerine, bilim adamlarına, yazar vb. kişi ve çevrelere güncel durumla ilgili tek bir soru sorduk. SORU: Kuzey Kürdistan’da Kürt şehirleri […]
7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana Kürtlere yönelik büyük bir katliam yaşanıyor. Hepimizi derinden etkileyen bu yakıcı ve travmalı süreci ve gelişmeleri kavramak için, içinde yasadığımız dönemi ve olayları anlamlandırmak, sağlıklı bir perspektif oluşturmak çabasıyla Kürt siyasetçilerine, bilim adamlarına, yazar vb. kişi ve çevrelere güncel durumla ilgili tek bir soru sorduk.
SORU: Kuzey Kürdistan’da Kürt şehirleri Türk ordusu tarafından yakılıp yıkılırken, Kürtlere yönelik bir imha süreci yaşanıyor. Çatışmalı bu durumun sonucu sizce ne olabilir? Nasıl durdurulabilir? Bütün yaşanılan bu olayların ışığında, sizce Kürt siyasetinin mevcut stratejisi ne olmalı? Yaşanan olaylar bir strateji değişikliği ihtiyacını gerekli kılıyor mu?
Akın Birdal:
Türkiye ağır bir kriz döneminden geçiyor. Tarihinde bu denli siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel bir kriz yaşamamıştı.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve geldiği nokta da yaşanan krizin büyük bir parçasıdır.
Sorunların karışık bir yumağa dönüşmesi ve çözümsüzlüğü de bir bütündür. Her biri bir diğerine bağlı. Biri diğerinin, diğeri de bir diğerine bağlı gidiyor. Örneğin savaş ve çatışma durumu, demokrasiyi, adaleti, insan haklarını ya da tersinden bunların içine düştüğü kriz, barış içinde ve birlikte yaşamının koşullarını etkiliyor.
Kuşkusuz bunda küçülen ve küreselleşen dünyada iç etmenler kadar bölgesel ve küresel etmenlerin rolü gözardı edilmemelidir. Hele de Türkiye gibi hem bölgesel hem de stratejik önemi vazgeçilmez bir ülke olunca…
Bu nedenle tarafların belirleyeceği stratejik ve taktik pozisyonlar her zaman sonucu belirleyici olmuyor. Nitekim, eğer öyle olsaydı Kürt sorununun çözümüne ilişkin Kürt özgürlük hareketinin ve en son da HDP’nin yarattığı fırsat ve olanaklar, sorunun çözümüne yardımcı olurdu.
Dokuz kez ateşkes ve çatışmasızlık içine girmiş olması, Ankara’da ve TBMM de temsil gücünü artırması ve o zeminde bir muhatap yaratması,emek ve demokrasi alanlarında önemli kazanımlar elde ederek diyalog kanallarını genişletmeleri ve yerel iktidar güçlerini çoğaltmaları ve son iki buçuk yıllık çatışmasızlığın taşıdığı olabilirlik ve umut az bir şey değildi.
Ne oldu? 7 Haziran ve sonrası sindirilmedi. Taşlar yeniden yerinden oynadı. Çünkü İttihat Terakki’nin günümüze taşınan militarist, ırkçı, tekçi ideolojik ruhu yeniden hortladı.
Çözüm, ama kendilerinin istediği gibi. Barış, ama Kürtlerin biat etmesi ile. Demokrasi, ama hak ve özgürlükleri tanıdıkları kadar.
Olmadı, neden? Çünkü yaklaşık 30 yılı aşkın ödenen bedellerin, yaşanılan acıların karşılığı bu değildi. Ve de kabul edilemezdi. Sonuçta, Kürt halkının yerellerde edindiği iktidarlar aracılığı ile kendileri ile ilgili kararların alınması konusunda ortaya koydukları irade, Ankara’nın ağır saldırılarına neden oldu. Kürdistan’da çocuk kadın ile sivil insanlara yönelik saldırılar ve kültürel dokusunda yaratılan yıkımlar insanlığın belleğinde silinmeyecek şekilde yer edindi.
İnsanlığa karşı büyük suç işlenmiştir. Açıkça savaş suçu ve soykırım suçu işlenmiştir. Er geç bu suçlar Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) de yargılanacak ve tarihin kara sayfasında yer alacaktır.
Peki, bu sonuç kaçınılmaz mıydı? Özyönetim zamanlaması farklı olabilir miydi? Kuşkusuz bunlar tartışılabilinir. Nitekim PKK üst yöneticilerinin de bu konuda bir yanılsama olduğuna ilişkin açıklamaları oldu.
Burada asıl olan Ankara’nın bugün ne yaptığının ve ne yapmak istediğinin iyi anlaşılabilmesi için, Türkiye’nin tarihini doğru okumak ve doğru anlamak gerekiyor. Yakın tarihimizde yaşanılanlar bizim için yol göstericidir. 1925, 1937-38’lerde başvurulan, “Tedip“, uslandırmakla yola getirmek, terbiye etmek yoluyla olmayınca “Tenkil” ile korku ve ibret verecek biçimde cezalandırma ve ortadan kaldırma çabaları uyarıcı olmalıdır. Son aylarda işlenen katliamlar da işte bunun bir sonucudur. Üstüne üstlük, şimdi de HDP milletvekillerini Meclis dışına bırakarak sorunları çözme sığlığı, başkanlık histerisi, rejimi hızla otoriterleşmeye gidermek de bir despotizme sürüklemektedir.
Şimdi yapılacak olan, insanlığın bizden önce bize karşı sorumluluğunu, bizden sonra geleceklere karşı da bizim duymamızdır. Bir de “Hakikat“e karşı olan borcumuzun yerine getirilmesidir.
Şimdi herkesin kendi yerinden, yeniden çatışmasızlığın sağlanması ve diyalog sürecinin başlatılmasında göstereceği ferasete bağlı.
Bizler, eski milletvekilleri, akademisyen, gazeteci ve yazarlar, 23 kişiden oluşan bir Diyalog Grubu oluşturduk. Halklarımızın özlem ve beklentileri doğrultusunda, içeride ve dışarıda kesintisiz bir çaba içinde olacağız.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Akın Birdal kimdir?
2 Ocak 1948’de Niğde’de doğdu. Ziraat Yüksek Mühendisi; Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını Gazi Üniversitesi’nde işletme alanında tamamladı. 1986 yılında kurulan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) 1986 ile 1992 yılları arasında Genel Sekreterliği’ni, 1992’den 1999’a kadar ise Genel Başkanlığı’nı yaptı. 12 Mayıs 1998’de Ankara İHD Genel Merkezi’nde iki kişinin silahlı saldırısına uğradı. Akın Birdal, saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. 1995-1996 1 Eylül Dünya Barış Günleri’nde Mersin ve Ankara’da yaptığı konuşmalardan dolayı 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1999 ve 2000 yıllarında hapse girdi. Bu mahkumiyetleri nedeniyle İçişleri Bakanlığı’nın uyarısıyla, İHD Genel Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kaldı. 1995 genel seçimlerinde Emek-Barış ve Özgürlük Bloku‘nun Mersin Milletvekili Adayı oldu. Partinin yüzde 10 barajının aşamaması nedeniyle seçilemedi. 2002 yılında yine Emek-Barış ve Demokrasi Bloku’nun Mersin adayı olan Birdal’ın adaylığı, TCK m. 312’den aldığı mahkumiyet nedeniyle YSK’ca veto edildi.
BSP ve ÖDP’nin kurucusu üyesi olan Akın Birdal her iki partide de PM üyeliği yaptı. 2002 yılında kurulan Sosyalist Demokrasi Partisi Genel Başkanlığı görevini 2 yıl süreyle yürüten Birdal, merkezi Paris’te bulunan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’na Başkan Yardımcısı seçilmesinin hemen öncesinde SDP Genel Başkanlığı görevinden istifa etti. Federasyonun başkan yardımcılığı görevini, üst üste 3 dönem, 2007’ye kadar sürdürdü.
SDP’nin Onursal Genel Başkanı olan Akın Birdal, 22 Temmuz 2007’de gerçekleştirilen erken genel seçimlerde Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili adayı oldu. 2007’de HDP milletvekili seçilmiş, seçilmesinin ardından, DTP’ye katılmıştır. 2009 Yerel Seçimleri’nde DTP İstanbul Belediye Başkan Adayı olmuştur. Cansuyu (Aykırı Yayınları, 2006), Betula Öyküler (2003), Sol Elim Ulucanlar’dan Notlar (Belge Yayınları, 2000) isimli kitapları yayımlandı.[/box]
Ragıp Zarakolu:
Çözüm sürecinde belli bir noktaya gelmişken, çözüm masası Erdoğan tarafından devrildi. Şimdi benzeri bir süreç AB ile yürütülen, demokratikleşme adımları konusunda yaşanıyor. Türkiye belli bir kırılma noktasından geçiyor. Rota, İstanbul’da toplanan son İslam Ülkeleri Konferansı’ndan bu yana belli: AB’ye karşı bir İslam Ülkeleri Birliği’nin yükseltilmesi.
Bu tablo içinde Kürtlerin yeri olabilir mi? Kürtlere tanınabilecek alan, en fazla ümmet olma hakkı. Çözüm masasının devrilmesinden bu yana, Kürtlerin ayrılma ve kendi devletlerini kurma hakkı meşrulaşmıştır.
Eşit, onurlu, özgürlükçü, paylaşımcı, birbirine saygılı bir arada olma kapısı kapatılmıştır.Bırakın ayrılmayı, özerklikten söz etmek bile, aşırı bir şiddetle yüz yüze bırakılmıştır. Kürt yerleşim merkezleri, Doksanların Kirli Savaş döneminde bile bu kadar sistemayik biçimde tahrip olunmamıştı.
Erdoğan, Esad’ın Suriye’deki rotasını izlemektedir: Ya biat ya imha…
Bu durumda Kürt halkına onurlu biçimde direnmekten başka bir yol kalmamaktadır.
Irak Kürdistan’ında da durum gittikçe kritik bir hal almaktadır. Laik Irak Kürt yönetiminin, ne Şia politikacıları ne de Sünni DAEŞ politikacıları ile birlikte var olma şansı kalmamıştır.
Bugün Irak Kürt yönetiminin bağımsızlık dışında bir var olabilme şansı kalmamıştır.
Bunda oyalanılması sadece zaman kaybıdır. Bunun gerek TC, gerek İran tarafından, gerekse Bağdat hükümeti tarafından tepki alacağı ortadadır. Güçlendiği oranda Esad rejimi de benzeri bir Kürt karşıtı bir politika izleyecektir. Ancak bölge devletlerinden onay beklemek abesle iştigal olmaktan başka bir şey değildir. Güneydeki Kürt yönetimi, İran, Türkiye ve Suriye ile nazik ilişkileri bahane ederek zaten Körfez Savaşından bu yana zaman yitirmiştir. Bölge devletleri ile hassas ilişkiler bahanesi, Kürtler arası ilişkilerin kötüleşmesine ve zaman zaman Bırakujiler/içsavaşlar yaşanmasına neden olmuştur.
Şu anda en gerekli olan Kürtlerin kendi aralarında birlik olmaya öncelik vermeleridir. Son Ortadoğu savaşları, suni olan sınırları zaten fiilen ortadan kaldırmıştır. Sömürgecilik döneminden kalma mandater haritada cetvel çizimi sınırlar çökmüştür. Artık yeni sınırların, bölgede yaşayan halkların kendi kaderlerini belirleyerek çizilmesinin zamanı gelmiştir.
Bu yeni kavganın meşruluğunu yitirmemesi için, 1. ve 2. Cenevre Savaş Konvansiyonları’nın koşullarına uyulması, sivillerin sonuna kadar güvence altına alınması ve sivil itaatsizlik ile meşru her türlü direniş yöntemlerinin kullanılması zorunludur.
Bunun yanı sıra, Kürtlerin ciddi bir soykırım, etnik arındırma tehdidi altında olduğu, özellikle gittikçe Suriyeleşen Türkiye’nin Kürt illerinin görüntüleri ile dünya kamuoyuna aktarılmalıdır.
Kürtler sadece kendi haklarını değil, bu coğrafyada yaşayan bütün etnik ve inanç gruplarının birlikte var olma hakkına sahip çıkmalı, onların koruyuculuğunu da üstlenmelidir.
Artık tarihin saati Kürt halkından yana çalışıyor. Yeter ki bu momentte oluşan koşulları iyi değerlendirerek, kendi özgür geleceklerini, diğer bölge halklarıyla birlikte, onların özerklik alanlarını da kabul edip, onaylayarak yürümeye devam edebilsinler.
Direnme hakkı evrensel bir haktır, Fransız Devrimi’nden bu yana. Ve direnmek, tüm sivil alanları da kapsadığı oranda başarılı olabilir. Kürtler ve dostlarının kalıpları aşarak, yaratıcı olmayı becermeleri gerekmektedir.
Hiçbir bahane bunun becerilemeyişini haklı ve geçerli kılmaz.
Özgür, birleşik ve demokratik bir Kürdistan’ı kurmayı başarmak, bu belalı coğrafyaya demokrasi ve özgürlüğün kalıcı bir biçimde yerleşmesi için sağlam bir zemin oluşturacaktır.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Ragıp Zarakolu kimdir?
Türk insan hakları aktivisti ve yayımcısı. Özellikle insan hakları adına yaptığı birçok yayımla bilinmektedir. Ragıp Zarakolu 1948’de Büyükada’da doğdu. Babası Remzi Zarakolu o tarihte Büyükada Kaymakamı’ydı. Ragıp Zarakolu, Türkiye’de yaşayan Ermeni ve Yunan azınlıkla beraber büyüdü. 1968’de Ant ve Yeni Ufuklar dergilerinde yazın hayatına başladı. 28 Ekim 2011 tarihinde KCK davası kapsamında tutuklandı. 10 Nisan 2012’de tahliye edildi.
Ödülleri: 2007 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, 2007 Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü, 2008 Uluslararası Yayıncılar Birliği Yayınlama Özgürlüğü Ödülü, 2011 Hagop Meghabart Yaşam Boyu Onur Madalyası, 2012 PEN Jeri Laber Uluslararası Yayınlama Özgürlüğü Ödülü, 2012 Asur Kültür Ödülü, 2012 Ayrımcılığa Karşı İLEF Evrim Alataş Ödülü.[/box]
Yusuf Ziya Döğer:
Öncelikle yönelttiğiniz soru için teşekkürler. Ben sorunuzu sosyolog gözüyle ele almanın gerekliliğine inandığım için cevaplarımı bu çerçevede vermeye çalışacağım. 7 Haziran seçim sonuçları Türkiye ve Kürtler açısından bir ilkin yaşanmasıydı. Bu seçim sonucu analiz edildiğinde; önümüze iki önemli nokta çıkartır.
Birincisi; barış ortamında, Kürt orta sınıfının tavrına yönelik verilerdir. Kürt orta sınıfının ekonomik yaşam standartlarını kaybetmeden kendisine yönelebileceği ortamın oluşmasını beklediğini ortaya koymuştur. Bu ortamı çözüm süreci denilen “çözümsüzlük sürecinde” bulduğunu düşünerek Kürt eğilimleri olan bir Türkiye Partisi’ne yönelme biçiminde olmuştur. Bu yönelimin temel argümanı ise “Kürt ama Türkiyeli kalma” düşüncesini belirlemiştir. Tutumun doğru veya yanlışlığını tartışma yerine bu sınıfın “koyun ve keçilerine” zarar gelmemesi kaydıyla kendi kimliğine yöneldiği ileri sürülebilir.
İkincisi: Savaş ortamının oluşmasıyla bu sınıfın yöneldiği Kürt eğilimli kimliğini ortaya koymanın aceleye geldiğinin belirlenmesiydi. Çünkü Kürt eğilimli Türkiye partisinin henüz devlet gücü karşısında kendisini koruma yetisinden yoksun oluşunu görme imkanı buldu. Acele davranıldığını ortaya koyan 1 Kasım seçim sonuçlarıdır ki bu sonuç, güven arayışının orta sınıf için ne anlama geldiğini ortaya koymuştur.
Çatışmalı bu durumun sonucu; devlet bu çatışma ortamını oluştururken kendi mantık örgüsü içerisinde net bir tutum belirlediğini ortaya koyarak varlığına yönelik tehdit algısına sahip olduğunu sergilemiştir. Bu nedenle devlet olmanın gereklerini bir tarafa bırakarak, örgütsel bir mantıkla halka yönelik, toptan imha sürecini başlatmıştır. Buna karşın PKK, devletin oluşturduğu bu algının ne üzerine bina edildiğini görmeyerek devletin asıl amacını fark etmeyen veriler sergilemiştir.
Devlet Şark Islahat Planları’nda bugüne kadar net biçimde Kürt orta sınıfının kendisine yönelmeye başladığı her an “tedip ve tenkil” eylemlerine başvurarak orta sınıf üzerinden bina edilecek Kürt varlığını yok etme isteğinde olmuştur. Orta sınıf üzerinden varlık kazanabilecek Kürt eşrafını/aristokrat sınıfını halk nezdinde itibarsızlaştırılmayı hedeflemiştir. Çünkü kendisine yönelen orta sınıf tutumundan yoksun bir halkın talep ve beklentilerinin, milli hedeflere yönelemeyeceği varsayımını temel dayanak olarak almıştır. Eşraf ve orta sınıftan yoksun olanların sadece günü kurtarma derdinde olacağını iyi bilen devlet, Kürdistan illerinde ve ilçelerinde 1993 travmasından sonra oluşan ekonomik gücü bu çatışma ortamıyla torpillemeyi hedeflemiştir.
Aslında bu durum devlet karşısında örgütsel mantıkla çalışan yapıların da işine gelmektedir. Çünkü onlar orta sınıf beklentilerini karşılayamayacaklarını iyi bilmektedirler. Dolayısıyla kendi etraflarında kemikleşme ihtimali yüksek olan alt sınıfı elinde tutmanın yolu olarak devlet gücünün onlar üzerine saldırtılmasıyla mümkün olacağını da iyi bilmektedirler.
Sonuçta hem devletin hem de örgütün orta sınıf düzeyinde de olsa sermayenin, Kürdistan illerinden çıkmasını bu çatışma ortamıyla amaçladığı nettir. İstenilen sonucun bugün itibarıyla gerçekleştirildiği ileri sürülebilir. Bu sonucun gerçekleşmesi sürmekte olan çatışmanın durmasında temel etken olacaktır. Ki buna ait veriler yavaş yavaş belirginleşmektedir.
Kürt siyasetinin mevcut stratejisi; Kürt siyaseti vesayet altındadır. Vesayet altında olan Kürt eğilimli siyaset ne örgütün ve ne de devletin asıl amacını görebilme becerisine sahip olmadığından herhangi bir alternatif üretmekten yoksundur. Bu nedenle halk nezdinde çatışma ortamında uğradığı prestij kaybını önlemek amacıyla kuru gürültü yoluyla günceli kurtarma derdine düşmüştür. Doğal olarak bu durum onların bir strateji belirlemelerini engellemektedir. Oysa ortaya çıkıp 7 Haziran verilerini doğru tahlil etselerdi, ki 1 Kasım seçim sonuçlarını makarna edebiyatı ile değerlendiren vekil adaylarıyla bizzat karşılaştım, alt ve orta sınıfın birlikteliğe doğru adım attıklarını görmeleri gerekiyordu. Hatta bunun eşrafı/aristokrat sınıfını da etkilemeye başladığını görerek çatışma ortamlarına kendilerini siper edip çatışmayı istemediklerini deklere edebilselerdi bugün daha güçlü bir konumda olacakları kesindi.
Strateji değişikliği ihtiyacı; Kürt siyaseti vesayet altında hareket etmekten kurtulmalı ve büyük-küçük diğer Kürt siyasetine ait yapılarla görüş alışverişinde bulunmalı. Devlet karşısında sivil bir güç olduklarını ortaya koyacak güçlü veriler oluşturmalı. Ortak anlayış üzerinden hem devleti hem de halkı etkileme yoluna gitmelidir, ki devletin bunu istemediği ortadadır. Çünkü devlet eylemlerine meşruiyet kazandırmak için Kürt siyasetini terörize ederek halk nezdinde destek bulma amacındadır.
Dünyada bu anlamda siyasal mücadele yürütmüş örnekler var. Bunlar üzerinden veriler üretilmeli ve devlet, dünya kamuoyunda yalnızlaştırılmalıdır.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Yusuf Ziya Döğer kimdir?
Bingöl/Solhan doğumlu. İlkokulu Solhan yatılı bölge, ortaokulu ve liseyi Elazığ İmam Hatip’te okudu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Öğretmenlik mesleğinin ilk on yılını özel sektörde dershane öğretmeni olarak yaptı. Sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda çalıştı. 24 yıllık felsefe öğretmeni iken nisan ayı başında görevden uzaklaştırıldı.
Yazıları çeşitli internet sitelerinde yayınlanmaktadır. Mart 2016 da Nübihar yayınlarından Şeyh Said Hareketi sonrası Pêçar Tenkil Harekatı/1927 adlı araştırma kitabı çıktı.[/box]
Faik Bulut:
Kamuoyuna “Hendek Çatışmaları” olarak sunulan silahlı direniş ve operasyonlar, aslında Ortadoğu ve özellikle Suriye’deki çok boyutlu/çok değişken melez savaşın Kürdistan bölgesine (Başur, Bakur ve Rojava) yansımasıdır. Bölgedeki savaş Türkiye’nin sınırlarını aşmış, egemenlik altındaki irili ufaklı şehirlere yansımıştır. Yeni Şafak gazetesinin popüler yazarı İbrahim Karagül, mealen şöyle yazmıştır: “Hendek savaşı değildir yaşanan. Bu, Ortadoğu’daki büyük savaşın bir parçasıdır. Bu savaşta ya biz onların haritasını çizeceğiz ya da onlar bizim haritamızı çizecekler…”
Durum vaziyet, genel hatlarıyla böyle olduğuna göre; AKP hükümeti, uzun zaman önce bu “Hendek savaşını” (veya kent savaşı) öngörüp ona göre hazırlık ve yığınak yapmıştı. Kandil’deki bir sorumlunun ifadelerine bakılırsa, “AKP, PKK gerillalarının kentlere sızmalarına ilişkin istihbarat edinmiş ancak bu sızmaları engellenememişti.” Buradan şu sonuca varılabilir:AKP, PKK örgütünü, kendi istediği zaman ve mekana çekmeyi başarmıştır. Deyim yerindeyse dar alana kıstırmak suretiyle harekete darbe vurmayı amaçlamış, bunu de belli ölçüde gerçekleştirmişti. Duran Kalkan’ın, “Devletin böylesine şiddetle halka saldıracağını hesaplamamıştık” demesi de bunun başka bir göstergesi. Keza Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır-Sur bölgesindeki yıkımı (kentsel dönüşüm adı altında) birkaç sene önceden tasarladıklarını açıkladı.
Kandil’deki sorumluları, yanılgıya düşüren şey neydi?
Bir: Örgüte bağlı yerel sorumluların yukarıya verdikleri raporlara egemen olan abartma, öznelcilik, iradecilik ve yetersizlik.
İki: Kandil’in aşını inisiyatif tanıyıp “silahlı direniş” yapmakla yükümlü kıldığı mahalli unsurları yeterince denetleyememesi ve bu alanda onların peşinden sürüklenmesi. Yeterli siyasi-askeri bilinç vermeden ellerine silah tutuşturması. Bir anlamda silah romantizminin yolunu açması.
Üç: Kobanê’deki direnişin deneyimlerini hep öznel ve taklitçi biçimde almaları; aynı deneyimin Türkiye’deki Kürt bölgelerinde bire bir kopyalama girişimleri. Oysa Kobanê’de devlet yoktu; değişken melez bir savaş vardı. Uluslararası ortam Kürtlerden yanaydı. Türkiye’de ise hem AKP özel timleri hem de kaç yıllık hınçla dolu askeri birimler, saflarını sıklaştırarak ve her türlü şiddet yöntemini uygulamak üzere hareket geçmişlerdi.
Dört: Kandil’deki sorumlular, sunulan abartılı/iradeci/öznelci raporlara aldanarak “devrimci halk ayaklanması”nın cazibesine ve romantizmine kapıldılar. Daha önemlisi, 35 yıldan fazla bir zamanda yönettikleri kırsal alandaki savaş deneyimlerini neredeyse gözardı edip, sanki Ankara’daki öğrencilik günlerinde yaşıyorlarmış gibi 1970’lerin eskimiş savaş teorilerine yapışıp kaldılar. O dönemin zihniyetinden bir türlü kopuş gösteremediler.
Beş: PKK’nin hesabı belliydi: Kentlerde silahlı direnişi başlatacak; devlet güçleri halka saldıracak ve kitleler de bu şiddet ve zulüm karşısında silahlı isyan gerçekleştirecektiler. Bu, Mahir Çayan’ın “öncü savaş” teorisidir. Doğruluğu şimdiye kadar Türkiye pratiğinde kanıtlanmamış bir tezdir. Bu yanlış bir yana; PKK halkı örgütlenmeden, uzun vadeli siyasi ve askeri yeterli bilinç vermeden kent içi direnişe uygun altyapıyı ve üstyapıyı hazırlamadan işe koyuldu. Ben direniş yapayım, kervan yolda dizilir mantığı egemendi. Sur direnişinde halk bırakın silahlı ayaklanmayı, canlı kalkan bile olmadı. Olmak istemedi. Yüksekova’da silahlı isyan için dağıtılması tasarlanan silahları halk almadı. Tersine; hızla çatışma alanlarını ya terk etti yahut devlet güçleri, yerleşim yerlerini viraneye çevirip halkı zorla göçerttiler.
Altı: Kitlelerin yaşadığı alanlarda “isyanla kolayca oynamamak lazım” kuralı gözardı edildi. On binler ve yüz binlerin yaşadığı alanlarda birkaç yüz militan veya birkaç direnişçinin çatışma talebi, sanki halkın genel arzusu ve talebiymiş gibi algılandı. Oysa isyan veya politik bir eylemde kitle çizgisini izlemenin üç ana kuralı vardır: Bilinçli ve öncü kesimin iradesinin yanı sıra halkın orta ve geri kesimlerinin ikna edilmesi şarttır. Bu ikna ve seferberlik olmadan, planlanan eylemin şansı azalır. Daha önemlisi ister silahlı ister silahsız eylem olsun, her durumda halkın yaşamı (malı, canı ve günlük faaliyetleri) korunmalıdır. Korunması zorsa, kitlenin bu işten en az zararla çıkması esas alınmalıdır. Yapılan eylem size bir kayıp verdirip on kişi kazandırıyorsa, bu doğru bir kitle çizgisidir. Bir kazandırıp 5-10 kayıp verdiriyorsa yanlış bir yöntemdir.
Yedi: Yapılacak eylem türü kitleleri ilgilendiriyorsa, mutlaka onların görüşü alınıp katılımları sağlanmalıdır. Yoksa tepeden veya dar bir öncü küme tarafından alınan kararlar hem dayatmacı olur hem de kitleyi sizden uzaklaştırır. PKK’li bazı yetkililer, kent direnişine başladığında bile, “Artık doğrusunu yanlışını tartışma zamanı değildir. Direnişe destek verilmeli, isyana hazırlanmalı” türünden demeçler verdiler. Aslında bu söylem Özgürlük Hareketi’nin klasik huyu, çizgisi haline gelmiştir. Genelde çok fazla “kararlaşma, ortaklaşma” denilir. Ardından kitlelere, halkın kanaat önderlerine, dostlarına, farklı Kürt siyasi çevrelerine ve Kürt aydınlarına sorup etmeden kararlar alınır. “Destekleyin!” diye çağrı yapılır. Bu yöntem, yanlış bir kitle çizgisidir.
Yaşananlar, büyük bir yıkımdır. Savaşı, PKK başlatmamıştır. AKP, bilinçli ve hazırlıklı biçimde bu savaşı örgüte ve HDP çevresine dayatmıştır. Bu düzlemde AKP-ordu çevreleri ittifak halinde, savaşı alabildiğine yaymak ve derinleştirmek arzusu içindeler. Sonuç kitleler için büyük yıkım olmuş: Kürt Özgürlük Hareketi’nin doğal-toplumsal barınma alanı altüst edilmiştir.
O halde ne yapılmalıdır?
A) Kürt Özgürlük Hareketi, kendi içinde geniş çaplı ve çok yönlü bir muhasebe yapmalıdır. Kitle ve kent nezdinde bozulan itibarını akılcı ve katılımcı temelde düzeltme yoluna gitmelidir. Maddi ve manevi zararlarını telafi etmeye bakmalı ama öncelikle kitlelerin kayıplarını telafi edecek yeni yol ve yöntemlere aramalıdır. Bunu yapmadığı takdirde; AKP hükümeti, evini-ocağını başına yıktığı Kürt kitlelerini bu kez maddi teşvikler yoluyla kendi yanına çekebilir.
B) Aynı hareket, diğer Kürt siyasi çevreleri, kanaat önderleri, aydınları, sol ve ilerici çevrelerle iletişime geçip değerlendirmelerine başvurmalı. Sözde değil özde ortak yapılacak şeyleri kararlaştırıp birlikte hayata geçirme yoluna öncelik tanımalıdır.
C) PKK ve HDP dışındaki Kürt oluşumları, yaşanan olumsuzlukları bencil ve karşıt bir tavırla ele almamalıdırlar. Sözgelimi “gemi batmış, mirasına konalım. Araba yolda kalmıştır, orada bırakalım veya aşağı yuvarlayalım” türünden düşünceler bencilce olmanın ötesinde tehlikelidir. Çünkü gemi batarsa herkes batacak, araba yolda kalırsa diğer Kürtler de aşağıya yuvarlanıp gideceklerdir. Doğru tavır, yarı yolda kalan arabaya omuz vermek ancak inisiyatifi elden bırakmadan özgürlük yürüyüşüne hep birlikte devam etmektir.
D) Kürt Özgürlük Hareketi, herkesi kendinden uzaklaştıran sekter tutumlar almak yerine; dostları ve müttefikleri sayılan çevrelerle diyalogu sıcak tutmalıdır. Türkiye ve dünya kamuoyunda Kürt meselesinin kavratılması ve çözümü için onlarla birlikte hareket etmelidir. Sözgelimi Batılı ülkelerde, KDP ve YNK gibi diplomaside deneyimli Kürt hareketlerinin olanaklarından yararlanmalı; yeniden masaya oturabilmeleri için Batılı yönetimlerin karar merkezlerini devreye sokmayı başarmalıdır.
E) Son söz: Mesele, aslında bir “Hendek savaşı” boyutlarını aşmıştır. Türkiye’deki AKP’nin yeşil/dinci faşizmi ile bütün Türkiye halkları (sınıf, tabaka, etnik ve inanç toplulukları dahil) arasında demokrasi mücadelesine dönüşmüştür. Kürtler, özgün taleplerinden vazgeçmeden böyle bir platformda buluşabilecek herkesle birleşmenin ve ortak mücadele etmenin yoluna bakmalıdırlar.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Faik Bulut kimdir?
1950 yılında Kars’ta doğdu. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü öğrencisiyken okulu terk etti. 1972’de Suriye üzerinden Lübnan’daki Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarına katıldı. İsrail askerlerinin bir operasyonuyla yaralı olarak ele geçirilip tutuklandı. İsrail’in FKÖ kampına yönelik 1973 Operasyonu sırasında kampta bulunan ve aralarında Bora Gözen’in de bulunduğu 8 kişilik Aydınlıkçı grup operasyon sırasında öldürülürken beş kurşunla yaralandı ve sağ olarak ele geçirildi. MOSSAD tarafından 20 gün sorgulandıktan sonra İsrail yargı organları tarafından hapis cezasına çarptırıldı. 1980’e kadar cezaevinde kaldı. İsrail’de 7 yıl 2 ay tutuklu kaldı. Yazar olarak hayatını sürdürüyor.[/box]
Mustafa Şafik:
Kuzey Kürdistan’da yoğunluklu devam eden bir savaşın sonucu olarak, şehirler yakılıp yıkılıyor, insanlar evlerini barklarını terk edip göçüyor. Kürt şehirleri harabeye dönüşmüş durumda. Devlet Kürtlerin en yoğun yaşadığı şehirlerde ve ilçelerde sokağa çıkma yasakları uyguluyor. Halka fiziki ve psikolojik işkence yapıyor. Kürdistan’da ne olursa olsun bütün olumsuzluklar ve her türlü savaşın, asıl sorumlusu elbetteki sömürgeci güçlerdir. Sömürgeci güçlerin doğasında yıkmak ve yok etmek vardır. 200 yıldan beri Kürtlere karşı yürütülen bir yok etme savaşı var. Her Kürdün bunu görmesi ve iyi okuması gerekir. Peki bu sorunun çözümü için yolla çıkmış güçlerin burada rolleri nedir? Acaba sadece düşmanı eleştirmekle sorun çözülecek mi? Tarihi, geçmişi, düşmanın karakteri, dünya politik gidişatı, hatta kendi halk gerçeğimizi dikkate almadan nasıl siyaset yapabiliriz? Dünyanın en büyük sorunu olan Kürt sorunu nasıl çözülür? Sadece düşman katliam yapıyor, soykırım uyguluyor diye sitem yaparak bir yere varabilecek miyiz ? PKK’nin Devrim Konseyi, Botan-Behdinan Savaş Hükümeti, Zap Cumhuriyeti, KNK, Kantonlar ve en son Hendek Savaşı ve yerel özerklik ilanı Kürt sorunu çözümünde hangi katkıyı sağlamıştır? Sürekli tekrarlanan bu başarısız deneyimleri, Kürt halkına dayatmanın anlamı nedir? Neden PKK yönetimi herkesi eleştirirken, niçin bir kez olsun kendi gerçeğini doğru dürüst değerlendiremedi, hatalarını görmedi?
Roma devlet adamı Çiçero’nun bir sözü vardır. “Tarihi iyi okuyamayanlar karşımızda da hep çocuk kalacaklardır” diye. Bu söz bizim gerçeğimizi ifade ediyor. Biz tarihi doğru okuyamadık, okusak da doğru sonuç çıkartıp dersler almadık. Eğer dünyadaki gelişmeleri ve insanlığın aldığı mesafeyi göz önüne getirirsek, aslında ciddi bir mesafe henüz kaydetmiş değiliz.
Elbette bu sorunun cevabı kolay değildir, başarısızlığın altında yatan siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal ve en önemlisi zihinsel nedenler vardır, ancak bunların yanı sıra süreci iyi okuyamamak, dünyanın içinde bulunduğu koşullara uygun bir politika geliştirememek de başarısız olmamızda etkendir.
Kürt siyasetinin ‘Yerel Özerklik İlanı’ ve ‘Hendek Savaşı’ bir intihardır. Bu kararı alanın ya kafası çalışmıyordur ya da politikanın P’sinden hiç anlamıyordur. Sonuç itibariyle bu savaş Kürtlerin aleyhine tamamlanmıştır. Devletin istediği de zaten bu kaos ortamının büyüyüp gelişmesiydi. Kürdistan kentleri yıkılmış, insansızlaştırılmıştır. Özerklik ilan edilmiş şehirler, orijinal Kürtlüğü muhafaza eden şehirlerdir, asimilasiyonun en zayıf olduğu yerlerdir. Savaşı büyük şehirlere taşımak, Kürtlüğü yok etme zemini yarattı. Sanırım devlet bundan sonra daha tehlikeli ırkçı politikalar uygulayacaktır. PKK, düşmanın eline koz vermiştir. Şehir savaşları Kürtlük bilincinin olduğu tüm yerleri yerle bir etmiştir.
Peki bu karar kimin kararı? Objektif olarak bakarsak, MİT bütün elemanlarını toplayıp yıllarca uğraşsa böyle tehlikeli bir planı kurmayı beceremezdi. Bu stratejinin sahipleri şöyle düşünmüş olabilirler; “Ortadoğu her tarafı kaos, her tarafı savaş, zaten insanlar bıkmış durumda, Türkiye’de ekonomik sorunlar var, AKP iktidarı adaletsizce bir sistem uyguluyor, biz savaşı şehirlere taşırsak hemen halk ayaklanma başlatır ve Irak gibi, Suriye gibi Türkiye de birbirine karışır. Dünya müdahale etmek zorunda kalır, böylece Kürt sorunu daha hızlı bir çözüm sürecine girer. Uluslararası güçler işin içine girer ve sorun Türkiye’den öte bir uluslararası sorun haline gelir.” İnanıyorum ki bu mantıkla Hendek savaşı kararı alınmıştır. Suriye ve İran’ın da alttan alta bu eğilimi geliştirme, hatta direkt katkıları olmuştur. Acaba dünya şartları böyle bir düşünme imkanı bize tanır mı? Ya da mevcut Ortadoğu gerçeği, böyle bir siyasete yaşama şansı verir mi? Ortadoğu fokurdarken ve IŞİD Suriye ve Irak topraklarında hâlâ bir tehdit oluşturuyorken, Kürt siyasetinin Hendek savaşını başlatması ve sürdürmesi doğru değildir. Erdoğan ve AKP iktidarının uluslararası arenada negatif imajları çoğalmıştır ancak Türkiye bir NATO ülkesidir. Batı dünyası için stratejik yerini korumaktadır.
Yakın tarihimize bakarsak, Güney Kürdistan’da Barzani 1945’ten beri savaş halindeydi. Son 60-70 yıldır Irak’ta Kürtler ve 40 yıldır Kürdistan’in diğer parçalarında Kürtler mücadele yürütmektedir. Ama Kürtlerin kazanılmış bir statüsü yoktur. Uzun zaman Kürtler dünyadan tecrit bir durumda yaşadılar. Hiç kimse Kürtlerden bahsetmedi. Neden? 1961-1975 yılları arasında hem Kürdistan’da hem Filistin’de büyük bir savaş vardı. Nicel ve nitel olarak Kürdistan savaşı, kat be kat Filistin savaşından daha büyüktü. Bu yıllarda Mela Mustafa Barzani’nin liderliğinde en az 150 bin Peşmerge Irak ordusu karşısında düzenli bir savaş verdi ancak Filistin sorunu dünya gündemine oturmuştu. Böylece tam 50 yıl Kürdistan sorunu, Filistin sorununun gölgesinde kaldı. Burada sormamız gereken soru şu: Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşanan gerçeklerin, dünyadaki gelişmeler karşısında konumu nedir?
Son aylarda Kuzey Kürdistan’da yaşanan savaş, Suriye’de ve Irak’ta yaşanan savaştan yoğunluklu olarak daha düşük değil. Nusaybin, Cizre, Sur, Şırnak ve Yüksekova’ da yaşanan gelişmeler Halep ve Suriye’den farklı değildir. Ancak yaşanılan bu vahşet dünya basınını pek meşgul etmedi. Peki neden? Burada iki temel neden görüyorum;
ABD ve Batı devletleri mevcut dünya gerçeğimizde dünya sorunlarının çözümünde son söze sahip olan güçlerdir. Batı’nın esas aldığı bir strateji var, sorunların önemine ve çıkarlarına göre kategorize etme durumları vardır. Eğer bir bölgede iki sorun varsa mutlaka bir soruna öncelik tanırlar. Daha önce Güney Kürdistan ve Filistin örneğinde ifade ettiğimiz gibi, ne kadar zorlarsan zorla, bu gerçeği değiştirme şansı çok zayıftır. Özelikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra bu durum daha belirgin bir hal almıştır.
Mevcut sorunlar ve sorunun sahipleri, ne kadar dünyanın politik rüzgarlarına uyumlu bir politik strateji izlemekteler? Burada bir örnek daha verirsek; Mart 1988’den Eylül 1988’e kadar 6 ay zarfında, Güney Kürdistan’da çoğu kadın ve çocuk 182 bin insan yaşamını yitirdi. Saddam rejimi kimyasal silahlar kullandı, toplu katliamlar uyguladı ancak o dönemde buna dünya yine sessiz kaldı. Kısa bir aradan sonra 1990 yılında Saddam Kuveyt’e girdi, ikinci Körfez Savaşı başladı. 1991 Birleşmiş Milletler’in 688 sayılı kararıyla Güney Kürdistan güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan edildi. İki yıl içerisinde en başta ABD ve Birleşmiş Milletler’de büyük bir değişiklik yaşandı. Güney Kürdistan partileri bu duruma paralel olarak bir politika izleyerek federal bölge ilan ettiler. Halbuki daha önce otonomi hakkı bile kabul etmiyorlardı.
Mevcut Ortadoğu şartlarında Kuzey Kürdistan’ın durumu, dünya politikalarının önceliğine girmiş değildir. Dünya görmüyor mu? Evet görüyor, neden görmezlikten geliyor? Şu an Kuzey Kürdistan sorunu raftadır. Bilinçli olarak Amerika ve Avrupa, Kürtleri gündemine almak istemiyor. Suriye ve Irak’ta kriz devam ederken, IŞİD gibi bir canavar ortada iken, Türkiye’de yeni bir sorunla uğraşmak istemiyorlar. Ne kadar zorlasak da mevcut durum devam ettiği müddetçe, Kuzey Kürdistan’ın Kürt sorununun gündeme girmesini şahsen ben beklemiyorum. Belki burada şu soru akla gelebilir; TC’ye karşı Kürtlerin mücadeleden vazgeçmesi mi gerek bu durumda? Ya da ne yapılmalı? Nasıl bir siyaset izlenmeli? Durum hep böyle mi devam edecek? Kuzey Kürdistan’ı nasıl imkan ve fırsatlar bekliyor?
Türkiye’deki Kürt siyasetinin geçmişine baktığımızda, ele geçen fırsatları doğru değerlendiremediğini görüyoruz. PKK, mücadele tarihinde iki çok önemli tarihi fırsatı yakalamış, ancak bu fırsatları doğru değerlendirememiştir. Birincisi, 1991 Güney Kürdistan Halk Ayaklanması’yla birlikte başlayan, Öcalan’in yakalanmasına kadar davam eden süreç. İkincisi ise 2011 Suriye kriziyle birlikte ortaya çıkan Batı Kürdistan’daki iktidar boşluğu. Bu iki fırsattan yararlanmayıp benzer nedenlerden dolayı büyük imkanlar kaçırmıştır. Son Hendek savaşı da bu kayıp sürecin bir parçasıdır, nasıl sorusuna gelince şöyle özetleyebiliriz;
1991’de Güney Kürdistan Halk Ayaklanması’yla beraber, Kuzey Kürdistan’da gelişme imkanı doğdu. Bilindiği gibi 1990’a kadar bütün PKK gerilla gücü 1000 kişiyi aşmıyordu. 1993’te bu sayı 15.000 gerillayı aştı. Kırsal alanda, köylerde halk desteği her yönüyle vardı. Güney Kürdistan, Doğu ve Batı Kürdistan’da ve Avrupa’da hem savaşçı anlamında hem maddi ve manevi anlamda çok gelişme sağlandı. Verilen silahlı mücadele, siyasal bir amacı elde etmek için muazzam bir zemin yarattı. Türkiye’de siyaset yapma zemini de açılmıştı ve parlamentoda bir Kürt kitlesi oluştu. PKK bu fırsatı akıllıca değerlendirmek yerine kendi ideolojik dar sinirlerinde hapis kaldı.
1993’te bir barış süreci, Güney Kürdistani örgütlerin aracılığıyla başlatıldı, ancak bu süreç gelişmedi. Hem Türk cephesinde hem Kürt cephesinde bu süreci engelleyen birçok dezavantajlı durum vardı ama bana göre sürecin boşa çıkmasının en temel nedeni Abdullah Öcalan’ın pozisyonu idi. Abdullah Öcalan o dönemde tamamen Suriye’nin denetiminde idi ve Suriye’nin onayı olmadan böyle bir adım atması asla mümkün değildi. Diğer yandan PKK , Türkiye’de gelişen Kürt siyasi hareketine (HADEP) inisiyatif tanıyarak kendini Suriye baskısından kurtarabilirdi ancak PKK’nin ve Apo’nun merkeziyetçi anlayışı buna şans tanımadı. Böylece 1994 yıllarına girdiğimizde aslında bir sürecin sonuna geldik ve ortaya çıkan imkanlarin adım adım elden gittiğini gördük. Özellikle silahlı mücadele bir çıkmaza girdi. Kayıplar gün gittikçe çoğaldı. Kuzey Kürdistan’da giderek marjinalleşen gerilla, Güney Kürdistan’a geri çekilerek daha büyük bir çözümsüzlük yoluna girdi. PKK, silahlı güçleri bu parçanın partileriyle yeni bir çatışma sürecine girdi. 1999’a kadar ters giden bu süreç Abdullah Öcalan’ın yakalanıp İmralı’ya götürülmesine kadar devam etti. Abdullah Öcalan’ın İmralı Savunması’nda önerdiği Demokratik Cumhuriyet Stratejisi PKK Yönetimi tarafından itirazsız kabul edilip uygulandı. Peki Mehmed Şener’in 1990’da önerdiği Savaş ve Mücadele Stratejisi ile Abdullah Öcalan’ın 1999 İmralı’da önerdiği Demokratik Cumhuriyet Stratejisi arasında ne fark vardı? Nasıl değerlendirirsek değerlendirelim Şener’in önerisi daha mantıklıydı.
IŞİD’e karşı verilen mücadelenin Kuzey Kürdistan halkına olumlu etkileri oldu. Özellikle Kobanê direnişi Kuzey Kürtlerine yeni bir dönem açtı ve moral verdi. HDP’nin haziran seçimlerinden başarıyla çıkmasına da etkili oldu.
Türk cephesinde de benzer durumlar yaşandı. Erdoğan da kararlarını dayattı. Davutoğlu ve bazı AKP kadrolarını zor durumda bıraktı. Hem Kürt cephesinde hem Türkiye cephesinde yaşanan bu olumsuz gelişmeler en fazla Kürt halkının canına mal oldu.
Peki sürekli tekrarlanan aynı politikalar, elde kalan aynı olumsuz sonuçlar, “Yine hata yaptık“lar kabul edilir bir durum değildir. Düşmanın hataları, sömürgecilerin düşmanca politikaları ne olursa olsun, bizim Kürt olarak doğru bir politika izlememiz gerekiyor. Biz Kürtler, ne doğru bir mücadele stratejisini izleyebildik ne de sonuç alıcı bir barış politikası tutturabildik. Bunun temel nedenleri; Şam’dan İmralı’dan Kandil’e müdahale etmek nasıl doğru bir savaş stratejisini geliştirmeyi engel olduysa, Kandil’den, Zap’tan da Diyarbakır’a, Kamışlı’ya müdahale etmek de HDP’nin yolunu kapamış, başarısızlığa uğramasına neden olmuştur.
PKK en başta Kürtlerle barışık olmalıdır, Kürtlerle yaşamayı başarmalıdır. Peki bu durumda ne yapılabilir?
Türkiye çok tehlikeli bir noktaya gelmiştir. Türkiye’de çok tehlikeli bir gericilik var. Toplumu geliştirme, dönüştürmeye imkan vermemiş, sürekli gericiliği muhafaza ederek bugüne kadar taşımıştır. AKP bu zemin üzerinde gelişti. Demokrat kesimleri kendi içinde yok ederek iktidara hakim oldu. Şüphesiz böyle bir iktidardan mucize beklemek zordur. Barışçıl bir politikada ısrar etmek, Kürt hareketinin temel politikası olmalı. PKK yönetimi dağdan dünyayı yönetme anlayışını bırakmalı, Kürtlere yakınlaşıp barışmalı. Ancak dünya şartları da Türkiye’nin uzun zaman bu halde kalmasına pek tahammül gösteremez. Suriye ve Irak biraz sakinleşirse, IŞİD’le savaş sona doğru giderse, Türkiye ve Kuzey Kürdistan sorununun gündeme girme zemini gelişir. Batı Kürdistan’da diğer Kürt partilerle ortak bir politik cephe oluşturup, bir çözüm sürecine girilir ve barıştan yana ısrar edilirse belki önümüzdeki süreçte daha iyi bir gelişme zemini yakalanır.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Mustafa Şafik kimdir?
Güney Kürdistan’ın Mizuri Jori (Yukari Mizuri) Bölgesi’nde 1968 yılında doğdu. Gençlik ve öğrencilik yıllarını Güney Kürdistan direnişine katılarak siyasete başladı. 1988’den sonra Güney Kürdistan’da Saddam rejimi tarafından uygulanan Enfal Katliamı’ndan sonra Kuzey Kürdistan Kürt mücadelesine katıldı. 2000 yıllara kadar devam etti, PKK Merkez Komite üyeliğine kadar değişik kademelerde sorumluluk aldı. Şu an Güney Kürdistan’da Kürt yurtseverlik görevlerini devam ediyor. Partide Basın ve Siyasi Danışmanlık görevlerini yürüttü. Kürtçe (Kırmanci, Sorani), Arapça, Farsça, Türkçe, kısmen de Almanca ve İngilizce biliyor. Şu anda uluslararası ilişkiler son sınıf öğrencisi.[/box]
İhsan Kurt:
Kuzey Kürdistan’da, PKK’nin 12 Eylül faşizmine karsı direnişi, ardından başlatılan gerilla savaşı, ulusal bilinç ve uyanmaya çok önemli katkılar sundu. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1990’lı yıllardan itibaren dünyada yeni güç dengelerinin oluştuğu bir dönemde, Kürdistan tarihinin en karanlık, en kirli savaşını yaşadı. Yaklaşık 3 milyon Kürt köylerini, kasabalarını terk ederek kentlere ve Türk metropollerine sığındı. Yüz binlerce kişi Avrupa, Amerika ve Avustralya’ya göç etti. Kürdistan adeta insansızlaştırıldı. Doğdukları toprakları terk edenler bir daha dönmediler ve batıda asimile oldular. Bununla beraber metropollerde Türkiye’yi rahatsız edici bir güç de oluştu.
Kürtlerin legal siyaset çabaları 1993’te DEP milletvekillerinin tutuklanmasıyla ciddi bir sekteye uğradı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıp ve işkencelerin sayısı arttı. Düşük yoğunluklu savaşın en kirli halleri aydınlar ve legal kurumlar üzerinde uygulandı.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999’da kaçırılarak tutuklanması ve yargılanma süreci, Kürtlerin yakın tarihinde çalkantılı, umutlu ama bir o kadar da muğlak bir dönemin başlangıcı oldu. Devlet utangaç bir dille Kürtlerden bahsetmeye başlarken, tutsak bir lider üzerinden şantaj politikalarıyla “barış süreçleri” yaratmaya çalıştı. Topluma bir yandan umut aşılanırken, sorunun muğlak tartışmanın ötesine geçmemesi, ciddi bir güven bunalımı yarattı. Devlet bugün bu süreçle ilgili üç maymunları oynuyor. Meşru, temellere dayanmayan, uluslararası gözlemci hukuki, siyasi kurumların dahil olmadığı bir oyalama süreci karanlık provokasyonlarla, devletin kontrolü dahilinde sona erdi. Burada Kürt tarafının da meşrulaşma, muhatap alınma adına izlediği tavizkar politikaların da etkisi var. Bir asırdan beri yaşanan, katliamlara rağmen, bugün, Türk devletinin Kürt sorununa ilişkin bir çözüm politikası yok. Bu mesele halen ulusal güvenlik kapsamında ele alınıyor. Dolayısıyla teşhisi konulmamış hastalığın tedavisi de mümkün değil. Devletin “çözüm süreci”diye tabir ettiği durum aslında, bir plasebo etkisiydi. Devlet için oyalama, PKK için Rojava stratejisine endeksli zaman kazanmaydı. Bu, dolayısıyla oyalama süreci her iki tarafın da elinde patladı. Bu anlamda öncelikle bu sorunun resmi olarak adının konulması gerekir. Ondan sonra çatışmalı durumdan nasıl çıkılır sorusuna çözüm projeleri, süreçleri kapsamında bakılır. Devlet inkar ettiği sürece, oyalamaya devam edecek.
Önümüzdeki günlerde yeniden bir “Öcalan’la görüşme” gündeme gelebilir ve buradan alınacak bazı demeçlerle Sur’da, Silvan’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Gewer’de hiçbir şey yaşanmamış gibi bir tartışma başlayabilir. Bu anlamda, çıkmaza girmiş, dili ve eli bağlanma tehdidi altındaki legal siyaseti hizaya getirme denemeleri yapılabilinir. Ardından bilinen oyun devreye sokularak tutsak lider üzerinden yumuşama demeçleriyle gündem değiştirilebilinir. Mağdur, zayıflatılmış ve ana hedeflerinden uzaklaştırılmış, duygusal Kürt dinamiği de yeniden “onurlu barış” sloganlarıyla oluşturulan gündemin bir parçası olur. Devlet tarafı da birtakım göstermelik değişikliklerle kamuoyuna yeniden plasebo etkili politikalara enjekte edebilir.
Çatışmalı durumun durdurulmasının yolu demokratik, toplumsal mücadelenin (kesintisiz sivil itaatsizlik) yükseltilmesi ile olur. Var olagelen yöntemler tıkandı. Her iki tarafın birbirlerini silahlı mücadele ile masaya oturtamayacakları kesinleşti. Kürt silahlı güçlerinin pasif duruma geçmeleri gerekir, zira “analar çok ağladi”, hele son bir iki yılda sebebi bilinmedik ölümlere çok ağladılar. 1990’larda köyler boşaltılıp yıkılırken bu kez de yanlış yapılan hesaplar, Don Kişot eylemler sonucu kentler yıkıldı, boşaltıldı. Yüzyılların insanlık mirası harabeye çevrildi. Yaşanan bu vahşet, batıda umursamazlıkla, hatta “kökleri kazınsın“ şeklinde kabul görürken, Kürdistan’da ise binlerce insanın ölümü, bodrum katlarındaki toplu katliamlar adeta “savaştır olur böyle şeyler” şeklinde sıradanlaştırıldı.
Kısacası, Ortadoğu’nun bir asır sonra yeniden yapılanmaya gittiği bir dönemde, Kürt parti ve hareketleri ciddi anlamda stratejik ve hatta ideolojik sorgulamalara gitmek zorundalar. Bunu da en başta PKK yapmak zorunda. Diğer siyasetler PKK’nin hatalarına endeksli muhalefetten sıyrılıp, toplumsal, siyasal projeler üretmek zorundalar. Demokrasi kültürünün Kürdistan’a yerleştirilmesi, ulusal çıkarların temel alındığı kurumların oluşturulması gerekir. Geçmişte kırsal, feodal aşiretler siyasete hakim iken, bugün tarihten ders almayan, sekter, partizan, lider kültü partiler siyasete hakim, dört parçada.
İletişim, kültür ve diplomasi alanında çağın somut koşullarına ve beklentilerine göre kurumların oluşturulması, Kürtler’in karşı karşıya oldukları bir görevdir.Ulusal birlik ise tarihin Kürt partilerine yüklediği siyasi ahlaki ve insani, bir görevdir.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]İhsan Kurt kimdir?
Yeni Ülke, Özgür Gündem, Özgür Ülke, Evrensel, Azadiya Welat gazetelerinde çalıştı. 1996’dan beri İsviçre’de yaşıyor. İsmet Şerif Vanlı Kürt Mirasını Koruma Derneği (AFKICV) Başkanı. Aynı zamanda İsviçre Sosyalist Partisi yöneticisi. Prilly Kent Parlamentosu üyesi. Lozan ve Neuchâtel üniversitelerinde sosyoloji, iletişim ve gazetecilik üzerine lisans ve master yaptı. Lozan Üniversitesi Kamu Yönetimi Enstitüsü’nde de “Çokkültürlü Toplumlarda Kamu İdaresi” konusunda master yaptı.[/box]
Temel Demirer-Sibel Özbudun:
Eski(meyen)/Yeni Türkiye’de barış (mı?) sorularına verilecek ilk yanıt, “barış” deyince “Gotin sar bû/Söz soğudu“ olabilir.
Evet, ne yazıktır ki “barış” sözcüğünün (ve de gerçeğinin) kirletildiği verili koordinatlarda “barış” deyince söylenebilecek bu! “Hayır” bu “barış”tan vazgeçip, “umut kestiğimiz anlamına falan gelmiyor. Biz radikal sosyalistler için sözcüklerin; ama yalnızca sözcüklerin değil, kavramların en güzellerindendir, vazgeçilmezindendir barış. Ezilenlerin, gövdesi silah tüccarlarının kârlarına yakıt edilen milyonların özlemidir, ütopyasıdır…
Ancak kavramlar arasında da en hızlı kirletilebilenlerinden birisidir. Çünkü ikircimlidir. Adına en korkunç savaşlar çıkartılmış, en iğrenç katliamlar gerçekleştirilegelmiştir. Dünyanın en kudretli silahları, “barışı sağlamak” için imal edilmiştir. Ülkeler, ülkeleri “barış adına” işgal eder, yenenler yenilenleri “barışı sağlamak” için katleder.
Bu nedenle Eduardo Galeano’nun, “Özgür olan tek şey fiyatlar. Bizim topraklarımızda Adam Smith’in Mussolini’ye ihtiyacı var. Yatırım özgürlüğü, fiyat özgürlüğü, kambiyo özgürlüğü: Piyasalar ne kadar özgürse, insanlar o kadar tutsak. Küçük bir kesimin refahı geri kalan insanları lanetliyor. Masum bir serveti bilen var mı? Kriz zamanlarında liberaller muhafazakar, muhafazakarlar ise faşist olmuyorlar mı? Kişilerin ve ülkelerin katilleri kimlerin emrinde görevlerini yerine getiriyorlar?” diye betimlediği kapitalist coğrafyalarda “barış” dediğimizde, ikinci solukta şu soruların yanıtını aramak durumundayız: “Hangi barış, nasıl bir barış?” Bu ülkede son yıllarda yaşananlar bir savaşı “barış”la sonlandırmanın zorunlu birkaç koşulunu anımsamayı zorunlu kılıyor:
Bir barıştan söz edebilmek için öncelikle taraflar arasındaki savaş realitesi kabul edilmelidir. Eğer bir taraf diğerini “taraf” olarak değil de “terörist”, “yıkıcı”, “bölücü” vb. kriminalize edici terimlerle tanımlıyorsa, olasıdır ki çatışmalar sona erdiğindeki niyeti “barış” değil, bastırma, yok etme, etkisiz hâle getirme vb’dir.
İkinci olarak, barış, denkler arasında sağlandığında “gerçek”tir. Yenen-yenilen denklemi üzerine kurulan bir barış, barış değil, bastırma, teslim alma, işgal etme, denetim altına alma, ilhak. Ya da kuvvet dengesizliğine dayalı herhangi bir ilişki biçimidir. Bir taraf “son terörist yok edilene dek” diye bastırıyorsa örneğin, onun isteği barış değil, karşısındakini tam teslim alma, boyun eğdirme, iradesini yok etmedir…
Üçüncü olarak da son zamanlarda “barış süreci” olarak tanımlanagelen müzakereler süreci, tarafların resmi ve tanınmış temsilcilerinin yer aldığı, tarafsız gözlemcilerin bulunduğu, kamuya açık, şeffaf bir ortamda gerçekleştirilmeli, her aşamada kamuoyu bilgilendirilmelidir. Taraflardan birinin istihbarat görevlilerinin diğer tarafın tutsak durumdaki lideriyle cezaevi koşullarında yürüttüğü gizli-kapaklı görüşmeler, “barış süreci”yle ikame edilemez. Bunlara baktığımızda, Kürtlerle dümeninde AKP’nin yer aldığı T.“C” arasındaki salınımlı, gel-gitli sürecin gerçek bir “barış”la sonlanacağını beklemek safdillik olacaktır. Çünkü Kürt hareketini bir taraf/muhatap kabul etmek, T.“C” açısından bir “kendini inkar”, bizatihi “raison d’etat’nın imhası” anlamına gelir. T.“C” AKP iktidarı eliyle Kürtlere verebileceğinin azamisini vermiştir: Anadilde konuşma hakkı, Kürtçe isimler, seçmeli ders, Kürtçe yayın vb… Bundan ötesini, burjuva cumhuriyeti tahayyül dahi edemez. Etmeye kalkıştığı takdirde Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında zar-zor bir araya getirilmiş, adına “Türk” denilen Laz, Çerkes, Türkmen, Kürt, Arap, Boşnak, Arnavut vb. karışımını bir arada tutmanın olanaksız hâle geleceğinin bilincindedir çünkü. Yani bu, T.“C” açısından bir “güç” sorunundan çok, bir “varlık/yokluk” sorunudur…
Kürtler açısından ABD-AB-Rusya vb. herhangi bir “dış” gücün T.“C”yi Kürtleri bir siyasal kendilik olarak tanımaya “ikna” etmesini beklemenin de bir safdillik olduğu, son dönemlerde yeterince açığa çıkmıştır sanırız. “Dış” güçlerin Türkiye’den beklentileri tükenmiş değildir; tükeneceğini beklemek de anlamsıza yatırım yapmaktır: Uluslararası ilişkiler, hele ki bu neo-liberal kör ve çılgın rekabet çağında “ilkeler”e değil, pragmatik hesaplara dayanmaktadır. IŞİD’e karşı PYD’yi destekleyen ABD’nin “Suriye’de özerk bir Kürt oluşumunu tanımayacağı”nı ilan etmesi, bu pragmatizmin dumanı üzerinde göstergesidir.
“Barış” için devletle “diyalog” mu deniyor? Yapılması gereken ilk şey, devletin ne olduğunu “amasız, fakatsız” ortaya koymaktır!
Bu konuda, “Devletin egemenlik biçimleri değişebilir: Sermaye, iktidarını, sahip olduğu bir biçimde şu yolda, bir başka biçimde bu yolda ortaya koyar -ama esas olarak, ister oy hakkı ya da öteki haklar olsun ya da olmasın, ya da ister cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet olsun ya da olmasın, iktidar sermayenin ellerindedir- aslında ne denli demokratik olursa, kapitalizmin yönetimi o denli kaba ve o denli vurdumduymaz olur. Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiç bir demokratik cumhuriyet, hiç bir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez” der V. I. Lenin, 11 Temmuz 1919 tarihinde Sverdlov Üniversitesi’nde verdiği bir derste…
Yapılması gereken ikinci şey: Diyaloğun ne olduğunu“eğip, bükmeden” kavramaktır!
“Diyalog, insanlar arasındaki yüzleşmedir ve dünyayı adlandırmak için dünya aracılığıyla yaşanır. Bu nedenle dünyayı adlandırmak isteyenlerle bu adlandırmayı istemeyenler arasında – öteki insanlara kendi sözlerini söyleme hakkını tanımayanlarla bu hakları ellerinden alınmış olanlar arasında- diyalog oluşamaz. Temel hak olan kendi sözünü söyleme hakkı inkar edilmiş insanlar, ilk önce bu hakkı yeniden kazanmalı ve bu insandışılaştırıcı ihlalin sürmesini önlemelidirler” der Paulo Freire…
Yapılması gereken üçüncü şey de: Politika sözcüğünün “ikili oyun” anlamına geldiğini unutmamaktır!
Sürdürülemez kapitalizmin bu oyununa ilişkin, “Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir” der Eduardo Galeano…
“Yasal” veya “hukuki” denen her şeyin, “eski(meyen)/yeni Türkiye”de, bu üçlü saç ayağı üzerinde yükseldiği asla unutulmamalıdır.
“Eski (meyen)/yeni Türkiye”de bir zamanlar Nazi Almanyası’nın başındakiler gibi, “Biz hukuk devletiyiz” deseler de, “hukuk(suzluk)ları”na sığınarak cürümlerini “yasal”(?) kılıyorlar. Hatırlatalım; köle sahibi ve köle olmak da hukukiydi! ABD’nin Irak’ı işgali de hukukiydi! Meclis kararıyla Deniz Gezmiş’lerin, Erdal Eren’lerin devlet tarafından katledilmeleri de hukukiydi! Nükleer santraller inşa edilsin diye antlaşmalar imzalamak da hukuki! Bu “hukuk(suzluk)la”, neyin diyaloğu söz konusu olabilir? Veya “barış”ı bunun neresine koyabilirsiniz?!
Bilin ki devlet adına konuşanlar, “Biz hukuk devletiyiz” deyip, “barış”tan söz etseler de; bu hemen angaje olunmaması yani kayd-ı ihtiyatla ele alınması bir hâldir.
İfadeye gayret ettiklerimizden saldırı altındaki her şey gibi Kürtlerin ve HDP’nin yanında, onlarla dayanışma içinde olmadığımız sonucu çıkarılmasın. Lakin dayanışma, yanlışlara göz yummak değildir. Radikal sosyalistlerin, devrimcilerin, başkaldıranların alkışlamak yerine eleştirmeleri daha doğrudur.
Evet “doğu”da Kürt halkının özgürlük için direnişi, mücadelesi müthiş bir önem taşımaktadır; bundan hiç kuşku yok. Bu isyan, “batı”daki, emekçilerin eşitlik mücadelesinin önünü açabilecek değerleri içermekte, barındırmakta ve bunları -gerçek bir kardeşleşmenin emekçilerin elinde kurulabileceği- geleceğe taşımaktadır.
Bu değerleri reel-politiker ya da pragmatik kaygılarla gözardı etmek, yok saymak; hiç kuşku yok ki hem “doğu”daki, hem de batıdaki “eşitlikçi, toplumsal adalete dayalı” kardeşlik olasılığını bugünden yok etmek olur.
Çünkü ne batı (yukarıda dile getirilen eleştirilerin de ifade ettiği üzere) arındırılmış, “saf” bir “sınıf sorunu”, ne de doğu (direnişin eşitsizliği, Kürt toplumunun bütününü harekete geçirebilmedeki yetisizlik -örneğin Diyarbakır’da Dicle mahallesinin Sur’a kayıtsızlığı) sınıfsallıktan soyutlanmış bir “kimlik” sorunudur. Batı çürüme ve “kimlik (sizleşme)”den, Doğu ise “sınıfsal bölünme ve çelişkiler”den maluldür. Dayanışma, bu zaaflarını aşmada önemli bir etken olacaktır.
Hayır! V. I. Lenin tarafından “Kî wekhevîya netewan û zimanan nasnake û neparêze, kî li himber her cûre zext an newekhevîyên netewî şer neke ew ne Marksîst e/ Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa o Marksist değildir” biçiminde formüle edilen görev(ler)imize sırt dönmemiz mümkün değildir!
Kürt meselesinin, ya büyük bir toplumsal adalet mücadelesiyle ya da bağımsız birleşik Kürdistan yönelimiyle çözüleceğinin altını çizen; bu iki seçeneğin de birbirleriyle ilintili olduğundan ve “ara çözüm”ün mümkün olmadığını açık açık beyan eden radikal sosyalistler olarak, Kürt halkının kendi yazgısını belirleme hakkı, komünistler için tartışma ve eleştiri dışıdır. İmha savaşına karşı Kürt halkının yanında olmak her daim görev(ler)imizdir. Ancak bunun böyle olmasın, yani gündem ortaklığı; görüş ve tutum ortaklığı anlamına gelmez ve gelmiyor da!
O hâlde Nâzım Hikmet’ce, “Ben yine söylüyorum/ aynı şarkıları/ Döndürmedi rüzgar beni havadan toprağa/ ben kattım önüme rüzgarı” diyebilenler için, “Kaybedildi” denilen bugün, çoğunlukla kazanılmış bir gelecektir şu haberin muştuladığı üzere:
The Guardian’da yayınlanan Diyarbakır Sur izlenimlerini aktaran Constanze Letsch imzalı haberde, adı Aynur olarak verilen bir ilkokul öğretmeni “Kayıtlı 800 öğrencinin üçte biri okula gelebiliyor. Sınıfımdaki çocuklar, PKK’nin gençlik yapılanmasına sempati duyuyor. Teneffüslerde ‘barikat savunması’ oynuyorlar. Öğrenciler doktor ya da mühendis değil, gerilla savaşçısı olmayı hayal ediyor” diyor! “Çözüm” deyince; bu her şeyi anlatmıyor mu?
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Temel Demirer kimdir?
Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… 54 tevellütlüyüm. Kemal’den olma, Necla’dan doğmayım. Çorum Kale Mahallesi nüfusuna kayıtlıyım. Okur yazarım… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım. Temel Demirer’in Türkiye’de yayınlanmış çok sayıda kitabı var. Kitaplarıyla ilgili bilgiyi şu linkten edinebilirsiniz. http://temeldemirer.blogspot.fr/2012/11/hakkinda.html
Sibel Özbudun kimdir?
1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmakta.[/box]
Engin Sustam:
Neden bu coğrafya sürekli bir biçimde şiddetin temel katmanlarını barındırıyor ve nasıl bir biçimde bu şiddet toplumsallaşıyor, sanırım tarihi bir kısa okuma yapmadan ya da yeni öznel politikliği analiz etmemek sorunuza vereceğim cevabı eksik bırakacaktır. Ondan belki de bütün Ortadoğu’yu ilgilendiren ama küreselleşen Kürt direnişini (bir sorun olarak değil, keza Türkiye’de daha çok Türk sorunu var), Mısır ve Seyid Kutb geleneğini okumadan, DAİŞ’in şiddetini İbn Haldun’a bakmadan, Rojava Devrimi’ni (Suriye savaşını) iyi analiz etmeden anlayamayacağımızı söylemeliyiz. Ama aynı zamanda bu eril Selefist cihatçı şiddetin araçlarının aynı zamanda AKP’nin iktidara geldiği dönemden uzak okuyamayacağımızı, bu mekanizmanın Hamit Bozarslan’ın inatla söylediği gibi 1979 Afganistan İşgali’nden uzak ele alınamayacağını, küresel şiddetin boyutlarının buralarda saklı olduğunu söylemek de gerekir. Kürdistan’da savaş bu uzun erimli ama yerel dinamiklerinin devamlılığı ve devamsızlığı etrafında örgütleniyor.
Clausewitz, Savaş Üzerine başlıklı çalışmasında şunu der: “Savaş çok genişletilmiş bir düellodan başka bir şey değildir”. O halde savaş çok genişletilmiş de olsa statü bakımından “eşit” olan güçler arasında ortaya çıkabilecek bir çatışma durumu, bir olay gibi okunurken biz burada tam tersine iki türlü ve eşitsizlik durumundan kaynaklı bir savaş ve karşı-savaş siyasetinin ortaya çıktığından bahsedeceğiz. Kürt Hareketinin, gerillacılığının ya da ulusal savaşının, devletin nezdinde uzun yıllar “terörizm” olarak kabul gördüğü (ki hâlâ öyle) zamandan farklı olarak Kürtler Rojava’da bir bu kabulsüzlüğü alt üst ettiler, ki bu durum işte tam da, Ortadoğu’da devletin ve şiddetin zor rejimlerinin ontolojik krizini yarattı dersek yanlış olmaz gibime geliyor.
İlkin gündemi etkileyen böyle bir soru için teşekkür ederim. Bildiğiniz gibi AKP hükümeti ve Erdoğan’ın şahsında yeni bir savaş konsepti Kürtler üzerinden 7 Haziran seçimlerinden önce devreye sokuldu ki Barış Süreci hükümetin kendi iç klikleri ve hegemonya aktörleri tarafından bitirildi. Toplumsal barışın ve siyasal olarak Kürdistan kalıcı bir toplumsal siyasal ortaklaşmanın önüne geçen bu kararı belki de açmak gerekecektir. Keza siyasal olarak şu an Ortadoğu’da ama özellikle Suriye savaşı sonrası durumu açıklamadan bu sorunun cevabının ben eksik kalacağını düşünüyorum. Sosyal bilimler de çatışma ve direniş hareketleri üzerine çalıştığınızda belirli dinamiklerin mikro-sosyolojik okumasını dikkate alırsınız. Türkiye’de Gezi Direnişi ve Batı Kürdistan alanında ki Rojava Devrimi bunlardan sadece bazılarıdır.
Özellikle 2013 itibariyle Türkiye’deki devletin iç hegemonyaları arasında ki çatışma ve devleti ele geçirme mücadelesi, toplumsal alanda artan siyasal ve sosyal baskı mekanizmaları, yeni neoliberal İslami kapitalin Kemalist paradigmayı alt üst ettikten sonra geliştirdiği tahakküm siyaseti bugün ki Türkiye siyasetini ve hükümetin Kürdistan’da estirdiği savaşın siyasal kodlarını açığa çıkarıyor. Simdi buradan farklı bir noktaya değinerek gitmek gerekiyor diye düşünüyorum. Burada aslına birçok kesişen alan ve nokta var değinilmesi gereken, yukarıdakilere ek olarak. Daha önce belirtmeye çalıştığım gibi, devlet içi hegemonya savaşı, Türkiye’nin dış siyasette kaybetmesi, iç siyasette agresif bir yöntem üzerinden çatışma kültürüne odaklanması (Demokratları, Kadınları, Kürtleri Alevileri Ermenileri Solcuları hedef gösteren otoriter-ırkçı siyasetin işlenmesi, ki peşi sıra bundan kaynaklı Gezi Direnişi doğuyor), içte farklı mikro dinamiklere karşı estirilen baskılar (LGBTİ, Kadınlar, göçmenler, gecekondulular vs.), tecavüz vakalarına karşı kadın hareketinin geliştirdiği direniş, yolsuzluk ve operasyonlara karşı alınan pozisyon, ama bunların ötesinde özellikle Kürtlerin Rojava Devrimi sonrası kazandığı küresel empati ve kazanımlar, Türkiye Kürdistan’ında Kürtlerin kendi kendini yönetme talebi doğrultusunda gelişen özyönetim ilanları ve baskıya karşı müthiş bir hafızaya sahip yeni kuşağın direnişinin (Özelikle Cizre Sur ve Nusaybin önemli) yarattığı toplumsal ayaklanma biçimleri ve farklı dinamiklerin “Edî besê” ya da “Artık yeter” diyen isyanların toplamında karşımıza totaliter ve her boyutta otoriter bir yönetimselliğin çıktığını gördük. Bu süreç her halükarda bizi örneğin Barış için Akademisyenler bildirisini imzalamaya götürdü, keza biz bütün Türkiye Kürdistan halklarının özgürleşmesini ama aynı şekilde savaş siyasetinden vazgeçilmesini talep ediyorduk. Yine bu meseleye yoğunlaşmak için yakın tarihe 1990’ların “kirli” hafızası olan gözaltında kayıpları ya da faili meçhul cinayetlere, onun savaş ve şiddet dilinin Kürt toplumsal hafızasında yarattığı ize de bakmak gerekir. Keza dönemin travmatik izleri sonraki dönemin savaş siyasetinin bilinç altı katmanlarını oluşturuyor.
Yani burada özellikle son zamanlar da Silopi Cizre ve Sur’daki ırkçı duvar yazıları, bir istisna hali gibi sadece durmayan genelleştirilmiş bir şiddet yönetim ahlakının da devamı olan Kürdistan’ın dünyaya kapatılması, totaliter ahlakın yeniden devreye sokulmak istenmesi Kürtlere ve muhaliflere karşı bir savaş siyasetinin geliştirildiği gösteriyor.
HDP’nin 7 Haziran başarısı, Kürdistan’da AKP hükümetinin toplumsal dinamiklerini (asker korucu ve polis dışında) neredeyse yok etmişti. Zaten biraz da bu başarı, kazanım hükümetin organlarında kriz yarattı ve “sivil bir darbe” yaşandı. 7 Haziran seçimleriyle birlikte ve bu darbe askeri vesayetten sivil İslami vesayete geçti dersek yanılmış olmayız. Ama her halükarda bu iki vesayet rejimi arasında sürekli ulusal ve kemalist damar üzerinden birbirini kollayan bir ilişkisellik var. asker devrede değil (savaş hariç) hükümet bir güç ve otorite olarak konuşan özne konumunda. Simdi akademisyenler, gazeteciler, avukatlar, öğrenciler meselesinde olduğu gibi (ki birçok kişi cezaevinde), bunun üzerine yazan çizen konuşan her entelektüel, muhalif, Kürt, Alevi, Ermeni (Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi) hükümetin, sivil faşistlerin hedefinde. Bu İslami ve ulusal güç birliği, dili tam da bir idare biçimi olarak toplumu kamplaştırarak, olağan üstü rejim hafızası yaratarak, Schmitt’in zamanında söylediği gibi bir istisna halinde olan tahakkümü genelleştirmek istemektedir. Şu an Türkiye’de kurumsal güç ayrımcı bir dille birlikte algılarımızla oynayarak, “yurttaş” ya da “uyruk” ayrımına giderek, “hain ve iç düşman” söylemine yeniden hatta hiç terk etmediği bu dile yeniden geri dönerek toplumu tasnif ve tenkit ediyor. Yani herkesi nüfus rejimleri, savaş siyaseti ve dinamikleri üzerinden cemaatleştiriyor ya da damgalıyor.
Bu yeni baskı rejimi pratiğinin en tehlikeli yanı, belki de 1990’lardan beter daha geriye 1915 Ermeni Soykırımı pratiğinden farklı olmayan yeni bir soykırım sistemine yöneldiğimizi göstermesi oldu. İslami sermayenin ve Selefist ahlaki siyasetin yedeğinde ilerleyen bu savaş siyaseti belirli toplumsal “rızalar” üzerinden işledi. Ama ben bu durumu dünyadaki krizden farklı okumuyorum, yani aslında Kürdistan üzerinde ya da Suriye alanında yaşanan göçmenler krizi ve savaş kültürü, genelleştirilmiş bir yönetim kriziyle Avrupa’ya da taşındı, özellikle son Paris saldırılarında gördüğümüz gibi. Bu küresel bir krizin yeni aktörleri cihatçı radikal gruplar, ki bunlar ideolojik şiddet vizyonları etrafında bir “zor rejim” (Hamit Bozarslan’ın Lüks ve Şiddet kitabında güzel analiz ettiği gibi) pratiği yaratmak baskı kültürü oluşturmak, erkek egemen bir söylemin toplumsal tahayyülünü işler kılmak istiyorlar.
Dünyada küresel sahnede seyreden yeni tahakküm biçimlerine ve iktidarın biyopolitik kontrol mekanizmalarına rağmen görüyoruz ki Kürdistan’da yeni direniş alanları gelişiyor ve hatta bunu hafızayı yoklamak için 1921-1927 ve 1938’den uzak okuyamayız. Keza aynı siyasal devletin farklı organlarının yeni bir baskı ve soykırım rejimine yaslanan yönetme biçimine eklendiğini söyleyebiliriz. Aslında belki de bu anlamıyla Kobanê direnişinin etkisi Kürdistan’daki müthiş hafızası ve nefret kültüründen beslenen DAİŞ gibi “zor rejim” şiddeti dahilinde ki örgütlenmelerin birden farklı selefçi devletlerin organlarıyla kurduğu ilişki şuan ki totaliter rejim pratiklerinin boyutunu daha iyi açıklıyor. Tahammülsüzlük ve kibir üzerinden devletin bütün organlarının şiddete eklemlenmesi, Kürdistan’da intikamcı siyasetin kan ve nefret üzerinden beslenmesi, bize siyasetin Türkiye de hangi boyutlarda bir disiplin modeli ve baskı dinamikleri yarattığını gösteriyor. Dediğim gibi biz ne yazık ki bu kültürel devlet hafızasını Ermenilerden, gayrimüslimlerden, Alevilerden ve başından Kürtlere yönelik tehcir ve tebdil siyasetinden bildiğimiz için, derin devlet değil devletin kendisi olan bu organın hangi boyutlarda 1990’lardan beter ama 1938’i hatırlatan bir katliam ve soykırım siyasetine giriştiğini Diyarbakır, Suruç ve Ankara’daki intihar saldırılarından sonra daha iyi gördük. Keza Türkiye Suriye savaşından beri Selefist cihatçı grupların savaş sahasına dönüşmüş durumda, devletin barış sürecini bitirmesini sağlayan da belki de Sünni ve erkek olan bir yönetimin bu eril siyaset biçimine olumlu bakmasıdır. MİT’in raporuna göre, geçen gün gazetelerde yayınlandı, 20 bin üzeri bir DAEŞ sempatizanı ve milisi şuan Türkiye’ye yerleşmiş durumda. Silopi, Cizre ve Sur’daki duvar yazılarına baktığımızda, Esedullah Timi gibi aslında yeni olmayan derin devlet parametrelerinin devreye sokulmasının “Hendeklerle” alakası olmadığını, zaten bu savaş siyasetinin bundan çok önce alınmış bir karar olduğunu görünür kılıyor.
Suriye savaşı ve Kobanê direnişi sırasında Selefist şiddetin eril aktörleri olan cihatçıların kullandığı görselliğin hiddeti ve nefretin siyaseti tamamıyla sosyal medyaya üzerinden yayılırken Kürt hareketiyle barış sürecinde olan bir hükümetin, Kürtlerin damarına basan konuşmalar, söylemler geliştirmesi, linç kültürünün bütün batı alanında klasik boyutta Kürt işçileri göçmenleri hedef alması, sanırım belki de Kürtlerde farklı direniş kararlarının alınmasını sağlayan çok da sosyolojik durumlardı. Hükümetin agresif şiddete dayalı dili bir korku rejiminin yaratılmak istendiğini gösteriyordu bunu Kürdistan’da militarist boyutta, kalekol inşaatlarında ya da bir çok ırkçı propaganda alanlarında gözlemlemekteydik. Bu baskı ve toplumsal travma yaratan polis şiddetinin gündelik boyutları, her gün saldırı ve intihar bombalarıyla, katliamlarla yüz yüze kalmak devlet için bir kontrol ve tahakküm aracı olarak ele alınsa da makro ve mikro düzeydeki devletçi ve İslami iktidarın mevcudiyetini de sağlamlaştırıyor. Keza bu iktidar korku, nefret ve agresif bir saldırganlık siyaseti üzerine kuruludur.
Çok uzattığımın farkındayım ama yukarıdaki dinamikler sosyolojik tespitler sanırım açıklanmadan şu an ki Türkiye’yi Kürdistan’daki savaşı ve Kürt hareketinin yeni konumunu anlamak pek mümkün değil. Tabi burada şunu şerh düşmek isterim, bu meseleye ideolojik bir cepheden, yeni baskının kodlarını anlamak ya da yeni Kürt öznelliğini kavrayabilmek için konuşuyorum. Tahir Elçi öldürüldüğünde aynı günün ertesinde Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde bir konferans yapılacaktı “Özyönetim, radikal demokrasi” üzerine, Hukuk Fakültesi’nde. Rektör konferansı iptal etmişti ve biz de öğrencilerle bahçede bunu gerçekleştirdik, bayağı kalabalıktı. Etraf özel tim ve kamera doluydu, düşünün robokoplar eşliğinde bir konferans yapılıyor ve “dilinize” dikkat kesen kameralar eşliğinde konuşmaya çalışıyorsunuz. Oradaki baskıyı anlatmak, en ufak olan bu şeye bakmak Kürdistan’da nasıl bir savaşın geliştirildiğini gözler önüne sermeye yetiyor aslında; ki o konferansa katılan, dehşet boyutta sorgulayan yeni kuşaktan birçok öğrenci sonrasında Sur, Cizre’de sivil yardım için gitmelerine rağmen militer güçler tarafından katledildiler. Bu artık sizin belki de hafızanızın kabullenemeyeceği başka bir boyutu verirken, yaratılan şiddetin neden bir böyle direnişçi bir kuşak ve bedel ödeyen gençlik ortaya çıkardığını da anlatıyor.
Hendeklerle adlanan YDG-H ve YPS kuşağı 1990’ların savaşı içinde doğup hayatlarının bütün döneminde şiddete, baskıya, militarizme ve Kürtlerin aşağılanmasına maruz kalmış bir kuşağın hafızasına sahipler. Bizden daha radikal bir kuşak değil, daha güçlü müthiş bir savaş karşıtı enerjiye ve direnişe sahip, fedakar, bugünün baskı yasalarını konformist konumları reddeden, aslında yasayı ve yasanın tahakküm gücünü ihlal edenlerdir. Radikallik her duruma mahsus bir tespit. Ondan bizden daha radikal bir kuşak doğuyor lafı yanlış, bizim konformist dünyamızın dışında daha direnişçi kolay kabullenmeyen, daha çok eleştirel ama karşı-şiddetin pratiklerini kullanan başka bir kuşak doğuyor dersek yanılmayız. Bu durum erkeğin tecavüzüne maruz kalan kadının erkeğe karşı kullandığı “meşru” savunmanın boyutlarından farklı değil gibime geliyor. Bütün sosyalbilimler tarihine baktığınızda iktidarın şayikleriyle sosyoloji yapanlar ve iktidarın dışında kalanlara “çalışan” sosyolog, antropolog vs. görürsünüz. Bunların bazılarının dikkate aldığı örneğin Pierre Clastres’da devlete karşı toplumsalın devletsiz konumu ve direnen boyutları ya da Foucault gibi iktidarın hangi biçimlerde bizi disipline etmeye meyilli kodlar, yasalar çıkardığı analizler aslında tam da sistemin dışına itilen, esamesi okunmayanlara dair belirli ibareler ve tespitler barındırır. Benim de dikkate aldığım direnenlerin yatay öznellik konumları, yeni Kürt öznelliğinin bayatlamış klasik Kurdi okumaları da değiştiren boyutu. Kürdistan da yeni bir kuşak doğdu ve bu kuşak bütün okumalarımızı tamamen değiştiriyor. Kadın hareketi, özyönetim ilanları, ekolojik direnişin boyutları (Jiyana Ekolojîj, Jîngeh grupalrı gibi) ve hendeğin çocukları gelenekçi siyasetin taşlarını çoktan yerinden oynatan bir başka müşterek siyasetin içindeler. Çocuklardan kadınlara kadar her öznenin dahil olduğu hendekler siyaseti Kürt coğrafyasında belki de post-PKK kuşağı diyebileceğimiz yeni bir hafızayı ortaya çıkarıyor.
Bu kuşak eski kuşağın anlatılarından gerillacılıktan uzak değil, ama yeni kodlar direniş biçimleri üzerinden kent alanında etkili bir kuşak. 1990’larin sömürgecilik anlatısıyla, savaş hikaleriyle büyümüş bu kuşağın, polis ve asker şiddetiyle büyüdüğünü, belki de en çok bundan dolayı özyönetim alanlarının yeni aktörleri olmalarının kaçınılmaz olduğudur. Burada karşı-şiddet dinamiği dediğimiz şey, siyasetin içeriden bir hegemonya aracı olarak değil, devletin ve aygıtlarının makro şiddetine karşı “meşru savunma” aracı mikro boyutta olarak ele alındığıdır.
Bu durum hem devletin tahakkümüne karşı, hem de bütün Kürdistan’ın genelindeki siyasanın boğucu yapısına karşı işte bu yeni Kürt öznelliğini ortaya çıkardı. Kürt siyasi hareketinde de direnişin boyutları değişti, kırdan kente yönelen kentli olan başka bir “isyan” biçimleri şu an görüyoruz. Ondan diyebiliriz ki, devlette ve Kürt siyasi hareketinin direnişinde 1990’lara dönüş zaten yok. Devlette devamlılıkla devam eden tahakkümü sağlayan yeni İslami-kapitalist yasa ve şiddet pratiği var, ve bu köklü değişim şu an ulusalcı Ergenekon cephesiyle de iç içe geçmiş gibi gözüküyor. Ve daha açık ve hatta çıplak bir biçimde gözümüzün önünde cereyan eden bir linç, umursamazlık, göçmen ve yenilenen klasik Kürt fobisi ise bu yönetimin yeni idare etme sanatıdır dersek yanılmayız. Daha açık söylersek nasıl ki Kürt siyasi hareketinin mücadele dinamiği ve etkinliği değişmiş klasik örgütlenmelerden kent yatay örgütlenme ve özyönetim tekniğine geçilmişse; devlet de şu an Kürtçe’ye ya da Kürtlere yasak koymak yerine bunun tersine kendine muhalif olan bütün anti-kolonyal Kürtlere (AKP içindeki sisteme endeksli Kürtleri ise dikkate alabileceğimizi pek sanmıyorum) “ders” vermek isteyerek hareket ediyor. Devlet şu an şunu diyor “Size kendi dilinizde ağıt yaktıracak acının ibaresini öğreteceğiz”.
Bu klasik egemenlik koşullarından başka türlü bir tahakkümün biopolitik egemenliğin içine geçtiğimizi işaret ediyor. Devlet nefretle, gerginlik ve agresif siyaset diliyle yönetmeyi yeniden öğreniyor. Burada Kürtler rıza göstermediği ve “arıza” çıkardıkları için olsa gerek (ilkin Rojava’da Kobanê’de), devlet ilkin yasanın güç dengesini burada Kürtlerin isteklerini (özgürleşme, barış, özyönetim) terörize ederek kurmaya çalışıyor. Devlet Kürtlerle uğraşarak toplumun iradesini kırmaya, Kürtler üzerinden kaybettiği iktidar tertibatını yeniden onarmaya denemektedir. Son süreçte hükümetin diline yerleşen olağan devlet modeli, bir egemen olarak, kendisini hukuk düzeninin içinde konumlandırıp yasayı kontrol edip, diğer yandan istediğinde yasayı ihlal etme yetkisine sahip olduğunu Kürt coğrafyasındaki pratiğiyle göstermiş oluyor. Mesela HDP seçilenlerinin Cizre’ye sokulmaması, Cizre belediyesi eş başkanının görevinin lağvedilmesi, HDP’li vekillere yönelik mecliste linçler ve dokunulmazlıkların bütün ulusal partilerin el birliğiyle onaylanması, Türkiye’de şu an Kürtlere, Ermeni, Alevilere ve her türden diğer muhaliflere karşı nasıl bir siyasal-toplumsal baskının oluştuğunun en basit örnekleri olsa gerek ki sokaktaki linçlerden, nefretten ise bahsetmek istemiyorum.
İşte belki de bunların hepsinin toplamında en son şeyi söylemek gerekir. Devlet Kürtlerin özgürleşme ve kendi kendini yönetme hakkını kabullenen sürece geri dönüp, savaş ve gerginlik siyasetini terk etmek zorundadır. Barışın yeniden tesisi için tam da akademisyenlerin söylemeye çalıştığı gibi toplumsal travmayı iyileştirecek, Kürdistan’daki militarizmi bitirecek başka bir anti-hegemonik dilin kurulması şart. Devlet ve organları rızanın eşiğinde işledikleri Kürtlere yönelik efendi-köle ilişkisinden vazgeçip, lütufçu dili terke edip, barış masasına dönmek zorundadır. Keza bu eril siyaset sadece onun sonunu getirmiyor, onarılmaz olarak halklar arasındaki düşmanlığı da körüklüyor. Türkiye hükümeti devlet gücü olarak karmaşık bir kurum olarak, etrafı sarılmış bir kamp rüyasından, toplumu kamplaştırmaktan, yeniden oluşturduğu iç ve dış düşman siyasetinden, tasarlanmış yüce millet gibi arkaik nutuklardan, kaygı ve gerginlik yaratan otoriter hegemonya ikliminden vazgeçmek zorundadır. Eğer gerçekten halklar arasında bir ortaklaşma ve barış söz konusu olacaksa sanırım, siyaseten ve vicdan olarak bu savaşı durdurması gereken yer bellidir, muhatap olarak devletin kendisidir. Kürtlerin ve Kürt siyasal hareketinin direnişinin haklı boyutu (burada bence sadece intikamcı siyaset eleştirilmelidir) anlaşılmadan konuşmak sanırım sadece konformist vicdanımızla alakalı olsa gerek.
Kürt alanına dair ise, Cizre ve Sur katliamları hâlâ eğer bir Halepçe gibi okunamıyorsa burada ciddi politik sorun var diyebilirim. Devletin (derin ya da açık) bir sekliyle toplumsal hafızaya müdahalesi olan, kriz dönemlerinde genellikle fiziki olarak ortaya çıkan şiddet pratiği devletin ödevi olan bir şey de olsa, bu tahakküm sanatının terk edilmesi önüne geçilemez olacak olan toplumsal patalojiyi belki de önleyecektir. Ama diğer taraftan Sur’a yönelik rant siyaseti bize nasıl ki devletin sadece bir çok niyetinden birini ele veriyorsa şiddet burada genelleştirilerek, güç rejimleri aygıtı sokaktan kurumlara kadar her alanı bir linç ve korku kültürü alanına çevirmekten vazgeçmelidir.Muktedir algı siyasetiyle Kürtlerin artık “yönetilemeyeciğini” devletin kavraması, toplumu tamamen bir toplama kampına çevirmekten vazgeçmesi gerekiyor.
Ama işte Kürtlerin entegre edilememesi, Kuzey Afrikalılara Türkçe öğretilirken Hakkarililere öğretilememesi gibi bir dilin altında yatan, ırkçı ve sömürgeci hırs bitmeden, eşit boyutta yeni bir yurttaşlık tanımı yapılmadan bu yeni savaş konseptinin kolay kolay biteceğine ben pek şu an ihtimal vermiyorum.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Engin Sustam kimdir?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde 1999’da lisans eğitimini tamamladı. Aynı üniversitede 2001-2003 yılları arasında “Küresel sistem içinde toplumsalı okumak ve minör politika” adlı yüksek lisans tezini verdi 2004-2005 yılları arasında Ecoles des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS-Paris) siyaset ve tarih sosyolojisi kürsüsünde “1990 savaş sonrası Türkiye’sinde Çağdaş Kürt edebiyatında travma ve zorunlu göç ” adlı ikinci yüksek lisans tezini savundu.
Aynı adlı üniversite’de 2012 yılında (EHESS) “Türkiye’de Kürt alt kültürü ve güncel sanat” adlı doktora tezini savundu. Doktora tezi, Fransızca olarak L’Harmattan, yayınlarında “Şiddet ve Direniş arasında Kürtler ve sanat: Madun çalışmaları” adıyla basıma hazırlanmaktadır. 2013’den beri İstanbul Arel Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Yrd. Doç. Dr. ve sonrasında 29 Mayıs Üniversitesi’nde Dr. olarak Felsefe bölümünde ders vermiştir. Bu üniversitelerden politik nedenlerden ve sonrasında Barış için Akademisyenler bildirisine imza attığından dolayı gerekçesiz uzaklaştırılmıştır. Barış için Akademisyenler grubundandır.
Engin Sustam, sosyoloji, felsefe ve sanat alanlarında şu konulara çalışmaktadır: Kürt kültürel çalışmaları, Kürt alanı, madun ve postkolonyal çalışmaları, güncel sanat, altkültür çalışmaları, yeni toplumsal hareketler, direniş ve isyan dinamikleri, popüler kültür çalışmaları, travma ve şiddet çalışmaları, çağdaş siyaset teorileri, sanat çalışmaları vb çeşitli sosyal bilimler alanında çalışmalarına devam etmektedir. Engin Sustam şu an Cenevre Üniversitesi’nde davetli Prof. olarak çalışmalarına devam ederken diğer yandan EHESS Paris’te “Ortadoğu’da yeni isyan hareketleri ve Kürt alanında karşı-şiddetin formları” adlı projesiyle post-doktora yapmaktadır.
Engin Sustam’ın yakında çıkacak üç kitabı yayın aşamasındadır: “Şiddet ve direniş arasında Kürtler ve sanat”, “Kürt kültürel çalışmaları”, “Karşı-şiddet ve yeni isyanın formları”. http://ehess.academia.edu/EnginSustam[/box]
Sevda Kuran:
Bence bütün soruların tek cevabı var. Benim gönlümde yatan Kürdistan’ın bağımsızlığıdır. Ama bu uluslararası konjonktürdeki dengelere bakarak zor görünüyor. İleride bunun şartları oluşabilir. Ama bugün için en azından federatif bir yapılanma var olan sorunun çözümünde gereklidir. Bunun için de geniş yelpazeli bir Kürt ve Türk birleşik cephesinin oluşması çok önemlidir ve bunun ön çalışmaları yapılıp, adımlar atılmalıdır.
Bu noktada devletin çözüm konusunda samimi olmadığı ortaya çıkmıştır. Devletin ciddi adımlar atmayacağı açıkça görülmektedir. Bu nedenle geniş bir cephe oluşturarak zorlayıcı bir mücadele yürütmek gerekir. Bugün için reel gözükmeyebilir ama buna Güney Kürdistan da dahildir. Güney Kürdistan hükümetinin fiziksel desteği dışında manevi ve moral desteği de çok önemlidir. Şu anda Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesi tümüyle Kürdistan’daki gelişme ve mücadeleye endekslenmiştir. Bu gözardı edilecek bir durum değildir.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Sevda Kuran kimdir?
1961 Elazığ doğumlu. 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerinde zulüm görmüş Kürt ve Alevi bir aileden geliyor. Yaza, şair, biri roman olmak üzere yayınlanmış üç kitabı var. 1989’dan beri yurt dışında yaşıyor.[/box]
Dursun Ali Küçük:
Kürdistan’da TC ve Türk ordusunun uyguladığı sistematik bir soykırımdır. Süregelen soykırımın yeni bir halkasıdır. Öncelikle bunu görmek önem taşır. 6-7 Ekim Kürdistan’daki sivil başkaldırıdan sonra Erdoğan, AKP ve devlet yeni bir konsepte soyundular. Ya KCK silahsızlandırılacaktı, bu halde Kürdistan’da yine istedikleri dayatmaları yapacaklardı; ya da Kürdistan’da özellikle kitlesel olarak yurtseverliğin ve direnişin önemli odaklarını vb. yok edeceklerdi.
Barış ve çözüm süreci ile bu oyun oynanıyordu. Silahsızlandırma tutmadığı ve KCK buna gelmediği, İmralı’yı dinlemediği için bir biçimde cezalandıracaklardı. Son yıllarda bütün Kürdistan parçalarında bir ulusal bilinç patlaması oldu. Kuzeyde de bu yankı buldu. TC bundan korkacak duruma geldi. Özellikle Kürdistan Federasyonu ve Rojava Kürdistan’ındaki gelişmeler, TC’nin Suriye ve Irak’ta oyun dışı bırakılması ile kaçınılmaz olarak içe yönelecekti. Buna dönük hazırlıklar içindeydiler.
“KCK, şehir ve hendek savaşını başlattı, TC de buna karşı harekete geçti” görüşleri yanıltıcıdır ve Kürdistan’da uygulanan soykırımı, insansızlaştırmayı, mal-mülke el koymayı, halkın canını almayı, halkı mal ve can derdine düşürüp sürgün etmeleri gözden kaçırır.
KCK, siyaset ve savaş stratejisinden yoksun ve yanlış siyasi strateji ile bu işe başladı. Kendileri de bu işe hazır değildi. Tuzağa düştüler, ayrıca aşırı havalara kapıldıklarını sanıyorum.
TC devleti ve ordusunun otoritesi, Kürdistan’da önemli oranda zayıflamamış ki, hendek ve siperlere çakılasın. Bu akıllı bir direniş tarzı değildir. Kürt halkı bu tür bir savaşı onaylamadı. Destek vermedi. Bu yanlış siyasette KCK yalnız kaldı. Üstelik kitlenin en çok yurtsever olduğu yerlerde mevziye yattı. Kitleyi savunacak koruyacak durumda olmadığı için TC’ye kolaylık sağladı. Sabit duran küçük bir kütle üzerine büyük bir kütlenin düşmesine yol açtı. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak, kitleyi ezdirmek oldu.
Peki bu nasıl durdurulabilir? Aynı suda iki kere yıkanmaz. Yıkanmak istersen aynı su değildir. Eski müzakerelere dönelim tavrı ve açıklamaları yanlıştır. Geçmiş barış süreci ve çözüm süreci boştu ve bir oyundu. Bu oyuna kanıldığı için bu hallere düşüldü. Şehir savaşlarını tekrarlamakta farklı bir sonuç çıkmaz. Tekrarlarsalar benzer sonuçlar ortaya çıkacaktır.
TC’nin insafına bırakılmış bir siyasetle bunu durdurmak zor. HDP’liler yeni bir siyaset üreteceğine geçmişte yanılgılı siyasetin yarattıklarına tekrar sarılmak istiyorlar. Mevcut keşmekeşlik içinde kitlenin bir kısmı da “Barış olsun da ne olursa olsun” deme noktasına getirildi. Yani ortada Kürdistan ve Kürtler açısından bir boşluk var. Diğer Kürdistani kesimler de mevcut durumu düzeltecek ve ileriye doğru götürecek bir düzeye ulaşmadılar.
Şüphesiz durum biraz karışık olsa da, dünyamız eski dünya değil. Kürdistan halkı ve siyasileri birbirlerinin yaralarını ve halkın yaralarını sararak ve dayanışmada bulunarak ve kendilerini koruyup güç toplayarak, Kürdistan’daki soykırımı dünya gündemine taşıyarak bir toparlama ve hazırlık sürecini yaşayabilmeleri önemlidir.
Her şeye rağmen ayakta kalmayı bilmeliyiz. Kötü günler yaşıyoruz ama dayanmak, sabır göstermek ve güç toplamaktan başka yol kısa sürede pek görünmüyor.
TC ve Erdoğan’ın hesabı ve kirli savaş amacı şudur: Başka şehir ve ilçelerde aynı durumu sürdürmek, şehir ve ilçelerden geri kalan dinamik yerleri de iyice ezmek, tam ezemiyorsa da orayı yaşanmaz ve harabe durumuna getirerek halkı ortada bırakmaktır. Bunları bir dönem daha sürdürdükten sonra, içeriden ve dışarıdan gelen baskıları da hesaba katarak, “Hadi barış” olsun naralarını tekrarlarlar. Huzur sağladık, şimdi “barış” sırası… Bu siyasetle geçmişte olduğu gibi bazı şarlatanları ve hatta HDP içinden bazılarını, Sırrı Süreyya Önder gibilerini piyasaya süreceklerdir.
Zayıf duruma düşülmüş olabilir ama bu tuzaklara düşmemek de önemlidir. Siyaseten zayıfsan barışma, güçlü değil ve altından çıkamayacak bir çatışmaya gireceksen savaşma… Aslında barış denilen TC açısından “güvenliğin” sağlanmasıdır. TC’nin barışa yakın olduğunu düşünmüyorum. KCK kendini bu hale getirdikten sonra onunla nasıl barışsın ki?
Bu hep böyle gitmez, yanılgılı bir “barış ortamı”ında kendimizi bulabiliriz.
KCK, tuzak barış görüşmelerinden vazgeçmedikçe aynı yanılgıyı tekrar yaşar. Birincisi trajedi ise ikincisi trajikomik olur. Siyasi tarafları ve üçüncü tarafı olan görüşmeler dışında salt TC MİT’i ile görüşmek gaflettir. KCK-İmralı ve orada MİT eksenine dayanan görüşmeler Kürtlere kaybettirir. Eskiden yapılanlar Kürtleri kandırmaktan öteye geçmedi.
Kürt siyasetinin, “Demokratik Türkiye” değil, Demokratik Kürdistan ve statü sahibi olacak bir Kürdistan için mücadele etmesi elzemdir. Gördüler ki ; “Türkiyelilik ve Türkiyelileşme”yi içindeki Kürt oluşlar kabul etmiyorlar. TC, buna bile hazır değildir. Soykırımcı bir cumhuriyettir ve politikaları buna göre yürümektedir. Kürt siyaseti, Kürdistan’i bir temele ve stratejiye dayanmalıdır. KCK ve HDP’nin siyaset stratejisi ve önüne koyduğu amaç yanlıştır.
Köklü stratejik değişikliklere gitmeleri gerekir. Yoksa şimdiye kadar yürüttükleri siyaseti farklı ağızlarla tekrarlarsa aynı hatalara kaçınılmaz olarak düşeceklerdir. Kürdistani birlik ve bütün Kürt siyasetlerinin TC’ye karşı ortak birlikteliği sağlanırsa ancak o zaman yol alınır.
Parlamento kesinlikle bir çözüm yeri değildir. Bırakalım çözümü, Türkiyelileşmeye yamalanmak isteyen HDP politikasını bile bugün devlet kabul etmiyor ve bugün HDP’yi parlamentodan kovmaya çalışıyorlar. Meşru siyasal alan bulanıktır. Kürt siyaseti bana göre bir bunalım yaşıyor, temel nokta ve sorunlarda dik duramıyorlar. Tali sorunlarda gürültü koparılıyor. Taliyi temel politika yerine koymak, tali noktalarda direniş bir siyaset tarzı değildir.
KCK, HDP dışında kalan diğer Kürt partileri de siyaset alanında pek etkin olamıyorlar. Bu alandaki Kürt partilerinin de değişim yaşaması kaçınılmazdır. Böylesi süreçlerde Kürt siyasetinin içine düştüğü bunalım ve yaşadığı siyasi acizlikler daha da göze çarpmaktadır.
Siyaset alanında bir boşluk yaşanmaktadır. Doldurulmazsa Kürdistan ve Kürtlerin lehine olmaz. TC bütün Kürdistan’a ve Kürtlerin temel değerlerine yöneliyor ve dağıtmak istiyor. Kürt siyasetçileri böylesi koşullarda Gandi tutumunu sürdürmeleri önemlidir. Gandi düşmanına karşı dik duruyor işbirlikçi olmaktan kaçınıyordu. Üzülerek görüyorum ki, bazı siyasetçilerimiz adeta TC’ye yalvarıyorlar, üstelik bazıları da sözde akıl vermeye kalkıyor. Bu tutumlardan uzaklaşılması önemlidir.
Çok zor koşullardan geçtik. Ama siyasetin ve siyasal duruşun bu kadar dibe vurduğunu gerçekten görmedim. Herkesin kesin bir sorgulama ve hesaplaşma temelinde kendine gelmesini umuyorum.
Bana düşüncelerimi kısa da olsa belirtme fırsatı sunduğunuz için teşekkür ediyorum.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Dursun Ali Küçük kimdir?
1957 Dersim doğumlu. Yazar. Kürdistan ve Kürt siyasi mücadelesinde aktif rol aldı. PKK Merkez Komite üyesi olarak görev yaptı. 16 yıl Türkiye zindanlarında, 3 yıl da Gürcistan zindanlarında toplam 19 yıl cezaevinde yattı.[/box]
Şahidin Şimşek:
7 Haziran’dan sonra başlayan gergin ve çatışmalı sürecin neden başladığını doğru analiz edebilirsek bundan sonra bu şiddet sarmalının alacağı muhtemel seyir, iki gücün imkan, kabiliyet ve stratejilerini de göz önünde bulundurarak daha doğru tahmin edilebilir diye düşünüyorum.
İki taraf her ne kadar çatışmaların başlamasını kamuoyuna farklı gerekçelerle gerekçelendiriyorsa da kanaatimce Türkiye’nin Suriye’deki hesap hatasıyla PKK’nin Türkiye’deki hesap hatasının bir araya gelmesiyle bu çatışmalı sürece girildi. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, orta düzey teknolojiye dayalı gelişen sanayisine kalıcı pazar bulmak adına Suriye kapısı üzerinden Ortadoğu, Arap dünyası ve Kuzey Afrika başta olmak üzere tüm Afrika’ya uzun bir süredir gözünü dikmişti. Tunus’ta patlak veren Arap Baharı’yla birlikte Türkiye kendisine aradığı bu fırsatın doğduğunu düşündü ve ayaklanmacıların yanında saf tuttu. Tunus, Libya, Mısır’da hızlı iktidar değişiklikleri Türkiye’yi, Suriye’de bir takım inisiyatifler almaya teşvik etti. Bu anlamda Türkiye Suriye’de önce tabiri caizse Esad’dan iktidarı kansız bir şekilde devretmesini istedi fakat Milli Görüş çizgisinin Müslüman Kardeşler hareketini partner seçerek bu coğrafyada hegemonya kurma isteği, İran önderliğindeki Şii Hilali’ne tosladı. Türkiye Müslüman Kardeşler Hareketi adına Suriye’de iktidar isterken, İran’ı ama özellikle Kürtleri hiç hesaba katmadı. İran’ın telkinleriyle Esad rejiminin, Rojava’yı Kürtlere bırakması Türkiye’nin tüm hesaplarını alt üst etti.
Türkiye kendi sınırları içerisindeki Kürt sorununu statüsüz çözüp, bölgesel güç olma planları yaparken Batı Kürdistan’da, popüler ismiyle Rojava’da PKK ile ideolojik bağı olan bir Kürt statüsünü kucağında buldu. İşte bu, Türkiye’nin Suriye müdahalesinin hesap hatasıydı. Türkiye bu hesap hatasını ortadan kaldırayım derken daha büyük hatalar işlemeye devam etti. Kobanê direnişinde kullandığı söylemler, Kuzey Kürtlerinde büyük infiallere neden olurken bu infiallerin seçim sandığına yansımasıyla, Türkiye’deki iktidar dengeleri de alt üst oldu.
Nihayet Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye, Suriye sahasını terk etmek zorunda kaldı.Tüm bu gelişmeler Türkiye’yi, PKK çizgisindeki Kürt hareketlerini cezalandırma ve hakimiyet alanlarını daraltma adına askeri güç kullanma seçeneğine götürdü.
Rojava’da bu imkanını kaybeden Türkiye,bu doğrultuda bir takım şüpheli eylemleri ve Hendek olayını bahane ederek Kuzey’de PKK’ye yönelik büyük bir askeri güçle eski tabirle tedip ve tenkil harekatına başladı. PKK’nin de Türkiye’nin bu hamlesine “Devrimci Halk Savaşı’’ stratejisiyle cevap verme isteği ve uluslararası anti-Erdoğan duygusundan irrasyonel bir destek beklentisine girmesi büyük bir hesap hatasıydı.
HDP’nin uluslararası ve Türkiye’deki popülaritesini de fazla abarttığı söylenebilir. Erdoğan ve AKP’yi devirme isteğini gizlemeyen PKK, CHP ve Türk Ordusu’nu da yanlış değerlendirdiğini de söyleyebiliriz.
Tüm bu yanlış hesaplarla, Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin savaş düellosuna cevap veren PKK ne yazık ki Türk ordusunun Kürt coğrafyasında büyük bir yıkımı gerçekleştirmesine neden oldu. Türkiye ve PKK’nin bu hesap hatalarını izah ettikten sonra bu çatışmalı sürecin alacağı muhtemel seyir hakkında artık bir projeksiyon yapabiliriz. Açıkçası her iki tarafın siyasetten zorlandığı anda silaha sarılmaları çözüm getirmeyecektir. Bunu bilmek için de kahin olmaya gerek yoktur. Fakat çözüm zeminin de bir hayli zayıfladığını da belirtmek gerekir.
Belki de uzun bir sure, şimdiye kadarki çatışma süreçlerinden daha komplike ve daha yıpratıcı bir savaş sürecine de girecekler. Bu ihtimalle birlikte, Türkiye ve PKK’nin de istemediği ve bir daha asla onarılamayacağı, keskin bir Türk-Kürt toplumsal ayrışmasını beraberinde getirecektir. Bu ayrışma aslında Kobanê direnişiyle doruğa çıkmıştı fakat Kürt siyasetinin bilinçli Türkiyelileşme siyaseti bunu bir yere kadar görünmez kıldı ve kılıyor. Bu muhtemel yıpratıcı çatışmalı sürecin diğer önemli bir sonucu da hiç şüphesiz Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin bölgesel güç olma arzusunu, Öcalan’ın “Demokratik ulus paradigması” ile birlikte tarihin tozlu raflarına kaldırılması olacaktır. Çünkü çözüm süreci aslında bu iki paradigmanın birlikte realizasyonuyla mümkün olacaktı, yani Türkiye bölgesel güç olacaktı, Öcalan’ın “Demokratik ulus paradigması” da Türkiye’nin bu arzusu önündeki Kürt gerçeği engelini kaldırmış olacaktı. Fakat Rojava’da bu büyü bozuldu.
Türkiye’nin Kürt meselesini, bölgesel güç olma arzusu doğrultusunda çözme gerçekliği ortadan kalktığına göre ne yazık ki geriye kısır döngü şiddet kalıyor. Türkiye kendi iç siyasal paradigması doğrultusunda bir takım radikal siyasal reformlar öngörmedikçe şiddet sarmalından çıkma olasılığı yok ve yine ne yazık ki öngörülebilir bir zaman diliminde böyle bir paradigma değişiklik isteği görülmüyor.
[box type=”info” fontsize=”15″ head=”Başlık”]Şahidin Şimşek kimdir?
1974 Diyarbakır Dicle doğumlu. İlkokulu köyde, ortaokulu Diyarbakır’da, liseyi Elazığ’da ve üniversiteyi de Ankara’da okudu. ODTÜ Tarih bölümü mezunu. Lise ve üniversite yıllarını İslami camiada geçirdi. Kürt meselesinden dolayı bu çevrelerle ilişkisini kopardı. Uzun yıllar hem öğretmenlik hem de ticaretle uğraştı. Azadi Hareketi MYK üyeliği ve dış işlerinden sorumlu sekreterliğini yaptı. Daha sonra birkaç arkadaşıyla birlikte istifa etti. Hâlâ Diyarbakır’da ikamet ediyor. Nerinaazad’da yazıları yayınlanıyor. Dış politika konuları ilgisini çekiyor. Zaza Kürdü olan Şimşek birkaç dil de biliyor.[/box]
* Teknik konuda bana desteğini sunan Hejare Şamil arkadaşa teşekkürlerimi sunuyorum.