Aynı ölümü koklayarak, tadarak insanların aynılaşmasını istediniz ama maalesef yalnızca kendiniz aynılaştınız katillerinizle, ve insanlara kardeşliğin güzelliği yerine gittikçe uzaklaşmakta olan şehirlerinin ardında bıraktığı melankolik acıları bıraktınız Usta ne olacak bu savaşın sonu Yemekli vagonda rakı içeceğiz Peki kazana kömürü kim atacak 0nu da biz (N. Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları) Endüstri devrimi, toplumları, toplumsal ilişkileri, […]
Aynı ölümü koklayarak, tadarak insanların aynılaşmasını istediniz ama maalesef yalnızca kendiniz aynılaştınız katillerinizle, ve insanlara kardeşliğin güzelliği yerine gittikçe uzaklaşmakta olan şehirlerinin ardında bıraktığı melankolik acıları bıraktınız
Usta ne olacak bu savaşın sonu
Yemekli vagonda rakı içeceğiz
Peki kazana kömürü kim atacak
0nu da biz
(N. Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları)
Endüstri devrimi, toplumları, toplumsal ilişkileri, inanç biçimlerini kökten değiştirmekle kalmamış savaşları, yıkımları ve sonuçlarını da hızlı ve geri dönülemeyecek bir biçimde değiştirmiştir. Örneğin endüstrileşme öncesi savaşlarda ölen insanların sayıları binlerle ifade edilirken bu rakamlar 1. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 10 milyon, 2. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 50 milyon olarak kayda geçmiştir. Ayrıca sivil insanların ölüm oranları da trajik biçimde artmıştır. Örneğin, yine endüstrileşme öncesi savaşlarda bu oranlar yüzde beş ila on arası değişirken iki dünya savaşında ölen sivillerin oranı yüzde doksanlar civarındadır. Burjuva kapitalizmine dayanan endüstrileşme, varlığını kanlı bir ölüm oyunundan alan savaşlarda çok daha trajik bir biçimde göstermiştir. Yaklaşık on bin yıldır yeryüzünde varlığını sürdüren insanoğlu belki de tarihinde ilk defa böylesine bir trajedi ile yüz yüze kalmıştır. Kutsal kitaplarda abartılı olarak anlatılan kimi kavimlerin uğradığı felaketler bile bu mekanize trajedinin yanında çok masum kalmıştır. Bütün bunlara ek olarak ikinci dünya savaşında fotoğraf, basın yayın görece daha gelişmiş olduğundan insanlar dönüp dönüp üst üste yığılı Yahudi cesetleri, açlıktan bir deri bir kemik kalmış insanlar, parçalanmış cesetler, yerle bir olmuş kentler vs. bu trajedinin görüntüleri ile yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Kendi trajedisi ile bu kadar sıklıkla yüzleşmesi de insanoğlunu başka bir depresyona sürüklemiştir. İşte bu depresyonun, bu travmanın ürünüdür soyut sanat, gerçeküstücülük, dadaizm, kübizm, minimalizm vs. bu gerçekle yüzleşmeye, kendi yarattığı yapma-yıkma döngüsünü fersah fersah aşan bu trajedi ile hesaplaşmaya gücü olmayan insanoğlu çareyi onu çarpıtmakta, bozmakta, parçalamakta bulmuştur.
Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası edebiyatını incelediğimizde karşımıza daha çok eleştirel yapıtlar çıkar. Celine, Duhamel, Hemingway, Remarque vs. Daha çok savaşın yıkıcılığını eleştiren, savaşan askerlerin iç dünyalarına, gündelik ilişkilerine girmeyi, cephede ve cephe gerisindeki insanı, onun hallerini deşmeyi kendine gaile edinmiş bir edebiyattır bu. Oysa İkinci Dünya Savaşı Kafka’ları, Musil’leri, Beckett’leri yaratmıştır. Kendi yarattığı tarihin altında ezilen insanoğlunun kabuğuna çekilmesi, kendi gerçekliğini ve yaşamın gerçekliğini hiçlemesi, insana ait değerleri hatta aşkı bile insandan çok uzakta bir yerde kurgulaması artık bu yeni edebiyatın güncelidir. İnsana uzaklaştığı noktada hayatla, doğayla temas edebilen, insana yaklaştığı yerde kaostan, karanlıktan başka bir şey yaratamayan bir edebiyattır bu.
Yine resme baktığımızda Birinci Dünya Savaşı sonrası dadaizm gibi, minimalizm gibi daha eleştirel akımlar gündemdeyken, resim bir çocuğun dünyayı çizdiği saflığa dönme çabasındayken İkinci Dünya Savaşı Kübizm gibi, sürrealizm gibi akımları doğurmuştur. Tıpkı edebiyatın dünyası gibi kaotik ve her şeyin birbirinin içine geçtiği bir dünyadır resmin dünyası da. Simetrisini yitirmiş insan figürleri, geometrisini ve düzenini yitirmiş mekanlar, birbirinin içine geçmiş nesneler, gerçeği önce paramparça edip sonra baktığımız o paramparçalık halinden yeni bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışmıştır İkinci Dünya Savaşı sonrası resmi. Parçalanmış bir aynada baktığımız yüzümüz gibi ya da parçalanmış bir camın ardından baktığımız dışarısı gibi. Gerçek öylesine yakıcı ve öylesine trajiktir ki, ancak onu bozup yeniden kurgulayarak yüzleşebilir insanoğlu.
Biraz uzun bir girizgah olduğunun farkındayım. Daha önce yazdığım yazılarda da değinmiştim, savaş üzerine söyleyebileceğim yeni bir şey yok, hele ki 1930’lardan günümüze görkemli bir yazılı ve görsel külliyat yerli yerinde dururken daha ne söylenebilir ki… Aynen anlatılageldiği gibi bir şeydir savaş, önce uzaktan gürültüleri duyulur sonra yavaş yavaş yaklaşıp evinizin dibine kadar gelir sonra bir bodrumda bulursunuz kendinizi belki de o yıkıntılardan kurtardığınız tek soluk fotoğrafa bakarken. En son Güvenpark’taki saldırıda ölen gencecik çocukların fotoğraflarına bakarken hangimiz hissetmedi o yıkılmışlık halini? İlla ki evinizin başınıza yıkılması gerekmez, inandıklarınız, sevdikleriniz, benimsedikleriniz hepsi çökmekte olan bir evin tuğlaları gibi birer birer inmedi mi başınıza? Hırsızları, çocuk tecavüzcülerini bir bir aklarken, üniversite hocalarını, gazetecileri, yazarları içeriye tıkmak için yırtınan iktidar sahiplerinin ve şakşakçılarının böğüren çirkin suratlarını gördüğünüzde o buz gibi yalnızlığı, kuşatılmışlığı hissetmediniz mi?
“Fotoğraf yalnızca bir imge (yağlıboya resmin olduğu anlamda bir imge) gerçeğin taklidi değildir, aynı zamanda bir belgedir, ayak izidir ya da ölünün yüzünden alınan maske gibi gerçeğin kendisinden doğrudan doğruya çıkarılmış bir şeydir” diyor John Berger “Fotoğrafın Kullanımları” adlı denemesinde. Ama bizler her dakika, her saat bilgisayarımıza ya da telefonumuza yenisi düşen Sur, Cizre, Silopi fotoğraflarına bir gerçekliğe bakar gibi değil de kübist bir resme bakar gibi bakıyoruz. Paramparça evler, paramparça insanlar, paramparça hayatlar, insan tahayyülünün sınırlarını zorlayan teatral şiddet gösterileri… Adım adım kara bir faşizme yürüyen hegemonya, insanlarıyla, evleriyle, sokak kedileriyle, geçmişin ve bugünün iç içe geçmişliği ile bir hayatı hayat yapan bütün detayları kübist bir ressam gibi önce paramparça etti, şimdi de bu parçalanmışlıktan yeni anlamlar üretmemizi istiyor; gerçeğin kendisini bu parçalanmışlığın ardına saklayıp bulanıklaştırmaya çalışıyor.
Ne acıdır ki, bu savaşın mağdur ettiği insanlar için mücadele etmeye soyunmuş, onların ağzı dili olma iddiasındaki bir takım adamlar da bu değirmene su taşıyor. Fotoğrafın öbür tarafına da onlar vuruyor makası, o tarafı da bunlar parçalıyor. Yürüdüğümüz sokaklar, hayatımıza ait küçük detaylar, anılarımız, sevgilerimiz, yalnızlıklarımız, kalabalıklarımız en önemlisi de yüreklerimiz, her şey paramparça… Birçok dostun yazdığı gibi, saldırıyı üstlenmek için TAK’ın hazırladığı bildiri apayrı bir özrü kabahatinden büyük durumu:
Eylemimiz ardından yaşanan sivil kayıplar sonucunda yaratılan atmosferde, kamuoyunun yalnızca Cizre’de 300’ün üzerinde sivil insanımızın hedef alınarak vahşice katledilmesi, cenazelerin yakılması, verilmemesi üzerinden Kürt halkına yaşattırılan acıları anlamalarını umuyoruz.
Bir Diyarbakırlı’nın Sur’a bakarak hissettiklerini böyle bir saldırının ardından bir Ankaralı’nın da yaşamasını, Diyarbakır’ı anlamasını istemişler belli ki… Ne diyordu Feyrouz o meşhur şarkısında, “Beyrut/Şaraptan insanların terinden ekmek ve yaseminden yapılan şehrim/tadı nasıl şimdi/ateş ve dumandan başka?” Aynı ölümü koklayarak, tadarak insanların aynılaşmasını istediniz ama maalesef yalnızca kendiniz aynılaştınız katillerinizle, ve insanlara kardeşliğin güzelliği yerine gittikçe uzaklaşmakta olan şehirlerinin ardında bıraktığı melankolik acıları bıraktınız.
İnönü Alpat, 15 Mart tarihli yazısında ’80 öncesi sol geleneğin hiçbir zaman bu tür eylemler yapmadığını yazıyordu, ben kendi kitabından okuduklarımla kendisine katkı sunayım, ’80 sonrası dağlara çekilen militanlar birçok kere ellerine fırsat geçmesine rağmen askere pusu da atmadılar. Direnişçi değer üretir, işgalcinin, faşistin parçaladıklarını bir araya getirir, yıktıklarını yeniden yapar. Bütün dünya direniş hareketlerine bakın, devrimci ahlak silahın karşısına gül, dogmanın karşısına kitap, faşist sloganların karşısına şiir, asker trampetlerinin karşısına direniş türküleri ile dikilmiştir. İspanya İç Savaşı’nda, İtalya, Fransa, İngiltere’deki anti-faşist direnişlerde, hatta Rus anarşistlerinde bile bu çeşit sivilleri hedef alan intihar eylemleri göremezsiniz. Kendini ve dünyayı hiçleyen, hiçbir gelecek vaadi barındırmayan, basit bir intikam notu dışında anlatacak hiçbir hikayesi olmayan bu dekonstrüktif eylem biçimi devrimcilik değil nihilizmdir. Bu daha çok İslami kesimlerce sahiplenilen bir Ortadoğu geleneğidir. Motivasyonunu da şehadet, cennet, Allah katında müşerref olma gibi faktörlerden almaktadır, ben zaten devrimcilere “şehit” denmesine bu kavramı duyduğum zamandan beridir karşıyım.
Daha büyük bir düş gerek hepimize; içinde herkesin kendisine yer bulacağı daha büyük bir düş. Ve bu düşe inanacak daha büyük yürekler. Ben de bunları yazarken uzak bir düşün olabilirliğinin romantizmi yerine yakın düş kırıklıklarının melankolizmini yaşıyorum herkes gibi. Ama elinde fenerle sokaklarda adalet arayan Diyojen’in, kendisi kör bir karanlıkta yaşadığı halde insanlara aydınlık dağıtan ozan Hesiodos’un torunlarıyız biz.