Türkiye solu genel olarak “araç”ı fetişleştiren bir özelliğe karakteristik olarak sahip değil. Kuşkusuz bunda beslendiği yerlerin yani Sovyet devriminin, 68 sonrası Avrupa’daki silahlı devrimci örgüt pratiklerinin ve elbette Latin Amerika devrimci romantizminin çok büyük önemi var. Ve hepsinden öte Mahirlerin ve Denizlerin yarattığı devrimci pratiklerin, halka zarar vermemek için kendilerinden vazgeçtikleri tercihlerin mirası mevcut Anekdot […]
Türkiye solu genel olarak “araç”ı fetişleştiren bir özelliğe karakteristik olarak sahip değil. Kuşkusuz bunda beslendiği yerlerin yani Sovyet devriminin, 68 sonrası Avrupa’daki silahlı devrimci örgüt pratiklerinin ve elbette Latin Amerika devrimci romantizminin çok büyük önemi var. Ve hepsinden öte Mahirlerin ve Denizlerin yarattığı devrimci pratiklerin, halka zarar vermemek için kendilerinden vazgeçtikleri tercihlerin mirası mevcut
Anekdot şu; olay Uruguay’da geçiyor, özne de ABD destekli faşist iktidara karşı mücadele eden devrimci Tupamaro örgütü. Tupamaro gerillalarının ülkenin kırsal alanında uzun yıllar ve yoğun emekler sonucu inşa ettikleri karargahlarından birini, bir rastlantı eseri eşeğini (ya da lamasını) otlatmaya çıkaran bir köylü fark eder. Gerillalar kısa sürede köylüyü yakalarlar ve sorgularlar. Köylünün bir ajan olmadığına ve gerçekten rastlantı eseri o bölgede bulunduğuna ikna olurlar. Ancak sorun şudur, köylü karargahın yerini öğrenmiştir ve şimdi bu köylüyü ne yapacaklardır? Seçenekler ortadadır.
a) Köylüyü serbest bırakmak.
b) Köylüyü alıkoymak.
c) Köylüyü öldürmek.
Köylüyü serbest bırakmanın oluşturacağı risk belli. Bu köylüye güvenerek karargahın ve onlarca gerillanın hayatı riske edilemez. Böyle bir durumda karargahın yerini de değiştirmek gerekir, bu ise uzun bir zaman ve çok yoğun emek demek. Köylüyü alıkoymak ve bu zaman dilimi içerisinde onu örgütlemek ise iyi bir tercih gibi durmasına rağmen o köylüyü aramaya çıkacak diğer köylülerin de karargahı bulmasına yol açacaktır. Köylüyü öldürmek ve diğer köylülerin bulabileceği bir yere bırakmak bu riskleri ortadan kaldıracaktır ancak bu durumda da masum bir köylü hayatından olacaktır.
Tupamaroların hangi şıkkı tercih ettiğini söylemeden önce, okuyucunun da yazının bu aşamasında kendi şıkkını seçmesi zorunlu(!). Siz o karargahta olsaydınız (ve bir oylama yapılsaydı) tercihiniz hangi şık olurdu.
Tupamarolar kendi aralarında iki seçenek üzerinde, yani köylüyü öldürmek ya da karargahı kapatıp/taşıyıp köylüyü serbest bırakmak tercihleri arasında uzun süren tartışmalar yapmışlar. Köylüyü öldürelim diyenlerin gerekçesi gayet açık; “Bu karargahı inşa etmek için yıllarımızı verdik ve onlarca gerillanın hayatını riske edemeyiz, bu aracımız olmazsa köylüyü zaten (baskıdan/sömürüden) kurtaramayız”. Diğerlerinin gerekçesi ise “biz bu karargahı, bu köylüyü kurtarmak için inşa ettik, asıl amacımız (baskı/sömürü altındaki) köylüyü kurtarmak, karargah bu amacı gerçekleştirmek için bir araç, şimdi aracı amaç haline getirmiş olacağız”.
Tupamaroların ne yaptığını bilmiyorum, zaten yukarıdaki anlatının gerçekte yaşanmış olup olmadığından da bilgim yok. Ancak iradi olarak devrimcilik yapma tercihini 80 sonrası süreçte vermiş biri(leri) olarak yani devrimci değerleri, etik anlayışı 80 öncesinin sıcak pratiğinde deneyimleme olanağı bulamamış biri(leri) olarak, o dönemlerde bu tür anlatıları birbirimize aktarır ve kendimize ait yargılar, prensipler oluşturmaya çalışırdık.
Türkiye solu genel olarak “araç”ı fetişleştiren bir özelliğe karakteristik olarak sahip değil. Kuşkusuz bunda beslendiği yerlerin yani Sovyet devriminin, 68 sonrası Avrupa’daki silahlı devrimci örgüt pratiklerinin ve elbette Latin Amerika devrimci romantizminin çok büyük önemi var. Ve hepsinden öte Mahirlerin ve Denizlerin yarattığı devrimci pratiklerin, halka zarar vermemek için kendilerinden vazgeçtikleri tercihlerin mirası mevcut.
Bunların yanında olumsuz örnekler de göz ardı edilemez ve hatta olumsuzları ortaya sermek “arınmanın” yollarından biri olacaktır. Bu topraklarda uyuşturucu ticaretine aracılık ederek “devrimci faaliyetleri”ni finanse edenler oldu. Gerekçe çok “makul” idi; “onlar yapmasa zaten birileri yapıyordu ve hatta onlar bu paralarla “devrimci örgütün para sorununu hallediyorlardı”. Devrimci örgüt yani araç devrimi yaptığında insanları kurtaracaktı zaten. Amaç değişmişti ve amaca giden her türlü yol artık “mubah” idi. “Dahiyane zekalara” da tanık olduk; tanımadığı, hiçbir ilişkisinin olmadığı sıradan bir kuryeye üç-beş kuruş fazladan para verip onu AKP binasına bombalı paketle gönderen ve bunu da “devrimci eylem” olarak üstlenen zekaya…. Yoksul bir emekçi, sınıf mücadelesinin öznesi yapılmak yerine amacı AKP’ye zarar vermek olan “ulvi devrimci” için basit bir aparat haline getirilebilir. Daha basit hinlikler de mevcut militan damarlarda; kendisine kapısını açan halk ilişkilerinin evlerini, onlara haber vermeden silah zulası olarak kullananlar mesela…
Ancak amaca giderken kullanılan araçların, uygulanan yöntemlerin çelişkisi konusunda PKK pratiği hepsinden ayrı olarak değerlendirmeyi hak eder nitelikte. Hem dönem dönem hatta bazı durumlarda karakteristik olarak kullandığı yöntemler (örneğin belediye otobüslerine molotof atmak gibi) hem de Ortadoğu ve Türkiye’nin en güçlü silahlı devrimci örgütü olmasının getirdiği örnek alınması (olması) gereken özelliği nedeniyle. Çetinkaya ve Mavi Çarşı katliamları hafızalarımıza kazınmış durumda ve asla da unutulmayacak. Hatırlanacağı gibi 25 Aralık 1991 tarihinde Dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Çetinkaya’nın kardeşinin sahibi olduğu sahip olduğu Bakırköy’deki Çetinkaya isimli giyim mağazası PKK’lilerce molotoflanmış ve mağaza içine sıkışan 11 kişi yangında can vermişti. 13 Mart 1999’da ise Göztepe’deki Mavi Çarşı isimli mağazada da benzer bir katliam gerçekleştirilmişti, bu eylemde de 13 kişi hayatını kaybetmişti. 23 Mayıs 2007’de ise TAK adlı örgütün en çok bilinen eylemi var; Ankara Ulus Anafartalar çarşısında bir TAK üyesinin intihar eylemi sonucu 7 kişi öldü 102 kişi yaralandı. Murat Karayılan Ekim 2010’da verdiği bir röportajda ilk iki eylemi kastederek “evet, bizden kaynaklı hatalar oldu” diyerek “tek bir sivilin zarar görmemesi temel ilkemiz olacak. Geçmiş dönemde oldu ama artık olmayacak” diye devam ediyordu, çok değil beş yıl önce.
PKK, özellikle son dönemlerde “halkı doğrudan hedef alan” eylemlerden vazgeçmiş durumdaydı. Kuşkusuz bunda en önemli etken HDP aracılığıyla yüzünü Batı’ya dönmüş olmasıydı. Bu dönemdeki dört seçimde başarı hedeflerinin olması, “dolaylı” bile olsa halkla yönelebilecek şiddet eylemlerine karşı hem merkezi hassasiyeti hem de kendi kitlesi içerisindeki otokontrolü sağlamaktaydı. Ancak seçim dönemlerinin bitmiş olması, Saray iktidarının Kürt sorunu karşısındaki taktiklerini değiştirmiş olması ve belki de hepsinden önemlisi Kürt siyasi hareketinin Suriye’de özellikle Rojava başarısından sonra elde ettiği pozisyon PKK’nin politik önceliklerini değiştirmiş durumda. PKK elbetteki Türkiye Kürdistanı’ndan vazgeçmeyecektir ve dört parça içindeki bu parçanın önemi (büyüklüğü, tarihsel süreci, nüfus yapısı, Türkiye ile bağı v.s) sürekli korunacaktır hatta Türkiye’de özyönetim direnişleri ile öne çıkarılan statü söylemini de göz önünde bulundurursak, Rojava’daki statünün korunması meselesinin Türkiye’deki mücadele için de anlamı olduğu söylenebilir… Ancak anlaşılmaktadır ki PKK için artık “dönemsel öncelik” Suriye topraklarında kendi idaresinde bir bölgenin kalıcılaştırılması ve hukuki bir statü kazanılmasıdır. Açıktır ki böylesi bir pozisyon Kürt halkının siyasi mücadele tarihindeki en önemli başarı ve daha ileri hedefler için bir sıçrama noktası oluşturacağı tarihsel bir eşiktir. Politik önceliklerin birinci maddesine bu yazıldığında da geriye kalan (neredeyse) her şey bu hedefe göre şekillendirilmekte.
PKK’nin Kürt illerinde son dönemde belirlediği özyönetim siyaseti ve buna bağlı olarak devletin silahlı güçlerinin belirlenen yerleşim alanlarına sokulmaması amacıyla kurulan barikat ve hendekler kendi çapında bir dizi hedefi (AKP’nin egemenlik alanını daraltmak, halkı AKP iktidarı karşısında saflaştırmak, gerilla ile halkın milis güçlerini entegre etmek, Suriye’de kazanılan savaş tecrübelerini yaygınlaştırmak, v.s.) olmasına rağmen asıl karşılığını AKP iktidarının Suriye’ye girişini, müdahalesini, niyetini engellemek olduğu görülmektedir.
Tayyip Erdoğan’ın Suriye planlarını bozan en önemli etken PKK’nin “cephe gerisi”ndeki mahalle ve ilçelerde başlattığı ve tüm Kürt illerinde ve hatta tüm ülkeye yayma tehdidi olan silahlı halk direnişleridir. Çok büyük can kayıplarıyla sonuçlanmış olmasına rağmen PKK’nin bu hedefi büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Bunun yanında AKP, Türkiye Kürdistanı içinde bugüne kadarki en ağır devlet terörünü uyguladı/uyguluyor. Sadece Cizre’de Kürt hareketinden 200’ye yakın insan yakılarak katledildi. Bu katliam bile tek başına, intikam eylemleri için tetikleyici öfkeyi anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak anlaşılabilir olması siyasal olarak tercih edilmesi anlamına gelemez. Buna rağmen görülmektedir ki PKK, TAK aracılığıyla bu öfkeyi bir örgütsel faaliyete dönüştürme siyasetini tercih etmektedir. Bilinmelidir ki bu siyasetin ve Suriye tercihinin PKK’ye “maliyeti” asıl olarak politik ve ideolojik alanda çıkacaktır.
Bilinmektedir ki PKK’nin otuz küsur yıllık tarihi sürecini yönetmiş ve halen şu an ki merkez kadrosu oluşturanların önemli bir kısmı ilk devrimcilik deneyimlerini 1980 öncesinde Batı’da özellikle de Ankara’da yaşamış olanlardır. 77-80 döneminde Ankara üniversitelerinde öğrenci olanların yaşadığı atmosferi bizzat solumanın, THKP-C’den THKO’dan etkilenmenin, PKK sürecine yansımaması mümkün değil. Tek başına olmasa bile bu özellik PKK’nin yüzünün Ortadoğu’daki hareketlerden ziyade Batı’ya dönük kalmasını sağlayan etkendir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Suriye sürecinin ve Rojava başarısının farklı bir eğilimi güçlendirmesi de kaçınılmaz.
PYD, 2003’te kurulmuş, KCK sisteminin bir parçası olarak ilişkilendirilmiş olsa da Kobane’ye kadar yani 2013’e kadar PKK’nin bu bölgede bugünle kıyaslanabilir bir askeri varlığı yoktu hatta kendi önder kadrolarının ifadesi ile neredeyse sıfırdı. PKK’nin savaşmak için Suriye’ye gönderdiği ilk gerilla ekiplerinin de açık alanda ve yerleşim alanlarında savaşma deneyimlerinin olmamasından kaynaklı (çünkü dağda savaşma tecrübesi olan) büyük kayıplar verdiği de biliniyor. Ancak Rojava’nın kazanılmasına giden süreç ve elbette başarının elde edilmesi farklı deneyimlerin edinilmesini sağladığı gibi 10 bine yakın Suriyeli Kürt gencinin de PKK saflarına katılmasına yol açmış durumda. Üstelik bu başarı sadece Suriye’dekiler için değil Irak’takiler, İran’dakiler, Ermenistan’dakiler ve hatta Kazakistan’dakiler için bile bir çekim merkezi. PKK yıllardır Irak’ta olmasına rağmen bile -ki Irak’ta tek bir il bile kendi kontrolünde değildi – Şengal ile birlikte böyle bir başarıyı bölgede ilk kez yakalamıştır.
Politik önceliklerin değişimi ve kadrosal değişim, PKK içinde zaten varolan bir eğilimin güçlenmesini sağlayacaktır. Artık Türkiye’nin Batısı daha “önemsizdir” ve PKK içinde Suriye savaşından yetişen kadrolar daha belirleyicidir. Sadece intikamı amaçlayan bir örgütün (TAK)[1] ve önünün açılması bile bunun bir göstergesidir.[2] Kendine bomba yükleyip patlatan “feda kültürü” de bir göstergedir.[3] Hatta daha vahim olan, Ankara’da kendisini patlatarak 37 kişinin ölümüne neden olan Seher Çağla Demir adlı kadının eğer doğruysa hiçbir siyasi tercihi olmayan bir başka kişiyi eylemi gerçekleştirmek için “kullanmış” olmasıdır. TAK, tarihlerindeki kendisini bomba ile patlatarak feda eden ilk kadın eylemci olarak Seher’i sahipleniyor. TAK acaba, yine eğer doğruysa, halktan herhangi birini kendi rızası ve bilgisi olmadan TAK tarafından üstelik hayatına son verilerek kullanılabileceğini de savunuyor mu? Bu “kullanım ilişkisi”nin doğru olmadığını varsayarak bir soru daha soralım. O bombalı eylemde tek çocuğunu, 16 yaşında genç bir kadın olan kızı Destina Peri Parlak’ı kaybeden anne ile halkların kardeşliği siyasetini nasıl hayata geçireceksiniz, ona ne diyerek ikna edeceksiniz? Bu sorunun muhatabı aynı zamanda PKK’dir. “Savaş bu olur” diyerek mi yoksa “bizim de kayıplarımız var” diyerek mi? Ne savaşa o karar verdi, ne de sizin kayıplarınızdan o sorumlu!
Sonuç itibariyle; tek başına intikam, bir siyasi amaç olamaz. Bu nedenle ya TAK lağvedilmeli ya da bir siyasi amaçla yeniden yapılandırılmalıdır. Ankara’da halka karşı yapılan bu eylem nedeniyle PKK ve TAK özeleştiri yapmalı ve bundan sonra halkı dolaylı bile olsa etkileyebilecek her türlü eylemden uzak duracaklarını açık bir biçimde deklere etmelidirler. Eylem biçiminin kendisi bile aynı zamanda bir imzadır, yani eylemin biçiminden kimin yaptığı kesin olarak tahmin edilemese bile kimin yapmadığı kesin olarak bilinir. Bombalı ihtihar eylemleri hem cihatçı çetelerle özdeşleştiği hem de sosyalist değerlerle uyuşmadığı için hiçbir biçimde tercih edilmemelidir.
Ve son olarak başta PKK olmak üzere tüm sosyalist devrimci yapılar, amaç ile bu amaca ulaşmak için kullanılacak araçlar arasındaki prensipleri çok kalın çizgilerle belirlemeli, siyasi çalışmalarında tavizsiz uygulamalı ve tüm kadrolarını bu prensiplerden sorumlu tutmalıdırlar.
Tarih boyunca devrimcilerin verdiği mücadeleler bizler için basitçe yad edilmesi gereken anekdotlar olamaz. Onlar ortak mirasımız aynı zamanda bilince çıkardığımız ortak deneyimlerimizdir. Onları törpülemek, geriletmek yerine geliştirerek geleceğe aktarmak da bir tarihsel sorumluluktur.
[1] Teyrêbazên Azadiya Kurdistan-TAK yani ‘Kürdistan Özgürlük Şahinleri’nin internet sitesindeki bilgilere göre, örgütün oluşumu 2004 yılının başlarına dayanıyor. Sitede örgütün 2004 ile 2005 yılına ait herhangi bir eylem açıklaması bulunmuyor. 2006 yılında başlıyor.
[2] Sosyalist bilinci, devrimci kültürü zayıf Kürt gençlerinin öfkesini yönlendirmek ve bir ölçüde kontrol altında tutmanın örgütsel ifadesi olan TAK’ın siyasi sorumluluğu elbette PKK’nin üzerindedir. PKK önderliği bu gençleri
“yönetmek yerine idare etmek”tedir.
[3] Materyalist ve Marksist olan bir iradenin ve kadronun böyle bir eylemi tercih etmeyeceği/ettirtmeyeceği aşikardır. Böyle bir tercih çok çok özel koşullarda ve çok özel kişisel durumlar için o da belki tercih edilebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.