AKP’nin ve iktidarın başını bir “birey”in, “tek adam”ın ruh haline indirgeyenler, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi tek başına mı yönettiği, değilse emri altındaki yöneticiler ordusunun hepsinin mi epilepsi hastası olduğu konusuna ise hiç değinmiyorlar Geçenlerde Hüseyin Çelik, Tayyip Erdoğan’ın,“Özgüven patlaması ve güç zehirlenmesi” yaşadığını söyledi. Bunu, Gül ve Arınç’ın da içinde olduğu küskünler koalisyonunun niyetlerini ele veren […]
AKP’nin ve iktidarın başını bir “birey”in, “tek adam”ın ruh haline indirgeyenler, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi tek başına mı yönettiği, değilse emri altındaki yöneticiler ordusunun hepsinin mi epilepsi hastası olduğu konusuna ise hiç değinmiyorlar
Geçenlerde Hüseyin Çelik, Tayyip Erdoğan’ın,“Özgüven patlaması ve güç zehirlenmesi” yaşadığını söyledi. Bunu, Gül ve Arınç’ın da içinde olduğu küskünler koalisyonunun niyetlerini ele veren bir ipucu olarak okuyabiliriz.
Biteviye söylenen bu sözler için önemsiz deyip geçmiyoruz. Saray’daki adamın hegemon, öfkeli ve çatışmacı kişiliği daha düne kadar avukatlığını yapan yakın bir yol arkadaşı tarafından tescil edilmiş oluyor.
Gelgelelim, meselenin özü bu değil. Soru şu: Nasıl oluyor da liberali, ulusalcısı, İslamcısı, muhafazakarı, faşisti, aydını, hatta sosyalisti bu kavramı tarihsel bir analiz anahtarı olarak kullanabiliyor?
Bir araya gelmeleri mümkün olmayanları birleştirenin ne olduğunu baştan söylemenin bir sakıncası yok: Psiko-tarih.
Psiko-tarih, kısaca toplumsal süreç ve olguların psikoloji bağlamında açıklanması veya tarihsel gelişmenin psikolojiye indirgenmesi diye tanımlanabilir.
“Kibir sendromu”nun şeceresi
İktidara geldiğinden beri Tayyip Erdoğan’ın psikolojisini ele veren birçok olay yaşandı. Bu konuda yazılar da yazıldı. Eğer yanılmıyorsam Türkiye’de, “AKP iktidarının tepesi de bence şiddetli bir “Kibir Sendromu”ndan muzdarip” diye yazan ilk kişi Kadri Gürsel’dir (Milliyet, 10 Oca 2010) Gürsel köşesinde, aynı adda bir kitabı (The Hubris Syndrome – 2007) da olan İngiliz politikacı David Owen’dan ödünç aldığı anlaşılan kavramın mucidinin, “iktidar tarafından zehirlenmiş akıl ile bazı bedensel hastalıkların, 20. yüzyılda dünya liderlerinin önemli kararlarını nasıl yanlış yönde biçimlendirdiğini çarpıcı örneklerle anlattığını” yazıyordu.
Anlaşıldığı kadarıyla D. Owen ve psikiyatr J. Davidson, “kibir sendromu”nun, politikacı ile iktidar arasındaki ilişkide, “yeni bir kişilik bozukluğu tipi” olduğu iddiasıyla çıkıyor, L. George, Chamberlain, Kennedy, Johnson, Nixon, Thatcher, Blair gibi liderleri de buna örnek veriyorlardı.
Kavramın mucitlerinin psikanalizin kurucusu Sigmond Freud’un izinden gittiklerinden kuşku duymuyoruz. Çünkü, İngiltere ve ABD emperyalizmlerinin eski liderlerinin yapıp ettiklerinin “kibirlilik” ve “kişilik bozukluğu” ile açıklanması tipik bir psikolojizmdir. Paylaşım savaşlarının başını çeken, başka ülkeleri işgal etmekte ve yağmalamakta üstlerine olmayan, milyonlarca insanı katletmekten sorumlu sicili bozuk liderlerin emperyalist politikalarının bu tarz izahı tarihsel gerçeklerle alay etmektir.
İçsel hayat ve dış dünya
2013 Mayısında Fethullah Gülen Pensilvanya’daki karargahında kendisini ziyaret eden Türk gazetecilere (off the record) Tayyip Erdoğan’a atfen, “Güç zehirlenmesi yaşıyor” diyordu. Yine aynı ay içerisinde Amerika ziyareti sırasında, İran asıllı Profesör Fathalı M. Moghaddam, “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitabını Emine Erdoğan’ın eline tutuşturmuştu.
Bir ay kadar sonraysa İrlandalı psikoloji profesörü Ian Robertson, Tony Blair ve Margeret Thatcher gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın da “10 yıl hastalığı”nın sebep olduğu “Kibir Sendromu”ndan mustarip olduğunu yazdı. Gezi olaylarının doruğuna vardığı aynı günlerde bunu köşesine taşıyan Yurt gazetesinden Haluk Şahin, “İktidar sarhoşluğu ya da ‘Kibir Sendromu’ ” (13 Haziran 2013) makalesini kaleme aldı.
AKP iktidarını büyük bir aşkla on yıl boyunca destekledikten sonra Haziran İsyanı’yla derin uykularından uyanıp çark eden sol liberaller için bundan iyi can simidi olamazdı. Nilüfer Göle’den Taner Akçam’a, Mehmet Altan’dan Cüneyt Ülsever’e onlarca yazar, “10 yıl hastalığı”nın sebep olduğu “Kibir Sendromu” idealist tezinin üstüne balıklama atladılar.
Bir söyleşisinde Murat Belge, “…bu adam başarılı… Hepsi bir araya gelince bireyin ruh hali, psikolojik yapısı içinde bu iki şeyi bir arada taşımak 10 senenin ötesine zor” (Hürriyet Pazar, 9 Haziran 2013) tespiti yaptı. Haziran direnişine neden saldırdığı sorusunaysa, Tayyip Erdoğan’ın Pendik’te bir hastanede bağırsak ameliyatı geçirmesini ima ederek, “Bunu siyasi nedenlerle açıklayamıyorum. Görebildiğim kadarıyla belki tıbbi nedenlerle açıklamak lazım” diye cevaplayacaktı.
Bir iktidarın, bir partinin, bir cumhurbaşkanının politik davranışları neyle açıklanır? İçsel hayatı dışsal olgulardan koparmayı huy edinmiş psiko-tarihçilerin yaptıkları üzere baştaki “büyük adamlar”ın gerilimleri, içgüdüleri, saplantıları, geçirdikleri hastalıklar ve kaynağında bunların yattığı düşünülen anormal davranışlarla açıklanmaz herhalde.
Parti ve devlet liderlerinin iç dünyalarının, mizaçlarının bunun üzerinde etkisi olmadığı söylenemez elbette. Fakat esas olan mevcut sistemin ve egemen güçlerin çıkarları, onların vizyonları, projeleridir. Her şeyin bütünsel ve nesnel bir tablosu çıkarıldığında hangi faktörün ne denli etkide bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Psikopatoloji
Psiko-tarih kendini ruhsal olanla, mizaçla, bilinçle sınırlamaz; bilinçaltını biyoloji, fizyoloji, patoloji ile ilişkilendirir. Tarihsel kişilikleri bir hastalığa bağlayarak açıklamak, psikanalizin kurucu atası Freud, “Leonardo Da Vinci ve Çocukluğuna Dair Bir Anı” (1910) adlı biyografisini yazdığından beri modadır.
Tayyip Erdoğan’ın büyük dedesinin oğlu tarafından öldürüldüğü bilgisini muhalefet silahı olarak kullananların başında Aydınlık gelir. Zaman gazetesi Ankara Büro Şefi Kerim Balcı ise 12 Nisan 2007’de Erdoğan’ın beyninin sağ lobunda bir tümör olduğunu açıklamıştı. Bu konuda iki kitap yazan (2008’de Epilepsi ile Orgazm ve 2010’da Hasta Despot) Yalçın Küçük’e gelince öncülüğü kimseye kaptırmayacaktır.
Tayyip Erdoğan’ın “Deli lider hastalığı” denilen saradan mustarip olduğunu, gençliğinde Belgrad Ormanında bayılması (1976) ve zırhlı otomobilinin kilitlenmesi esnasında (2006) Güven Hastanesinde tedavi görmesi ile kanıtlamaya çalışanlardan biri de Soner Yalçın’dır. (Sözcü, 30 Nisan 2014)
Epilepsi ve diğer hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkan “kişilik ve davranış bozuklukları” üzerine geçen ekim ayında bir makale yazan İsviçreli Dr. Hakkı Açıkalın ise daha net şeyler söylemektedir:
Erdoğan’ın siyasete başladığı yıllardan beri kirli bir ağza sahip olması, insanlara hakaret etmesi ve insanlara karşı saldırgan bir dil kullanması, anormal derecede agresif bir kişiliğe sahip olması, gün içerisinde veya kısa dönemlerde yaşanan kişilik değişikliği veya davranış değişikliği, sık sık tehditkar bir üslup kullanması, kendisinden beklenmeyen bir davranış sergilemesi, bir fikri sık sık tekrar etmesi, olumsuz düşüncelere sahip olması veya paranoyaklık, etrafındaki en yakın insanlardan başlayarak herkese karşı büyük bir güvensizlik içinde olması, yine yalan söyleme ve söyledikleri kısa bir süre sonra inkar etme, kendi söylediği yalan bir süre sonra kendisinin inanması, lükse ve ihtişama düşkünlük vb. (Media Watch. 30 Ekim 2015)
Doktor H. Açıkalın’ın dış dünyayı hesaba katmayan bu açıklaması tamamen psikoanalitiktir. Tayyip Erdoğan’ın davranışları ve icraatı ile Türkiye’nin ekonomi politiği, faşizmin söylemi ve propaganda yöntemleri, ezilenlerin dinle uyuşturulması, emperyalizmle ilişkiler, sömürenler ile sömürülenler arasındaki çatışmalar, Kürt ulusal-demokratik direnişi, Ortadoğu’nun “merkez ülke”si projesi (vs.) arasında herhangi bir bağ kurduğunu görememekteyiz. Denilenlerden AKP ve liderinin kapitalist sömürü ve baskı düzeninde oynadığı rol nedeniyle değil, hastalığından ileri gelen davranış bozuklukları yüzünden sorgulanması gerektiği ortaya çıkıyor ki, o zaman bir kimsenin kendi tercihi olmayan, atalarından miras bir hastalıktan dolayı suçlamanın ne kadar ahlaki olabileceği sorusu gündeme geliyor.
AKP’nin ve iktidarın başını bir “birey”in, “tek adam”ın ruh haline indirgeyenler, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi tek başına mı yönettiği, değilse emri altındaki yöneticiler ordusunun hepsinin mi epilepsi hastası olduğu konusuna ise hiç değinmiyorlar.
Diktatör ve adamları
Tutarlı bir devlet ve faşizm anlayışı olmayan liberaller açıklarını psiko-tarihle kapatıyorlar. “Diktatör” ve “diktatörlük” kavramlarının yorumunda bu görülebiliyor. Onlara göre diktatörlük demek, liberal-parlamenter demokrasi dışındaki (“otoriter”) yönetim biçimleri (monarşi, faşizm, askeri diktatörlük, sosyalist cumhuriyet) demektir. Onun için liberalin ağzında Mussolini, Hitler ve Stalin diktatördür, ama Churchill ve Roosevelt değildir. Enver Hoca, Castro ve Kaddafi diktatördür, ama Bush ve Thatcher değildir. Ölçü, parlamenter demokrasi modeline uyup uymadıkları, onunla karşıtlık içinde bulunup bulunmadıklarıdır.
Böylelikle, “diktatör” kavramı tarihsel, siyasal-hukuksal, sınıfsal bağlamından koparılıyor ve “Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse”, “tek başına yöneten kimse” anlamına gelen kısır sözlüksel tarifin içine hapsediliyor. Çünkü, liberal “diktatör” deyince devlet ve sınıf üstü “tek adam”ı anlamaktadır. Nitekim kütüphaneler psikanaliz yardımıyla yazılmış böylesi büyük devlet adamlarının biyografileriyle doludur.
Liberal ve ulusalcının diktatör reddiyesinde bu iyot gibi açığa çıkar. Hangisine sorsanız, “Sayın Başbakan, mesele sizden başkası değil” (Hasan Cemal-t24.com.tr), veya “Benim davam RTE ile! Benim AKP ile bir sıkıntım yok!” (C. Ülsever-ODATV) diyecektir.
Böylelerinin “liderlik kültü”, “tek adam”, “diktatör” anlayışları budur. AKP ile derdi olmayanın AKP devletiyle de derdi olmayacağı konusunu bir yana bırakıyoruz. “Führer”, “Duçe” tipi liderlik meselesi faşist devletin merkezi konusudur. Faşist lider yetkisini liberallerin ima ettikleri gibi delibozukluğundan değil, devleti partiye, partiyi kendisine tabi kılan merkezi örgütlenmesinden alır. Faşist devlet demokrasinin reddi üzerine inşa edildiğinden iktidar aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya dağıtılır. Alttaki her “şef” yetkisini üst’tekinden alır. Bu manada “diktatör” bütün “baş”ları kendinde toplayan baştır. Dolayısıyla “tek adam” ile parti ve devlet (diktatörlük) birbirlerini reddetmezler, aksine tamamlarlar.
Liberal ve akademisyen takımı faşizmi 1945’ten beri literatürden çıkarmış, yerine nereye çeksen oraya gidecek otoriterizm kavramını geçirmişlerdir. Bu kavram otoriter devlet ile otoriter kişilik, devlet çözümlemesi ile kişilik çözümlemesi, tarih (siyaset) bilimi ile psikoloji arasında bir nevi köprü vazifesi görmektedir.
Psikanalitik masallar
Freud’tan beri psikanalitik anlatı sırtında “tarih bilimi” cübbesiyle dolaşıyor. Emperyalist tarihçiler ve psikanalistler “diktatör” analizlerini uzun zamandan beri insan egosu üzerine bina etmiş durumdalar. İki savaş arasındaki faşist dönemde Alman halkının kolektif sara krizine kapıldığı, Hitlerin vahşi politikalarını atalarının parkinson hastası olduğu, Gestapo şefi Himmler’in gaddarlığının şizoid obsesif-kompülsif kişilik bozukluğundan kaynaklandığı çok bilinen efsanelerdir.
Son örneklerden biri geçen yıl National Geographic’te yayınlanan “Uyuşturucu Bağımlısı Hitler” adlı belgeseldir. Bu belgeselde 1945’ten önce Alman halkının “insanüstü bir kuvveti olan, dinçlik timsali bir lider” gözüyle baktığı Hitler’in, birçok ilacı içinde barındıran kimyasal kokteyller alan bir hastalık hastası ve 70 farklı türde uyuşturucu kullanan bir bağımlı olduğu söylenmiştir. Adı anılmayan aşırılıklarının (mesela dünya savaşı çıkartmak, jenosit, işgal, ilhak!) sebepleri arasında kafa yapıcılar, morfin ve kristal met bulunan ilaçlar tek tek sıralanmakta, fakat ne Alman faşizmini adım adım hazırlayan ön koşulların, ne de Hitler rejimine aktif destek veren IG Farben, Krupp, Siemens gibi tekellerin sözü edilmektedir.
Bunlar Napolyon’un Waterloo Savaşı’nı azan basuru yüzünden muharebeyi attan inerek yönetmesi sebebiyle kaybettiği rivayeti kadar saçmadır. Bundan bir ay kadar önce de BBC, Stalin gibi iflah olmaz bir tarihsel materyalisti birinci sınıf bir psiko-tarihçiye indirgeyen bir habere yer vermişti. Güya Stalin 1940’larda gizli polis teşkilatı bünyesinde yabancı liderlerin dışkılarını incelemek üzere özel bir birim oluşturmuş, savaştan sonraki yıllarda da Moskova ziyaretinde psikolojik portresini çıkarmak için Mao Zedung’un dışkısını inceletmiş.
Zaman yazarı Can Bahadır Yüce’nin Türkiye’yi Suriye’de savaşın eşiğine getiren gelişmeleri “bir türlü huzura eremeyince, son çare, erkeklik gururunu kurtarmak için komşuya sataşıp mahallede kavga çıkarmak” olarak yorumlaması da bu neviden Freudyan bir öykü olarak okunabilir. (16 Şubat 2016)
Evdeki bulguru koruma politikası
H.Çelik’in yazının başında açıkladığımız sözleri geçmişe açıklık getirmekten ziyade, ileride ne gibi bir yol izleyeceğine ışık tutuyor. Kendisinin de içinde bulunduğu muhalif AKP küskünleri, “güç zehirlenmesi” derken neyi ima ediyorlar?
A.Gül, B. Arınç, H. Çelik, S. Ergin gibi muhalifler heterojen bir yapıya sahip AKP içinde gittikçe üzerine daha fazla yük binen fay hatlarının farkındalar. AKP iktidarının dinsel faşizm rotasındaki adımlarından çok, temkinsiz ve maceracı Saray’ın kazanımlarını riske atmasından çekiniyorlar. Bu bakımdan, muhaliflerin AKP’yi teğet geçip Tayyip Erdoğan’ı hedef alan eleştirileri ile ABD/AB, TÜSİAD, liberaller ve kimi ulusalcıların gönlünden geçenler arasında bir paralellik vardır. İstenen nedir? Erdoğansız AKP ve fabrika ayarlarına geri dönmek…
Demek ki AKP iktidarının kurtuluşu, “güç zehirlenmesi”nden arındırılmasına bağlanıyor. “Tek adam” şimdiki mevkiyle sınırlı kalır, partiye ve bürokrasiye hükmetmesi önlenir veya bizzat bertaraf edilirse yolun açılacağı ve düze çıkılacağı düşünülmektedir.
AKP küskünlerinin Erdoğan eleştirileri, Kürt meselesi, Suriye politikası ve iç kutuplaşmanın yumuşatılması konularıyla sınırlıdır. AKP ve iktidarı ile sorunlarının olmadığını zaten söylüyorlar. Ne faşistleştirmeye, devletin ve toplumun dinselleştirilmesine, yeni-Osmanlıcılığa karşı bir eleştirileri, ne de makarayı “Yeni Türkiye”nin geldiği noktadan geriye doğru saracaklarına dair bir vaatleri var.
Bundan dolayı, suya sabuna dokunmayan klinik psikopatoloji jargonu, yalnız dışta kalan burjuva muhalefet için değil, “AKP’nin alternatifi AKP’den çıkar” diyen içtekiler için de biçilmiş kaftandır.