Türkiye’deki mevcut siyaset iklimini Kürtlere karşı bir arada tutmaya çalışırken öte yandan “başkanlık”/Meşruti Monarşi dayatması ile önemli bir kesimi de tedirgin etmektedir. İşte bu noktada HDP’nin daha etkili olarak Meşruti Monarşi mi, Demokratik Cumhuriyet mi politikası üzerinden AKP/Recep Tayyip Erdoğan politikalarından rahatsız olan kesimler üzerinden daha etkili bir politika üretmesi gerekir. Bu kitle Gezi süreci […]
Türkiye’deki mevcut siyaset iklimini Kürtlere karşı bir arada tutmaya çalışırken öte yandan “başkanlık”/Meşruti Monarşi dayatması ile önemli bir kesimi de tedirgin etmektedir. İşte bu noktada HDP’nin daha etkili olarak Meşruti Monarşi mi, Demokratik Cumhuriyet mi politikası üzerinden AKP/Recep Tayyip Erdoğan politikalarından rahatsız olan kesimler üzerinden daha etkili bir politika üretmesi gerekir. Bu kitle Gezi süreci ile başka bir algı edinmişti. Bunun yerinden canlandırılması lazım.
1- “Temsili Sistem”in iflası
24 Temmuz’dan bu yana başka bir siyasi iklimde yaşıyoruz. Yaşadığımız bu iklime “savaş” dememek için çok ayak direttik. Ancak yaşanan savaşın ta kendisi. Bizler olan bitene kendimizi ikna etmeye hazır edene kadar kitlesel ölümler devam ediyordu. Suruç’ta başlayan toplu katliam, Ankara ile devam etti, sonrası, Silopi, Cizre, Nusaybin, Dargeçit, Sur… Savaş ilanı bizler başka bir siyasi iklimde iken verilmişti; 7 Haziran seçim öncesi HDP’nin binalarına, seçim mitinglerine konan bombalar, devamında gelişen katliamlar başlayacak savaşın provalarıydı.
Her şeye rağmen 7 Haziran önemli bir süreçti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez “temsili sistem üzerinden” bu kadar büyük bir çoklukta insan devletin ırkçı/militer ve de tekçi politikasının karşısında çoğulcu/özgürlükçü bir yaklaşım çıkardı. HDP’nin rakamlar ile ifade edilen başarısı kadar, rakamlara dökülmeyen bambaşka bir şey vardı; bu ülkede ilk kez devlet/militer sistem tarafında ayrıştırılan ve bir şekilde bir teması olamayan/olması devlet tarafından engellenen geniş bir kesim bu süreç içinde bir şekilde birbirini dinledi, dokundu, yaklaştı. Demirtaş’ın söylem ve de duruşunda ifadesini bulan politik yaklaşıma hemen hemen hiç kimse kulaklarını kapatmadı. HDP’ye oy vermeyenler bile “Türkiye’nin HDP’ye ihtiyacı var” deme noktasına geldiler.
HDP’de kendi gelecekleri, çocuklarının, hayatlarının, kentlerinin, doğalarının gelecekleri için daha iyi bir adım gördüler. Korkutan, ötekileştiren, haddini bildiren bir üslup yerine, bir arada olmaya çağıran, kendisini değiştirmeden, kendisi kalarak, eleştirilerini, önerilerine, emeğini de alıp gelerek bir birliktelik öngörüldü. Bir “lider” çıktı ve somurtmadan, sert çıkmadan, “haddinizi bilin/hizaya gelin” demeden, tebessüm ederek bu ülkede bütün yaşayanlara dokundu. Bu kitlesellikte yaşanan bir ilkti bu durum. Türkiye gibi demokrasi oyunu oynayan, ancak askeri vesayetten monarşik bir yapıya hevesle dönmek isteyen bir sistem içinde insanlar gerçek anlamda demokrasi ve özgürlüklere dair bir şeyler duydular, inandılar. Buradan devletin bütün tekleştirme politikalarına rağmen biraz kendini ifade alanı bulduğunda devletten başka düşünebileceğini, “aş, iş” dışında başka şeyler talep edebileceğini gösterdi.
Bu şu demek oluyordu; bizler, devletin şiddet politikaları ile bir birinden ayrıştırdığı kesimler, devlet dışında düşünmeye/eyleme geçtiğimizde aslında kimi önceliklerimiz/farklılıklarımız olsa da düşman değiliz, bu sokakların, kentlerin, hayatın ortak birer parçasıyız. Belki de bu ülkede ilk kez bir parti korkutma, sindirme, ötekileştirme uygulamadan, “Aman ha!” demeden bütün farklılıkları ile bir araya çağırarak ve bu bir aradalık içine bir güç açığa çıkararak insanlara sözünü söylemiş oldu. Bu durum ciddi bir özgürleşme potansiyeli içeriyordu. Burjuva anlamda bile demokratik bir dönüşüm yaşamamış, şiddet ile terbiye/dizayn edilmiş bir toplum için bu durum çok şey ifade ediyordu.
Bu ifadenin çokluğu sistemi önceden yaptığı planları çerçevesinde hemen harekete geçirdi. 7 Haziran sonuçları sadece Recep Tayyip Erdoğan/AKP için bir felaket değildi, aynı zamanda yüz yıldır kurumsallaşarak gelen Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi, TSK’sı için de ciddi bir tehditti. Hiçbir şekilde toplumsal dönüşüm ve de özgürleşme/özgürlük politikası sahibi olmayan bu yapılar için HDP ile açığa çıkan özgürleşme potansiyeli ciddi bir tehdit. Bu sonuç üzerinden baktığımızda Türkiye’de iktidara gelen bütün partiler, bürokrasi, TSK aslında bir birlerini tamamlayan temel unsurlardır. Toplumsal bir özgürleşme/özgürlük hali hepsinin korkulu rüyasıdır. Böyle olunca burjuva anlamında bile bir anlam içermeyen temsili sistem iki saat için rafa kaldırıldı.
8 Haziran’dan bu yana Türkiye adına ‘başkanlık’ dedikleri aslında meşruti monarşi ile yönetiliyor. Bu sonuç aslında Türkiye’de verili sistemin bir şekilde tükendiğini, temsili sistemi ve de onunla ifadesini bulan güçler ayırımının artık son bulduğunu, demokratik bir dönüşüm yaşamaya da açık olmadığı için daha katı/tekçi, ırkçı/militer bir yapıya evrildiğini göstermektedir. Bizler 7 Haziran sonuçları ile barış içinde çoklu konuşan, üreten, tartışan bir yapı beklentisi içinde iken bambaşka bir iklim bütün siyaset üzerinde varlığını inşa ediyordu.
Bu sonuçlar ile;
Şimdi ne olacak? Aslında ciddi sıkıntı da bu “ne olacak?” sorusu ile başlıyor.
2- Devletin yeniden ayarlarına; Takrir-i Sükun’a dönüşü
27 Mart 2015 tarihinde TBMM’de “İç Güvenlik Paketi” adı ile bir dizi yasa geçti, işte o yasların ne için, neden, seçime giderken hemen çıkarıldığını şimdi daha yakıcı biliyor ve yaşıyoruz. Özetle paket; “Kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sözlü emriyle kişinin üstü, eşyası, aracı aranabilecek. Bu yapılırken arama gerekçesini de içeren belge verilecek- Polis; okul, kamu binası, ibadethane gibi yerlere molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıranlara karşı silah kullanabilecek- Toplantı veya gösteri yürüyüşlerinde, “havai fişek, molotof, demir bilye ve sapan” bulundurulmayacak ve taşınmayacak- Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen yürüyüşlerde, yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlara 5 yıla kadar hapis cezası verilecek- Sentetik uyuşturucu maddelere yönelik cezai yaptırımın daha caydırıcı hale getirilmesi için, bonzai ve türevi uyuşturucu maddeler de TCK kapsamına alınacak. Bu maddelerin imali ve satışına yönelik ceza yarı oranında artırılacak- Vali, lüzumu halinde, kolluk amir ve memurlarına suç faillerinin bulunması için gereken emirleri verebilecek. Kanunda belirtilen hükümler çerçevesinde, mülki amirler tarafından belirlenecek kolluk amirlerince 48 saate kadar gözaltına alma kararı verilebilecek- Polis alımındaki üst yaş sınırı 28’den 30’a çıkarıldı.”(1)
TBMM’de kabul edilen İç Güvenlik Paketi adeta 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sukun Kanunu’nu hatırlatıyordu; “İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı ictimaisini (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri ve yayınları), Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idareten men’e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) Hükümet, İstiklâl Mahkemesi’ne tevdi edebilir.” (2)
1925’ler Türkiye’si tek parti, tek şef sistemiyle yönetilen tamamen faşist bir sistemdi. Mussolini İtalya’sında yasal olarak beslenen T.C. bir yüz yıl sonra bu ayarlarına dönerken bunu kendi “özgün kültürel dokusu” içinde yapmayı öngördü. Ciddi bir toplumsal muhalefet ile karşı karşıya geldiğinde devlet bir yüz yıl kadar bir zaman diliminde sonra bile kendi ayarlarına döndü.
Ve nihayetinde Recep Tayyip Erdoğan 6 Ocak tarihinde 18. muhtarlar buluşmasında; “Bu oyun, bin yıllık hesaplaşmanın yeni bir tezahüründen başka bir şey değildir” (3) bir kez daha “Kürt sorunu”nun teşhisini koymuş oldu. Durum şudur; devlet, yani Türkiye Cumhuriyeti bir yüz yıldır en temel sorunu olan “Kürt Sorunu”ndan kurtulamadığı için iflas etti ve artık bir Cumhuriyet olmaktan çıkmıştır. Yeni sistem; Meşruti Monarşi’dir. “Meşruti monarşi bir ülkedeki hükümdarların (kral, padişah, imparator gibi) iktidarlarını belirli derecede temsil özelliğine sahip organlarla/meclislerle paylaştıkları yönetim tarzına denir. Bu tarz yönetim şekli iktidar alanı ve yetkileri anayasa tarafından belirlenip sınırlanan bir hükümdarın başkanlığında çalışan parlamento yönetimi olarak da ifade edilebilir.”(4)
Artık temsili sistem bitmiştir. 7 Haziran’dan sonra TBMM’nin Türkiye siyasetinde işlevsel bir yanı kalmamıştır, daha doğrusu yasama, yürütme, yargı-güçler ayrılığı ortadan kaldırılarak Beştepe’de bütün bu güçler birleştirilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Mussolini’den yaptığı farklı bir şey değildir, Mussolini zamanında “diktatörlük altındaki İtalya’da kanunlar yeniden yazılmış, üniversitedeki öğretim görevlileri faşist rejimi savunacaklarına dair yemin etmek zorunda bırakılmışlardı. Gazete editörleri Mussolini tarafından özel olarak seçiliyor ve Faşist Parti’den sertifikası olmayan hiç kimse gazeteci olamıyordu. Amaç tüm İtalyan halkını, şirketleri ve dernekleri kontrol altında tutmaktı.” Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları bunlardan farklı değil, hatta daha da ötesi.
3- Bir kez daha savaş
KCK Yürütme Konseyi üyesi Murat Karayılan, 22 Aralık 2014 tarihinde Rojnews ajansına açıklamalarda; “AKP, 2011’de yaptığını tekrarlamak istiyor. Buna fırsat vermeyeceğiz. Adım atılmazsa seçimlerden önce savaşa başlayacağız. Oslo Görüşmeleri’nde Başkan Apo bir protokol hazırladı ve bunu hükümeti sunduk. Hükümet seçimlerden sonra buna cevap vereceğini söyledi. Ancak seçimlerden sonra saldırıya başladı. Aynı günlerde İran da Kandil’e saldırdı. Böyle bir oyuna fırsat vermeyeceğiz. Erdoğan ve AKP’liler şunu iyi bilmeliler ki; böyle bir riske fırsat vermeyiz. Eğer samimilerse adım atmalılar. Eğer AKP bu yaklaşımı ertelerse bu savaş anlamına gelir. Seçimden sonra bize karşı savaşacağı anlamına gelir. Yeniden bizi tasfiye etmek ve savaşla sorunu çözmek istiyorlar. Diyarbakır ve Hakkâri’de iki gencimiz şehit edildi. Herkes bilsin ki Kürt gençleri sahipsiz değildir. Her şehit edilen gencimizin karşılığı verilir. Buna sessiz kalmayız.” (5)
Bu açıklamasında PKK’nin silahsızlanma kongresi süreci içinde olduğunu, hatta Nisan 2015 tarihinde gerçekleşecek kongreye Abdullah Öcalan’ın da katılacağını ifade etmektedir. Öcalan’ın devlet ile görüşmelerinde bahara kadar hakikatleri araştırma komisyonu, müzakere ve sekretarya kurulmasını talep ettiğini ve devletin bu bağlamda söz verdiğini ifade ediyor aynı görüşmede. Daha sonrasında 5 kişilik bir sekretaryanın oluştuğunu biliyoruz. Bu sekretarya Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken, Hatip Dicle ve Ceylan Bağrıyanık’tan oluştu. Ancak adımlar bunun ilerisine de gitmedi.
Murat Karayılan’ın bu açıklamasında Erdoğan ve de AKP’nin görünürde seçimlere kadar bir şekilde süreci götürmek istediklerini ancak seçimlerden sonra bambaşka bir pratik içinde olacaklarını ifade ediyor. Bu da aslında PKK’nin yürüyen tartışmalar ile birlikte asıl amacın ne olduğunu gösteriyor. Yukarıdaki açıklamayı yapan Murat Karayılan 14 Haziran 2015 tarihinde ise; “7 Haziran seçimleri ardından Türkiye’nin bir bütün olarak yeni ve önemli bir sürece girdiğini düşünüyorum. 7 Haziran seçimlerinin sonucu eğer doğru okunursa, Türkiye toplumu bu sorunun çözümünü istiyor.”(6)
PKK, bir yandan Erdoğan ve AKP’nin başlayan süreci yürütmeleri için baskı yaparken, öte yandan ise “AKP, 2011’de yaptığını tekrarlamak istiyor. Buna fırsat vermeyeceğiz” sürecin başka bir yere evrilme durumunu da görüyorlardı. 7 Haziran seçim sonuçları netleştiğinde hükümet adına barış müzakereleri yürüten Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan; “HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar” diyerek hızlı bir şekilde hükümetin tavrını da açık ediyordu. Hükümet alınan sonucu büyük bir öfke ile karşıladı. PKK, seçim sonuçlarını sorunun çözümü için bir fırsat olarak değerlendirirken hükümet köprüleri atmıştı bile. Bu durum aslında Erdoğan/AKP’nin ciddi bir çözüm arayışı içinde olmadığını bize gösteriyordu.
Devlet bir kez daha savaş dedi: Suruç’ta Kobanê’ye yardım götürmek, Kobanê’nin inşaası için gitmek isteyen yüzlerce sosyalist genç arasına giren IŞID’li canlı bomba 33 sosyalist gencin yaşamını yitirmesine neden oldu. Başka güçlerin enerjilerini kendi stratejik amacına kanalize etmenin de ötesinde Türkiye’de IŞID’in gerçekleştirdiği bütün eylemler içinde MİT’in “derin” bir ittifak içinde olduğuna inanmayan yok gibi. Bu eylem ve sonrasında Ceylanpınar’da iki polise dönük gerçekleştirilen eylemden sonra devlet savaş uçaklarını havalandırdı. IŞID’i vurmak için kalkan savaş uçakları Haftanin’den Kandil’e kadar PKK kamplarını bombalamaya başladı; “PKK’nin üst düzey yöneticilerinin bulunduğu Kandil’in de bombardımanda hedef alındığı belirtiliyor. Operasyonda örgüte ait eğitim tesisleri, sığınaklar ve uçaksavar bataryalarının hedef alındığı öğrenildi.”(7)
4- “Başkanlık” diğer ismi Meşruti Monarşi
Bizler başlayan savaşı aylardır “hendek”ler üzerinden yürüyen bir tartışma ile okuyoruz. Hendekler ilk olarak Kobanê direnişi sürecinde Cizre’de kazıldı. Cizre’de 26 Aralık’tan itibaren 4’ü çocuk 6 kişinin ölümü, 6 kişinin de yaralanmasına neden olaylardan sonra, sokak girişlerine PKK’nin gençlik yapılanması Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) üyeleri tarafından ilçenin Nur, Sur, Cudi ile Yafes mahallelerine güvenlik güçlerinin girmesini engellemek için kazıldı bu hendekler.
Daha sonra Abdullah Öcalan’ın araya girmesi ile hendekler kapatıldı. “Şunu açık bir şekilde ifade ediyoruz. Kürt halkı bu dönemin ruhuna göre hareket ediyor. Hendeklerin açılması da bunun içindi. Hendeklerin açılması keyfi tutuklamalara ve siyasi soykırım operasyonlarına karşı bir tedbir olarak açıldı. Ama şu an bu hendekleri kapatıyoruz.”(8) Ancak 7 Haziran gecesi açığa çıkan seçim sonuçlarının Erdoğan/AKP tarafından tanınmaması ile yeni bir süreç daha başladı. 7 Haziran gecesi gerçekleşen bir darbe idi. Bu darbeye 7 Haziran seçimleri ile ciddi bir güç kazanan HDP direnemedi, bir şekilde kendisini seküler bir yapı olarak ifade eden ve yeni durumda daha da zor duruma düşen CHP’de hiçbir itiraz gelişmedi. Sonuç olarak 7 Haziran’da seçim değil bir darbe oldu.
Darbe adım adım kendisini katliamlar ile inşa etti. Darbeye karşı açık itiraz PKK’den geldi. PKK’nin bu itirazı devletin ne yapmaya çalıştığını bilmesinden geliyor. Başka yapılar ne olup bittiğini anlamak için çaba harcarken, ve hatta 7 Haziran’dan sonra dört ay hala başka bir şeyler beklerken 1 Kasım’da Recep Tayyip Erdoğan saltanatını ilan etti. Her ne kadar başkanlık üzerinden bir tartışma yürüyor olsa da, istenen ve de beklenen ne Fransa’da olduğu gibi yarı başkanlık “Başkanlık sistemi ile parlamenter sistemin karışımıdır. Yürütme gücü halk tarafından seçilen devlet başkanı ile meclis güvenine dayanan hükümet başkanı arasında paylaşılır. Fiili olarak ise yürütmenin başı devlet başkanıdır” sistemi, ne de ; “Yasama, yürütme ve yargı organları arasında kesin bir ayrıma ve dengeye dayanan, yasama ve yargı organlarının demokratik denetimi içinde, yürütmenin iktidar olanaklarını genişleten bir hükûmet sistemidir. Başkanlık sistemi, Başkanlık hükûmeti sistemi olarak da adlandırılmaktadır” ne de başkanlık sistemidir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “kendimize has bir başkanlık sistemi” dediği ne yarı başkanlık sisteminde olduğu gibi yürütme organının iki başlı olma özelliğine sahip bir sistem ve nede başkanlık sistemindeki yürütme organı ile yasama organı iç içe geçmemiş durumdadır. Recep Tayyip Erdoğan/AKP iktidarı bütün zamanında hep geçmişe referans verdi. Şimdi yaşanan durum bu referansın artık yaşamda hayat bulmasıdır. PKK’nin mücadelesi ile artık sürdürülemez bir hal alan sistem demokratik bir dönüşüm yerine bir yüz yıl geriye sardı. Şimdi bu durumdan nasıl bir çıkış olacak. Birçok tartışmada sürdürülebilir bir durum olmadığı ifade ediliyor, hatta “savaşa devam” diyen ekibin bile bir yerde durup yeni bir hale geçmek isteyebileceği ifade ediliyor. Ancak başka bir değerlendirme ise Mussolini’de sürdürülebilir bir sistem kuramamıştı ancak Komünist Partizanlarca yakalanıp öldürülene kadar iktidarda idi.
5- Meşruti Monarşi’ye karşı Demokratik Özerklik
Çözülmemiş bir sorun ile birlikte tarih bir kez daha yeniden yazılacak. Çözüme çok uzak mıyız? Doç.Dr. Maya Arakon; “Müzakereler sürerken herhangi bir konuda uzlaşılamadığı için bloke olmuş değil. Aslında masaya tekrar dönüldüğünde aşılamayacak bir noktası yok”(9) diyor. Ortada olmayan şey çözme iradesidir. Aslında adına Cumhuriyet denen T.C. hiçbir toplumsal sorunu çözebilmiş değildir. Sorun çözmek değil, sürekli sorunlar üretmek üzerinden kendisini kurmuş bir sistem. Bir elin parmakları kadar komünist yaşamıyorken bu ülkede, her gece “komünistler darbe yapacak” rüyaları ile yataklarında sıçradılar.
1960’lar ile birlikte sendikal ve sosyalist örgütlenmeler biraz gelişince on yılda bir askeri darbeler, cuntalar, cezaevleri, ölümleri, işkenceler… Toplumsal hiçbir soruna çözüm olamamış, kendisini tamamen şiddet üzerinden kurmuş, en ufak bir eşitlik ve özgürlük talebini katliam ile bastırmış faşist bir sistemden öteye gitmedi T.C. Onu bu şiddeti karşısında toplumsal bir muhalefet de yaşamsal değişikliler yapacak kadar bir güce sahip olmadı. Ta ki PKK’nin toplumsal dinamiklerine oturduğu 1990’lara kadar. Bu tarihten itibaren sistemden salt talep eden değil, isteğini bir şekilde; hayatı, kenti, sokakları yeniden kuran gerçekleştiren bir sistem oluştu.
PKK 1990’lar ile birlikte ilk etapta Kürdistan’da, daha sonra Avrupa ve de Türkiye metropollerinde ciddi toplumsal bir muhalefet alanını örgütledi. Silahlı mücadele dışında yaşamın hemen hemen her alanından doğru, özellikle de kadın ve gençlik üzerinden muazzam bir direniş/yeni yaşam örgütledi. Uzun yıllar kendi kitlesi içinde devam etse de bu örgütlenme/özgürleşme hali, Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet ekseninde gelişen politik hattı ile bambaşka kesimler ile de buluşmaya başladı. 1970’lerde enternasyonal bir şekilde örgütlenme adımlarını atsa ve bu özelliğini her zaman korusa da, özellikle de 1984-2000 tarihleri içinde daha çok Kürdistani bir yapı olarak görüldü.
2000’ler ile birlikte Türkiye için çözümler üretmeye başladı. Zaman zaman başarısız sonuçlar ile moral bozukluğu, geri çekilmeler yaşanmış olsa da bu stratejik bir karar olarak kaldı. Öclan’ın kuramsallaştırdığı ekolojik, cinsiyet özgürlükçü bir paradigma ile öngörülen Demokratik Cumhuriyet düşüncesi ciddi bir değişimi getirdi. PKK/KCK/PJA bir bütün olarak bütün yapılar buna uygun şekilde yapılandılar. Kürdistan’ın özgürlüğü, Türkiye’nin demokratikleşmesi, özgürleşmesi ile mümkündür. Aslında bu durum PKK’nin çıkış ilkelerine de uygun bir durumdu. Hatta Abdullah Öcalan daha 1993’te kendisi ile ilk röportajında Mehmet Ali Birand’a; “Türkiye’nin demokratikleşmesi ile bir çözüm neden olmasın” diyerek on beş yıldır devam eden sürece ta o zamandan dikkatleri çekmektedir.
PKK/Öcalan “orada” olmakla, “orada” mücadele yürütmekle kalmadı. Türkiye’nin merkezinde de siyaset yaparak bir dönüşüm başlattı. Bu dönüşüm HDK ile bir noktaya vardı: “HDK, Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin, azınlıkların, ezilenlerin, dışlananların bir araya gelerek mevcut siyasete alternatif yeni bir siyaset oluşturma hedefiyle yola çıkmıştır. Başta Kürt hareketi olmak üzere tüm etnik kimliklerin, din ve mezheplerin, kadınların, LGBT bireylerin, azınlıkların, çevre hareketlerinin ve bağımsız bireylerin kendilerini ifade edebilecekleri bir platform oluşturmayı amaçlar.”(10)
HDK ve devamında HDP üzerinden Demokratik Cumhuriyet anlatısı genişletildi. Demokratik Cumhuriyet ile demokrasinin milliyetçilikten, halkın etnik kimlikten ayrılması hedeflendi. Somut olarak, vatandaşlığın etnik köken bağlamında değil, toplumsal cumhuriyet ve sivil haklar bağlamında tanımlandığı yeni bir durum ortaya çıktı. Demokratik Cumhuriyet planı devletin niteliğini hedef alırken, demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm ise insan odaklı ve özgürleştirici, birleştirme siyaseti doğrultusunda devlet odaklı siyasete alternatif geliştirmeyi hedefledi. Demokratik özerklik kavramı, bağımsız bir devletin bünyesindeki kurumlar arasında egemenlik paylaşımına dayanan bir model ya da devlet ve görevlerinin kurumlara transferine dayanan bir model değildir. Halkın devletle ilişkisi yerine özerk yönetim esası özelinde, insanların siyasi yaklaşımlarının yeniden şekillenmesine dayanmaktadır. Kuramsal olarak bu tartışmalar devam ederken diğer yandan yerelden bir inşa süreci başladı.
Bu anlamıyla PKK, özsavunma pratikleri ile devlet inşasından toplum inşasına evrilen ve bununla bağlantılı olarak gücü ele geçirmek/merkezileştirmekten ziyade, toplumsal özyönetim kapasitelerini geliştirmeye yönelen bir sürecin içine girmiştir. Bu yaklaşım çoğu zaman üstten politik bir dayatma gibi görünse de, aslında halkın talepleri/beklentileri “artık kendimizi biz yönetmek istiyoruz” ile çakışan bir süreçtir. Kürdistan’da başlayan bu sürecin Türkiye’deki sistem açmazını da dönüştüreceği ifade edilmektedir. Devlet, devlet aklı dışında bir çözüm önerisi ve pratik de yaşam bulma hali.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde 7 Haziran başka bir şey oldu. Beklenmiyordu. Toplumsal dönüşüme olduğu kadar iktidar paylaşımına da gelmeyen sistem onun için topyekun savaş dedi. PKK’de bu savaşa karşı özerkliklerin ilanı ile çıktı. Hendekler üzerinde bir tartışma devam etse de olan durum budur. Devletin bir kez daha inkar ve imha politikasına/savaşa yönelmesine PKK de pratik olarak cevap vermiş oldu. Her ne kadar PKK/KCK biz Demokratik Özerkliği bütün Türkiye için öneriyoruz dese de, ana akım medya/siyaset bunu sadece bölgesel bir talep olduğunu söyleyerek bir alana hapsediyor.
Demirtaş; “demokratik özerklik bizim parti ve seçim programımızda var” dese de bu ses pek genele inmedi. Bu yönü ile 7 Haziran’da HDP’ye oy veren, oy değil ama gönül veren yapılar/bireylerde olanı biteni anlayamadılar. Demokratik Özerklik meselesini salt Kürtler üzerinden tartıştırmak iktidarın işine geliyor, böylelikle AKP’den, Erdoğan’ın siyasetinde rahatsız olan büyük kesimler bu tartışmanın dışına itilmiş, ya da zımnen sistemden yana durmaya bırakılmış oluyor.
Bu durumdan nasıl çıkılacak?
İşte şimdi herkesin peşinde olduğu sorunun cevabı budur. Bir çözüm mümkün olacak mı, ya da nasıl gelecek bu çözüm. Aslında bu koşullarda bunları konuşmak da pek akla uygun gelmiyor. Çünkü AKP 90’larda dahi olmayan bir katliam pratiği içindedir. İnsanlar sokaklardaki cenazelerini alamıyor.
1. Devlet/AKP savaş dediğinde PKK’nin bir hazırlığı, yeni bir politikası olsa da bu politika geniş kesimler tarafından bilinmiyordu. PKK hendekleri açtı ve devlet de “kamu güvenliğini tahsis etmek” için hareket geçti algısı batıda hızlı bir şekilde yer edindi. Hatta Kürdistan’da da azımsanmayacak kesimler “Neler oluyor, hani çözüme gidiyorduk, bu hendekler de neyin nesi?” dediler. Devlet geniş bir hazırlık içinde hızlı bir şekilde makas değişikliği yaptığında geniş kesimler bunu anlamadı, hala anlamayan çok geniş kesimler var.
2. PKK devletin başından itibaren ikili bir politika yürüttüğünü -özellikle de “çözüm süreci” içinde yoğun şekilde Kürdistan’da devam eden kalekollar- düşündüğü için bir yandan sorunun demokratik yönden çözümü için müzakerelerin açık ve kontrol edilebilir olmasını savunurken, diğer yandan devletin olası savaş ilanına dönük hazırlıklarını yürüttü. Ancak bunu geniş kitlelere yeterince anlatamadı. AKP/devlet “çözüm süreci” aldatmacasını daha erkenden ve etkili bir şekilde anlatma çabası içinde olabilirdi.
Öte yandan devletin/AKP’nin savaş ilanı karşısında kendi tavrını açık ettiğinde bu tavır “hendekler” adımına sıkıştırıldı. AKP ise bu durumu kendisinin kitlesi olmayan insanlar üzerinden de iyi kullandı. Süreç hendekler süreci değildi, süreç devletin tekrar yüz yıl önceki ayarlarına dönmesi karşısında yaşanan teslim olmama/meşru müdafaydı. Gelen Meşruti Monarşi’ye karşı Demokratik Cumhuriyet karşı durumaydı. Bu durum hem Türkiye kitlesine ve hem de Kürdistan halkına yeterince anlatılamadı.
3. Bu süreçte en hazırlıksız yakalanan HDP oldu. Tamamen verili sistem üzerinden siyaset tapmak üzere oluşmuş, bütün yapılanmasını, çalışmalarını, programını bunu göre yapmış bir parti için elbette durum güçtür. Ancak 7 Haziran seçim sonuçlarının bir yerde iptal edilmesine karşı etkili bir direniş sergilemedi. 7 Haziran sonuçları üzerinde ısrarlı olabilir, hatta biraz agresif bir siyaset de uygulayabilirdi. Devlet/AKP savaş dediğinde ise de durumu erkenden kavrayamadı. Türkiye’de barış mücadelesinin de öznesi gene HDP’dir, bu bağlamda en etkili ve de kitlesel çalışmalar HDP’den beklenir. Ancak hem AKP karşısında, hem de AKP’nin yerinden başlattığı savaş karşısında 7 Haziran’dan sonra etkili bir muhalefet geliştiremedi.
Şu haliyle AKP/devlet bütün kurumları kuşatarak, adeta şiddet ile teslim alarak bir savaş yürütürken “başkanlık”/Meşruti Monarşi için de yoğun bir çalışma içinde. Türkiye’deki mevcut siyaset iklimini Kürtlere karşı bir arada tutmaya çalışırken öte yandan “başkanlık”/Meşruti Monarşi dayatması ile önemli bir kesimi de tedirgin etmektedir. İşte bu noktada HDP’nin daha etkili olarak Meşruti Monarşi mi, Demokratik Cumhuriyet mi politikası üzerinden AKP/Recep Tayyip Erdoğan politikalarından rahatsız olan kesimler üzerinden daha etkili bir politika üretmesi gerekir. Bu kitle Gezi süreci ile başka bir algı edinmişti. Bunun yerinden canlandırılması lazım.
Meşruti Monarşi’ye karcı mücadele içinde yer alabilecek çok geniş kitleler var. Aleviler bu kitleler içinde en etkili olandır. 7 Haziran’dan HDP ile olarak açık bir duruş geliştirdiler. Şimdi de Kürdistan’da devam eden devlet kuşatması/savaşına karşı çeşitli eylemlikler içindeler. Cemevlerinde devam eden kitlesel açlık grevleri de bu anlamda etkili ve de önemlidir. Bu yakınlık, bir arada duruş daha genişletilebilir. Bununla birlikte Avrupa’daki Kürt ve Alevi kesimler içinde bu bir arada durma hali daha hızlı şekilde güçlendirilmelidir.
Gene Avrupa’da hem Türkiye/Kürdistan diasporası arasında hem de sosyalist, demokrat, komünist, anarşist ve de anti-militarist yapılar arasındaki ilişkilerin gelişmesi için HDP ciddi bir çalışma yürütebilir. Avrupa’da bu ortaklıklar içinde geniş kitlesel eylemlere çok ihtiyaç vardır.
En kötü giden yer ise Türkiye metropolleri, belirli bir kitlenin çabası dışında etkili bir muhalefet/görünürlük ne yazık ki yok. Oysa AKP/devlet bütün alanları şiddetli bir kuşatma altında tutmaktadır. Bu kuşatmada rahatsız olan ancak ne yapabileceğini bilmeyen ciddi bir kitle var, HDP bu kitleye dönük ciddi bir çalışma yürütebilir. Hatta zaman zaman CHP ile kimi ortaklıklar geliştirebilir, hali hazırda CHP’den özellikle gençler/eski-yeni milletvekili duruma karşı oldukça duyarlıdır. Bu duyarlılık daha da büyütülebilir.
Barış hakkı için yapılan çalışmalar çok sınırlı, bunu geliştirmek için bir grup akademisyenin ciddi/anlamlı bir çalışması var. Kadınların özellikle barış için duyarlı bir duruşu/sürekli eylemleri var, bunlara eklenebilecek gene savaş karşıtı, anarşist, anti-militarist çevreler var bunlar da daha etkili olabilirler. Bu birliktelik özellikle de savaş medyası üzerinden de etkili bir çalışma/eylem hattı kurabilir. Barış bu coğrafyada bütün halkların/inançların, doğanın, kentlerin, sokakların elinden devlet tarafından gasp edilmiş durumdadır. Ve savaşın insan kaynağı üzerinde ciddi bir eylemsellik geliştirilebilir.
TSK’nin bugün halklarımız/emekçiler için bir meşruiyeti kalmamıştır. Savaşın insan malzemesine dokunmak/kurutmak için kitlesel olarak vicdani ret yapmak etkili bir eylem halidir. Savaşa bu anlamda dahil olmamak geniş kitlenin algısında başka bir şeye neden olacaktır. Her duruş vicdani ret bağlamında da olmayabilir, yüzlerce kadın İzmir, İstanbul, Ankara’da “çocuklarımız askere göndermiyoruz, bu savaş bizim değil, sarayın savaşına verecek çocuğumuz yok” demeleri durumunda başka bir eğilim gelişebilir.
Özcesi bir savaş ile bir kez daha bütün olarak hepimiz korkunç bir kaybetme hali ile karşı karşıyayız. 1915 tarihinde kaybedenin sadece Ermeniler olmadığını, onlar ile birlikte bir yüzyıldır hepimiz birlikte kaybediyoruz. Buna bir kez daha razı olmamak gerekiyor. Bir şekilde kentlerimiz, sokaklarımız, hayatlarımız, bedenlerimiz üzerinden yükselen “başkanlık”/Meşruti Monarşi’ye karşı hepimiz yapabileceğimiz her şeyi yapmak zorundayız.
Çok geç kaldık, kalıyoruz…
Dipnotlar