Ankara Katliamı’nın kendisiyle ilgili konuşmak için belki henüz erken, çünkü onu hâlâ yaşıyoruz, başımıza neyin geldiğini henüz tam olarak görebilecek durumda değiliz. Kaybımız sadece ölenler değil ve ölenler de sadece sayı değil. Yani, 103 kişinin öldüğünü söylediğimizde katliamla ilgili pek bir şey söylemiş olmayız aslında. Bu korkunç olayla ilgisiz gibi görünen (ama aslında gayet ilgili […]
Ankara Katliamı’nın kendisiyle ilgili konuşmak için belki henüz erken, çünkü onu hâlâ yaşıyoruz, başımıza neyin geldiğini henüz tam olarak görebilecek durumda değiliz. Kaybımız sadece ölenler değil ve ölenler de sadece sayı değil. Yani, 103 kişinin öldüğünü söylediğimizde katliamla ilgili pek bir şey söylemiş olmayız aslında. Bu korkunç olayla ilgisiz gibi görünen (ama aslında gayet ilgili olan, çünkü o da ülkemizde gerçekleşen bir felaket ve orada da hayatlarını yitirenler yine halkımızdan insanlar) ve bir o kadar korkunç başka bir örnek vereyim: Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nın 9 günlük tatilinde 134 kişi öldü. Ancak, bunu bu şekilde söylediğimizde, bu haliyle, sadece bir “bilanço”dur. Ve medyada da, sanki bir borsa haberiymiş gibi, öyle sunulur: “Katliamın bilançosu” veya “Kurban Bayramı’nın bilançosu” diye. Oysa bir ekonomi terimi olan bilanço, katliamlara ve toplu ölümlere uygulandığında dehşeti manipüle eden bir işlevdedir. Söz gelimi, Soma Katliamı’nda yakınını yitirmiş birine orada 301 kişinin öldürüldüğünü söylediğimizde bizi asla “tam olarak” duymayacaktır. O, öncelikle, yitirdiği eşinin, Ahmet’inin acısını duyacaktır. Bize tıpkı Cizre’deki 9 günlük sokağa çıkma yasağı esnasında bir babanın polis tarafından vurulan oğlu için söylediğini söyleyecektir: “Çocuğun öldüğünde sana daha ne kalır, çocuğun öldüğünde, herkes ölür.” Bir katliamın o sonsuz ıstırabını, dehşetini hissedebilmek tek bir kişinin öldürülmesinin dehşetini hissedebilmekten geçiyor. Çünkü “her ölüm ilk ölümdür”, ilk ölüm kadar yenidir, beklenmediktir, sarsıcıdır, trajiktir, korkunçtur. Ankara Katliamı’nda hayatlarını yitirmiş olanların her biri, içimizden birileri için, dünyanın en değerli insanıydı ve korkunç bir şekilde paramparça olarak göçtü bu dünyadan.
Henüz hasar tespiti yapabilecek durumda değiliz. Belki de daha uzun bir süre yapamayacağız. Mesela, 9 yaşındaki çocuğunu, Veysel’ini ve kocası İbrahim’i katliamda kaybeden Nezahat Atılğan’ın hasarını nereye, nasıl yazacağız? Onun yıkılmış hayatını, yaşayanlara mı yoksa ölenlere mi ekleyeceğiz? Ya da katliamdan sağ kurtulan ve o gün, bütün gün, üzerlerine baştan ayağa arkadaşlarının kanı, et parçaları saçılmış bir halde hastanelere taşınan veya kan vermeye koşan yüzlerce insanın yaşadığı travmayı?.. Katliama ve sonrasında yaşanan barbarlığa başka şehirlerden internet ya da televizyon aracılığıyla şahit olan ve gördükleri karşısında insanlıklarından utanan, insanlıkları eksilen milyonlarcasının aldığı yarayı?.. Türkiye’nin kalbinde yaşanan bu katliam tüm ülkeyi sarsan, hepimizi altında toplayan o çatıyı yıkan bir depremdi. “Devleti ve milletiyle bölünmez” olan o “bütün” artık yok. Artık hiçbir şey bütün değil burada. Her şey tuzla buz oldu. Ve bu travma hâlâ sürüyor.
Bu katliamdan sonra, birçoğumuzun gözünde, devlet demek ölüm demektir. Artık bir “milli duygu”nun kalmadığı yerde milletten de söz edemeyiz. Millet Konya’daki, aslında yastan dolayı ertelenmiş olması gereken o “milli” maçta yuhalamalar ve ıslıklar eşliğinde o sahaya gömüldü. Onunla birlikte devlet olma sıfatını resmiyetle taşıyan devlet de. Çünkü devlet ulus-devlettir ve ulusla birlikte var olur. Bir milli maçta, milletin bir kısmının diğer kısmını, o millete ait olmayan (yani normalde milletin “düşman” addedip karşısında tek vücut olacağı) bir fail, IŞİD tarafından gerçekleştirilmiş bir katliamda katledilmiş vatandaşları için saygı duruşu esnasında yuhalaması devletin ve milletin tam anlamıyla çöktüğünün resmidir. Bu rezaletin tarihte başka bir örneği var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim, kimsenin artık burada bir “milli duygu”dan bahsedemeyeceği…
10 Ekim günü Ankara’da gerçekleştirilmek istenen miting “Barış, Emek ve Demokrasi Mitingi”ydi ve orada toplanan insanlar bu ülkede barışa, emeğe ve demokrasiye değer veren her yaştan ve her kesimden insandı. Ankara Garı önündeki patlamalarda hayatlarını yitirenler her gün sokakta, otobüste, iş yerlerinde, parklarda, her yerde karşılaştığımız bizim gibi sıradan insanlardı. Orada katledilenler bizdik, yani halk. O eylem HDP’nin mitingi de olabilirdi. Bu ülkede seçime giren bir parti olarak HDP’nin miting yapması gayet meşru ve yasal bir şeydir. Oysa bu ne bir seçim mitingiydi ne de sadece HDP’nin. Mitingi düzenleyen bileşenlerden yalnızca biriydi HDP, bunu haftalar öncesinden herkes biliyordu. 7 Haziran seçiminden Ankara Katliamı’na kadar, yani sadece 4 ay içinde, bu ülkede 694 insan öldürüldü. (Cumhuriyet, 11 Ekim tarihli nüsha) Türkiye’nin her yerinden çeşitli sivil toplum örgütlerini, sendikaları, partileri, herhangi bir örgüte mensup olmayan duyarlı insanları o gün o alanda toplayan şey tam da bu yakıcı gerçekti. Ölümlerin, akan kanın bir an önce durması için barış talebinin bu ülkenin başkentinde, yüksek sesle, kararlı bir şekilde ve dayanışma içinde hep birlikte dile getirilmesi gerekiyordu. O eylem, özlemini duyduğumuz barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamanın bir temsili, provası olacaktı. Fakat maalesef bu barış gösterisi henüz başlamadan korkunç bir katliamla, gerçek bir savaşla bastırıldı. Bu katliam, aynı zamanda, halkın barışını zorbalıkla rehin alıp buzdolabına kaldıranların, “sonuna kadar savaş” diyenlerin, barışın temsiline bile nasıl tahammül edemediklerini göstermiş oldu.
Ancak, asıl saldırı 7 Haziran’da AKP’yi iktidardan düşürmüş olan güceydi. Bu gücün yarısı Kürt Hareketi’yse, diğer yarısı Kürtlerle beraber barış ve kardeşlik içinde, el ele, ezilenlerin ve emeğin daha adil ve insanca yaşayacağı bir Türkiye özlemiyle HDP’ye destek vermiş olan Türkiyeli devrimci, demokrat ve duyarlı insanlardı. Yani, 10 Ekim günü tam da o meydanda temsilini bulmuş olan güçtü bu. 7 Haziran Türkiye’nin doğusu ve batısının, belki de tarihinde ilk defa, sahici bir yakınlaşması ve dayanışmasına sahne oldu. Ve bunun ülke için nasıl büyük bir umut ve güç doğurabileceğine. Bu güç, en cılız haliyle bile, AKP’nin 13 yıllık tek parti iktidarını bir günde tarihe gömdü.
Türkiye’de devletin, kuruluşundan beri, hangi hükümet gelirse gelsin, en büyük korkusu, Türk ve Kürt halklarının gerçek bir kardeşlik temelinde birbirine yaklaşması ve sarılması olmuştur. Devlet ideolojisinin parti olarak cisimleşmesi olan MHP’nin 7 Haziran’dan bugüne AKP’nin en büyük müttefiki olmasının nedeni de bu korkudur. Ankara Katliamı’ndan sonra açıklama yapmak üzere karşımıza çıkan ama hesap vermek yerine utanmadan sırıtan veya “güvenlik zafiyeti yoktur” diyebilen o bakanlar AKP’ye MHP’nin hediyesidir. “Geçici hükümette yer almayacağız” diyerek güya AKP karşıtlığını ortaya koymuş olan MHP, aslında, geri durarak, kendi payına düşen üç bakanlığı AKP’ye altın tepside sunmuştur. Bu bakanlıklara hepsi de Erdoğan’a yakın olan bürokratlar atanmıştır. Böylece Erdoğan’ın geçici hükümetteki eli, MHP sayesinde, daha da kuvvetlenmiştir. Oysa MHP gerçekten AKP’nin karşısında duruyor olsaydı, o bakanlıkları alarak, en azından yolsuzluklar konusunda CHP ve HDP ile birlikte davranıp, gerçek bir soruşturmanın önünü açabilirdi. Ancak, AKP’yi böylesine zor bir duruma düşürebilecekken, pasif bir tutum sergiledi. Yine, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinin başka bir örneği olarak Kobane’yle dayanışmak üzere İstanbul’dan bölgeye giden gençlerin hunharca katledildiği Suruç Katliamı’ndan sonra, MHP’nin bir terör komisyonu kurulmasını reddetmesi ya da Ankara Katliamı’ndan bir gün önce “oluk oluk kan akacak” diyen Sedat Peker’in Rize mitingi bu müttefikliğin birer göstergesidir. Dahası, 7 Haziran’dan beri yaşanan kaosun çözümüne yönelik, Bahçeli’nin kendilerine yapılan her davet ve görüşme önerisini istisnasız bir şekilde reddederek partisini paralize olmuş bir halde tutması da AKP’nin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şeye yaramadı. MHP’nin bu desteği olmasaydı 7 Haziran’da devrilmiş olan AKP bu kadar kısa sürede ayağa kalkamazdı.
Bugün Türkiye, devleti, milleti ve toplumuyla bölünmüş, parçalanmış bir durumdadır. Bir yanda devlet aygıtını ve hukuku tüm gücüyle kendi kendisini korumak üzere gasp etmiş AKP ve ona “devletin bekası gereği” kerhen arka çıkan MHP (yani otoriter ve tekelci bir devlet zihniyetiyle yönetilen bir Türkiye arzulayan bir faşist blok) ve gerek bu güçten zarar görmemek için gerek de bir suç ortaklığı motivasyonuyla bu faşist cepheye destek veren kesimler; diğer yanda AKP diktatörlüğüne karşı çıkan ve daha demokratik, çoğulcu ve barış içinde yaşayan bir Türkiye arzulayan kesimler var. İkisinin ortasında gibi görünen üçüncü bir kesim olarak da, sayıları hiç de az olmayan, tarafsız kalmaya çalışan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen, tümüyle sindirilmiş, ancak pasifliği ve kayıtsızlığıyla AKP diktatörlüğüne yedeklenen, ona destek verenlere eklemlenen bir yığın duruyor. Nasıl ki bir yalan, hesabı verilmediği sürece, ancak başka bir yalanla sürdürülür; suç da, hesabı verilmediği sürece, ancak başka bir suçla sürdürülür. 7 Haziran’dan sonra, hesap verme gününün yaklaştığını görüp, kendini korumak adına ülkeyi kaos bataklığına sürükleyen, bölünmeyi derinleştirerek sürdüren, devletin ve hukukun bütün gücünü gasp edip öz savunmasına seferber etmiş olan AKP ise, bu bataklığın beslendiği asıl kaynak da bu sessiz yığındır. Sadece son dört ay içinde, her geçen gün, devletin sorumlu olduğu suçlarla, suiistimallerle, ihmallerle ilgili birbirinden korkunç gerçekler ortaya çıktıkça, birbirinden korkunç felaketler yaşandıkça, neredeyse bir “inanmama” kayıtsızlığıyla sessizliğini sürdüren bu yığın, işlenen bütün suçların en büyük ortağı ve yeni felaketlerin de en büyük teminatıdır.
Söz gelimi, Diyarbakır’da HDP mitinginde bomba yerleştiren Orhan Gönder’in IŞİD’e katılmadan önce ailesi tarafından polise şikayet edildiği ortaya çıktı. Anne Hatice Gönder, “Polise şikayet ettik. Bir kez ifadesini aldı, bıraktı. Daha sonra evi terk edip Suriye’ye gitti. Sınırın her tarafını dolaştık ama bulamadık. Sonra Diyarbakır’da patlamayı yaptığını duyduk,” dedi. (Zaman, 15 Ekim tarihli nüsha)
Suruç Katliamı’ndaki bombayı patlatan Şeyh Abdurrahman Alagöz, Orhan Gönder’in arkadaşı ve Ankara Katliamı’ndaki canlı bombalardan biri olan Yunus Emre Alagöz’ün ağabeyiydi. Bu isimler ve onların ailelerinin feryadı 2013 Eylül’ünde Radikal muhabiri İdris Emen tarafından haber yapıldı. Dahası, 16 Ekim tarihli Radikal gazetesinde, İsmail Saymaz’ın haberine göre, iki yıl sonra Suruç ve Ankara Katliamlarını yapacak olanlar, o dönemde “El Kaide” davasından tutuklanıp serbest bırakılmıştır. Ve o zamandan beri devletin bildiği isimlerdi bunlar.
Yine, Ankara Katliamı’ndaki canlı bombalardan biri olan Ömer Deniz Dündar’ın babasının açıklamaları: “Oğlumu Suriye’den geri getirmek için defalarca emniyete gittim. oğlum 2014 yılında Adıyaman’a geldi. 8 ay yanımda kaldı. Ben oğlumu emniyet’e şikayet ettim. Emniyet’e, ‘bunu alın cezaevine atın’ dedim. İfadesi alındıktan sonra oğlum serbest bırakıldı.” (Radikal, 14 Ekim tarihli nüsha)
Aynı şekilde, “Oğlumu canlı bomba yapacaklar diye korkuyorum,” diyerek oğlunu emniyete şikayet eden Bekir Uzun’un feryadı. “Oğlunun 1 Ekim’de ‘iş aramaya gidiyorum’ diyerek evden çıktığını söyleyen baba Bekir Uzun, polise daha önce yaptıkları başvuru üzerine onun önce Kilis’te olduğunun tespit edilip yakalandığını, ifadesi alındıktan sonra ‘seyahat özgürlüğü’ gerekçesiyle serbest bırakıldığını, erkesi gün ise oğlunun ‘Suriye’deyiz’ diye mesaj gönderdiğini öğrendiklerini söyledi.” (Milliyet, 18 Ekim tarihli nüsha)
Şimdi, böylesine önemli ve hayati olan haber ve tanıklıkların toplumun büyük bir kesimi tarafından neredeyse “inanmama”ya varan tuhaf bir kayıtsızlıkla karşılanması ne anlama geliyor? Argümanın hatırına soralım: Bunların yalan olduğu mu düşünülüyor? Böyle bir şey mümkün değil. Çünkü birinci ağızdan yapılan açıklamalar ve birinci derece kanıt olacak tanıklıklar var. Hangi anne baba yalan yere “oğlum canlı bomba olacak, onu tutuklayın” der? Bu felaketlere devletin göz yumduğuna inanmayanlara ise şunu söyleyebilirim: Ülkenin herhangi bir sınırına izinsiz bir şekilde yaklaşmaya çalışın, bırakın geçmeyi, sadece yaklaşmaya çalışın, daha bir kilometre ötedeyken gözaltına alındığınızda, kendi gözlerinizle görürsünüz devletin nasıl göz yummuş olduğunu. Davutoğlu’nun “IŞİD’le aramızda 360 derece fark var” sözünün asıl vahim olan tarafı, bir Profesör olan Davutoğlu’nun geometri bilgisinin sığlığı değildir, bir devletin başbakanının kendilerinin bir terör örgütünden farklı olduğunu söyleme ve kanıtlama gereği duymasıdır.
Bu haberlere, bu ihbarlara, bu “ihmallere” ve onların sonucu olan felaketlere “inanmayanlar” onların doğruluğuna, gerçekliğine inanmıyor değil, onların “kendileriyle ilgili olduğuna” inanmamaktadır. Bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde, herhangi bir anda bir bomba patlasa kimse şaşırmaz. O kadar beklenir bir şeydir bu. Ancak, ülkenin bu acı gerçeğini kendi gerçeği, kendi sorunu olarak gören ve canla başla bunu önlemeye çalışanlar, yalnızca, bu ülkede barışı ve demokrasiyi arzulayan ve bu uğurda mücadele eden insanlardır. O sessiz yığın için ise bir yerde bir bomba patlama ihtimali şundan başka bir anlama gelmiyor: “O saatte orada olmamalıyım” ya da eğer patlamışsa, “İyi ki o saatte orada değildim.” Bu korkunç gerçek kayıtsızlıkla karşılanıyor, çünkü “o saatte orada olanlarla”, oradan geçenlerle, orada yaşayanlarla hiçbir bağı olduğuna inanmayan bir yığın insan var bu ülkede. Buna göre, mesela Dilek Doğan “o saatte oradaydı”, o yüzden öldürüldü, eğer o saatte orada, kendi evinde olmasaydı, annesinin gözleri önünde, bir polis tarafından öldürülmeyecekti. Ama orası Dilek Doğan’ın eviymiş, gelen polislere sadece “ayağınıza galoş giyin” demiş, bu önemli değil. Çünkü bir devletin meşruiyetini sağlayan hiçbir kurum işlemiyor burada. Çünkü artık gücün hak, hakkın da zorbalık olduğu, herkesin herkesin kurdu olduğu bir cangıl burası.
Bugün neredeyse atomlarına kadar ayrışmış olan toplumun bu bölünme ve parçalanması yeni ortaya çıkan bir şey değil, bugün sadece ayyuka çıkmıştır. Özellikle Roboski Katliamı’ndan beri, yaşanan ve hesabı verilmeyen her felaket ve katliamla (Afyon’daki patlama, Reyhanlı Katliamı, Gezi Direnişi, Soma Katliamı, Ermenek Katliamı, Diyarbakır bombalaması, Suruç Katliamı ve Ankara Katliamı’yla), her defasında ateş düştüğü yeri yakmış, toplumun adalete ve birliğe olan inancı git gide ve artarak yitirilmiş, tanık olunan her barbarlık insan olma onurunu taşıyan her insanı insanlığından biraz daha eksiltmiş, insanlığından ve toplumundan biraz daha utandırmış, suçu suçla örten devletin derinleştirerek sürdürdüğü bu bölünme nihayet Ankara Katliamı’yla son haddine varmıştır.
İşlenen tüm bu suçlar ve hukuksuzluklarda, tüm bu felaketlerde, tek bir siyasi, tek bir kamu görevlisi bile sorumluluk üstlenip istifa etmemiştir. Çünkü dokunulmazlığını, makamını, mevkiini, kısaca hükümetin korumasını yitirir yitirmez yargılanacağını ve suçlu bulunacağını biliyor her biri. Ve biri yargılanırsa, gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini… O yüzden her istifa talebi, haklılığına haksızlığına bakılmaksızın, bir “Yedirmeyiz!”le karşılanıyor. Davutoğlu’nun, bir TV programında, dili sürçerek ifade ettiği şey, suçlarının artık dillerine vuruyor olmasından başka bir şey değildir: “Türkiye’de zalim bir rejim var, 4 yıldır kendi halkını katlediyor!”