Seçim sonuçlarıyla ilgili, oylar neden bu kadar hızlı sayıldı, saatler neden geri alınmadı, sandıklarda uyuşmazlık vardı gibi kapı kovalamaların artık bir işe yaramayacağı anlaşıldı sanırım. Ancak daha önce tecrübe etmediğimiz şekilde sonuçlanan seçimin, anket şirketlerinin dahi açıklayamadığı sonuçların –iktidara yakın şirketlerin de tahmin etmediği sonuçlardan bahsediyoruz- şu an somut bir yararını görmüş değiliz. Kısa vadede […]
Seçim sonuçlarıyla ilgili, oylar neden bu kadar hızlı sayıldı, saatler neden geri alınmadı, sandıklarda uyuşmazlık vardı gibi kapı kovalamaların artık bir işe yaramayacağı anlaşıldı sanırım. Ancak daha önce tecrübe etmediğimiz şekilde sonuçlanan seçimin, anket şirketlerinin dahi açıklayamadığı sonuçların –iktidara yakın şirketlerin de tahmin etmediği sonuçlardan bahsediyoruz- şu an somut bir yararını görmüş değiliz. Kısa vadede de herhangi bir değişiklik olacağa benzemiyor.
Neden böyle bir sonucun ortaya çıktığıyla ilgili birçok şey sıralanabilir tabii. Ancak dengeleri tamamen değiştiren, asıl sistemi bozacak olan HDP ve Kürt hareketi üzerinde durmak daha doğru olacaktır. Kandil’in çatışmaya neden girdiği, HDP’nin bu durum karşısında yaptıkları ve yapamadıkları asıl tartışılması gerekendir. MHP’nin genel tutumu hakkında da eleştiriler yapılabilir ama onu da saf dışı bırakabilecek tek gücün HDP olması sebebiyle odak nokta HDP olmalıdır.
“7 Haziran’dan önce neden çatışma yoktu sonrasında neden başladı?” “O güne kadar sabredildi de sabır 7 Haziran’da mı bitti?” en kritik sorulardır aslında. Çoğaltılabilir de. Ama bunlar parlementer sistemde girişilen mücadelede kaybedilen bir seçimi tam olarak açıklayamaz. Çünkü muhatabın böyle girişimlerde bulunabilecek potansiyeli olduğunu bildiğiniz durumlarda sizin atacağınız adımlar daha belirleyicidir. Özellikle Kürt meselesi gibi bir durumda barış isteyen tarafın, bunu her fırsatta dillendiren tarafın mağdur olduğu bir siyasi ortamda asıl kilidi çözecek, zorlayacak kendisidir. Saldıran taraftan barış adına, çatışmasızlık adına beklenti içine girmek çok da sağlıklı sonuç doğurmayacaktır. Nitekim dönem dönem bunu gördük.
Daha önce Ağrı Diyadin’de yaşananların sonucu olarak bir çatışma ortamı oluşabilirdi, ancak olmadı. Bununla ilgili de henüz elimizde net bilgiler olmasa da bölgeden gelen duyumlara bakarak askerlerin çaresiz bırakıldıkları ve çatışma ortasında kalabilecekleri şeklinde şüphelerin olduğu biliniyor. Zaman zaman gerilen ortamın, sert açıklamaların böylesine bir çatışma ortamı yaratacağı düşünülmemişti. Ancak 20 Temmuz Suruç Katliamı her şeyi değiştirdi. IŞİD’in Suruç Katliamı sonrasında iktidarın olayı aydınlatmak yerine HDP’yi suçlama yoluna gitmesi başta bölge halkı olmak üzere HDP’de ve Kandil’de ciddi bir öfke birikimine sebep oldu. Bu öfkenin özellikle HDP tarafından son derece başarılı şekilde kontrol edildiğini gördük. 5 Haziran Diyarbakır saldırısında da aynı başarıyı gösterebilmişti Demirtaş. Suruç Katliamı’ndan sonra planlı ve sıralı şekilde meydana gelen eylemler çokça şüpheli ve komplo yorumlarına açık olsa da geldiğimiz nokta ortada. Bunların 7 Haziran sonrasında yaşanması tesadüfle açıklanamaz. Nitekim Yalçın Akdoğan’ın da “Asıl gerilimi başlatanın Demirtaş’ın seni başkan yaptırtmayacağız açıklamasıdır” şeklindeki “itirafı”, 7 Haziran’dan hemen sonraki günlerde “Şimdi çözüm sürecinin ancak filmini çekerler” açıklaması gözden kaçacak ipuçları değildi. Evet çatışmanın başlaması çok işe yarar bir yöntemdi. Adı önceki tecrübelerle çokça anılan Diyarbakır/Bağlar ilçesinde değil de bu kez sıcak paranın aktığı Diyarbakır’ın kalbi sayılabilecek Sur mahallesinde olayların başlaması ve sürmesi tesadüf değildi. Günlerce sokağa çıkma yasağıyla zaten zor geçinen esnafın batma noktasına gelmesi, hastanelerin bile çalışamaz duruma gelmesi bardağı taşırmıştı. Bazıları ekmeğini kazanamayan insanların çaresiz kalacaklarını, boyunlarını bükeceklerini çok iyi biliyordu. Günlük kazanacağı 100 liraya bakan Diyarbakır esnafı başta olmak üzere diğer il ve ilçe merkezlerinde hayat adeta durmuştu. Bir mahallede gerçekleşen çatışma sadece oradaki sakinleri değil tüm şehri esir alır. Hayat tek damardan akmıyor çünkü. Çaresizlik zamanla ve sert bir şekilde her noktaya yayıldı. Psikolojik, ekonomik, politik olarak umutsuzluğa sürüklenen halk yeter diyene kadar devam eden bir çatışmaydı bu. Evet bunlar bir tarafa çok iyi geldi ve bunu biliyorduk. (Bu arada çatışmaların yaşandığı bölgelerde HDP’nin büyük oranda oy kaybetmediği asıl oyu batıda kaybettiğini belirtmek gerek.) Bunu sadece biz değil diğer siyasi odaklar, HDP ve Kandil de biliyordu. Biliyordu da Kandil neden çatışmaya girdi? Çatışmanın planlı olduğu biliniyorken Duran Kalkan’ın “Biz kendimizi savunuyoruz” açıklaması çok da anlamlı değildi. Sonuçlarını hep birlikte gördük. Elinde silah olan ile sivil olan arasında büyük farklar vardır. Silahlı olanın perspektifi farklıdır, onun şartları ayrıdır. Yeri geldiğinde sadece varolmak üzerine kararlar verebilir. Bunların tümü tartışmaya açık iddialar tabii ki. Ama sivil olanın yapacağı çok daha etkili ve önemlidir. Bu bağlamda Demirtaş’ın rolü çok önemliydi.
Selahattin Demirtaş 7 Haziran sonrasında her basın toplantısında hatta basını gördüğü her yerde iki tarafa da ateşkes çağrısı yaptı. Beklenen de buydu aslında. Demirtaş ve HDP’li vekillerin yaptığı her ateşkes ve barış açıklaması iktidar ve medyası tarafından samimiyetsizlikle açıklanmaya çalışıldı. Çünkü duymak istedikleri HDP’nin çatışmanın parçası olduğunu gösteren açıklamalardı. Bunu yapmasa da HDP, Kürtler ve barışı savunan tüm halkların kendisine yüklediği misyon gereği daha fazlasını yapmalıydı. Demirtaş’ın elinde çok daha büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. HDP’li vekilleri gören herkesin “hadi terör örgütü de bakayım” “terör yapıyorlar diyebiliyor musunuz?” “önce arana mesafe koyacaksın sonra barışı konuşabiliriz” gibi keskin sorularla tamamen köşeye sıkıştırmaya yönelik saldırıların gerçek ateşkes görüşmelerini engellediğini düşünüyorum. HDP bu saldırılar karşısında, aslında Kandil ile arasına mesafe koydu. Hem de fiili bir mesafe. Günlerce bu tarz sorularla karşılaşan HDP, Kandil ile görüşmekten çekindi. Sadece “KCK’ye de devlete de silahları bırakmalarını söylüyoruz” türü açıklamalar, havada kaldı. Asıl arzulanan HDP’nin Kandil ile iletişimini koparmak, olası bir görüşmeyi engellemek ve HDP’nin işlevsiz olduğunu göstermekti. 1 Kasım sonrası yapılan iktidar açıklamalarına da bakılırsa bu amaca ulaştıkları söylenebilir.
Tüm bunlara karşın HDP’nin yapması gereken Kandil ile arasına mesafe koymak değil aksine gerçek bir çatışmasızlık için Kandil ile sürekli temas halinde olmaktı. Gerçek çözüm ve barış girişimi bu şekilde sağlanabilirdi ancak. Demirtaş’ın bir heyet ile -gazeteciler de dahil olabilirdi- basın açıklaması yapıp Kandile gitmesi, çatışmasızlık şartlarını görüşmesi, bu durumdan aslında kimin zarar göreceğini yüzyüze anlatması çok daha etkili olabilirdi. Türkiye kamuoyuna çatışmasızlık ve barış ortamı için tüm girişimlerde bulunulduğunu, en azından tek taraflı ateşkesin sağlandığını açıklaması HDP açısından gerçek anlamda iktidarı zor durumda bırakacak önemli bir adım olacaktı. Çünkü iktidarın HDP’yi yakıştırmaya çalıştığı yer şiddet, terör, çatışmacı bir yerdi.
İktidar ve medyası seferberlik halinde HDP’nin üzerine gitmeye başladı. Öyle ki montaj marifetiyle manşetler bile atılmıştı bu süreçte. Baskı gün geçtikçe arttı ve maalesef HDP her cepheden gelen baskıların altında nefes alamadı, bir araya bile gelecek fırsatı bulamadı (parti binalarına gerçekleştirilen saldırıları hatırlayalım) ve istenildiği şekilde işlevsiz bir parti görünümünde sunuldu. HDP’nin her şeye rağmen çatışmasızlık ve barış adına somut adımlar atması gerekirdi. Biraz acımasız bir eleştiri olarak görülebilir yazdıklarım ama barışı ve çözümü getirecek vicdan da fırsat da HDP’de idi.
Hala umut var ve hala HDP’dir çözüm ve barışın temsilcisi. İmkanlar 5 ay öncesi kadar zengin değil belki ama barış umut gerektirir ve tabii cesaret. Bunları yazarken KCK tek taraflı eylemsizlik kararını bozduğunu açıkladı. Şimdi HDP’ye çok iş düşüyor. Yine çatışmasızlığı, çözümü, barışı ve müzakereyi oluşturacak ortamı kurmak için çok çaba sarf etmeli. Bu kez uzaktan değil bizzat içinden barışa seslenmeli.
* Mustafa Aksoy
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Araştırma Görevlisi