Şimdi katliamın yaşandığı gün kandan kıpkırmızı kesmiş yolun karanfillerle kapatılmış bölümündeyim. Katilin üzerindekileri patlattığı anda yüzden fazla hayatın, yüzden fazla umudun, sevginin ve direncin yere üst üste yığılmış cesetleriyle beraberim sanki. Karşıya geçerken onların cansız bedenlerine basacakmışım gibi asfalta bakıyorum yürürken. Gökçek’in Gezi olaylarında, halka zehir sıksınlar diye tomalara su taşıyan tankerleri, belli ki bu […]
Şimdi katliamın yaşandığı gün kandan kıpkırmızı kesmiş yolun karanfillerle kapatılmış bölümündeyim.
Katilin üzerindekileri patlattığı anda yüzden fazla hayatın, yüzden fazla umudun, sevginin ve direncin yere üst üste yığılmış cesetleriyle beraberim sanki.
Karşıya geçerken onların cansız bedenlerine basacakmışım gibi asfalta bakıyorum yürürken.
Gökçek’in Gezi olaylarında, halka zehir sıksınlar diye tomalara su taşıyan tankerleri, belli ki bu defa asfalttaki kan göllerini, kemik ve doku parçalarını temizlemek için kullanılmış. O gün çekilen görüntülerde, katliamdan hemen sonra üzerlerine pankartlar, flamalar örtülmüş canlarımızın sıra sıra yattığı duvara, alt geçidi çevreleyen korkulukların yanına ulaşıyorum. Paslanmaz, çizilmez, darbeden etkilenmez denilen çelik borular delik deşik. Kurşun izlerini andıran yuvarlak boşluklar var köprü korkuluklarında. Hatta o delikleri açan çelik bilyelerden birisi, boruları birbirine sabitleyen kolona saplamış. Uzanıp parmağımla yokluyorum. Kaynak yapılmış gibi yüzeye çakılıp kalmış. Bunlar katilin 5 kiloluk TNT’yi patlattığında, öldürme kapasitesini arttırsın diye üzerine yüklediği çelik bilyelerden hedefine ulaşamayıp çevreye saçılanlar. Yarısı kolona gömülmüş bilyeye bakıyorum tekrar: Öldürmeye odaklı, parlak, soğuk ve sert.
Ah, bunu da sıradanlaştıracaklar.
Haziran Direnişi’nde, Reyhanlı’da, Soma’da, Suruç’ta katledilenlerin ardından unutma, unutturma adına neler yaşadıysak, korkum odur ki benzer bir soysuzluk yine kapımızı çalacak.
Şimdi geriye dönüyorum.
O gün Ankara Garı’nda katliamdan saniyeler sonra çığlıkların gökyüzünü titrettiği, geride kalanların inanılmaz gözlerle sağ kalanlara, birbirlerine ve yerde paramparça yatanlara baktığı, hatta belki kurtarırız umuduyla cansız bedenlerin saçlarını, yanaklarını okşadığı o savaş alanını andıran meydanın hemen arkasındaki havuzun yakınındayım. Arkadaki banklardan birisine çöküyorum. Görüntüleri anımsamaya çalışıyorum: Havuzun çevresinde birbirine sarılmış ağlayanlar, elleriyle yüzünü kapatmış, yaşadıklarını aklından silmeye uğraşanlar, pankartlara sarılmış arkadaşlarının cesetlerini yol kenarına çekenler, yaralıları cankurtaranlara taşıyanlar ve acıdan kahrolmuş kalabalığın üzerine gaz sıkarak kaçan polisler canlanıyor hayalimde. Sakallı, gözlüklü bir adam üzeri flamayla örtülü bir genç kızın yanına çökmüş öylece bakıyor. Elleri titreyerek açıyor onun yüzünü. Öldüğünü bilse de sanki yaşıyormuşçasına dokunuyor alnına, sonra yeniden kapatıyor bezi.
Yok yok, şöyle düşünüyorum: O gün her şey sonsuza kadar donup kalmalıydı burada.
Öyle donmalıydı ki, üstünden yüzyıllar geçse bile, bu alanda umutlarını, hayallerini yitiren canlarımızın anıları, onca acıya tanıklık etmiş Ankara’nın semalarında sonsuza kadar bir bayrak gibi salınsaydı rüzgârda, ıslansaydı yağmurda, ışıldasaydı güneşte ve üşüseydi de soğukta, oradan kim geçiyorsa sarılıp ısıtsaydı onları.
Ama yok işte!
Tren garının o gün yitirdiklerimizle beraber parçalanan camları hemen onarılmış. Gara az sonra girecek İstanbul treninin anonsu yankılanıyor çevrede. Tekerlekli bavullarını çekerek ilerleyen yolcular geçiyor önümden. Çevresini kalabalıkların sardığı, karanfiller bırakılmış yerlere bakıyorlar kaçamak gözlerle. Hayat devam ediyor. Sonra karanfillerin dibinde yükselen trafik lambasına takılıyor dikkatim. Yanıp sönüyor. O patlamadan kırılmadan, dökülmeden nasıl kurtulmuş anlayamıyorum. Üzerinde ‘’Ulus-Sıhhiye- Kızılay- Mamak’’ yazan yön levhası da sağlam duruyor.
Demirler, levhalar, taşlar sapasağlam.
Hatta üzerine onca bilye saplanmış çelik borular, bana mısın demeden dikilmeye devam ediyorlar yerlerinde.
Gidenler yalnızca canlarımız.
O nedenle burada hayat durmalıydı diyorum.
Taş kesmeliydi her şey sonsuza kadar.
Gerçekten bu kent sayısız acıya tanıklık etti. Her defasında ‘’Acıların en dayanılmazını yaşıyoruz.’’ dedik. Demek yanılmışız, yanılmışım. Aklın alabileceği, yüreğin dayanabileceği bir şey değil bu. Biliyorum, ölenleri sayılara vurmak, onları sayıların arasına sıkıştırmak haksızlık. Ama başka nasıl ifade edeceğiz? ‘’100’ün üzerinde can barışı, hep beraber yaşanası bir ülkeyi savunurken katledildiler.’’ dediğimizde, buradaki sayıyı Türkçe’deki hangi kavramla açıklayacağız?
Boşuna söylemedim: Özgürlük Sokaklardan Gelecek.
Halkı sokaklarda itin, çakalın karşısında yalnız bırakanlar, işlevini tamamlamış bir parlamento çatısı altında sorunlara çözüm arıyoruz söylemini sürdürenler, ülkeyi cehenneme çevirenlerin değirmenine her seçimde su taşımaktan başka ne yapıyorlar?
Piyon olma adam ol.
Reyhanlı, Suruç, Diyarbakır ve Ankara katliamlarının sorumluluğunu IŞID’e ve diğer örgütlere havale ederek sorumluluktan sıyrılmaya çabalayanların her davetine koşmaktan, her çağrısına yanıt vermekten vazgeç.
Piyon olma adam ol.
Yalnızca IŞID değil artık önüne gelenin eline bombayı kapıp, uygun gördüğü ortamda katliam yapmasını sakın ‘’Güvenlik zafiyeti’’ çerçevesinde değerlendirme.
Ah, canlar ölüyor.
Adlarını tek tek sıralasak meselâ; onları, yitirdiklerimizi ‘’Güvenlik zafiyeti’’ nin tuzaklarından kurtarıp geriye getirebilir miyiz acaba?
Şimdi resimlerine bakıyorum tek tek:
Başak Sidar Çevik, gencecik, hüzünlü ama gülümsüyor- Ali Kitapçı, yaşamı kucaklarcasına kahkaha atıyor- Berna Koç, ayın şavkı vurmuş yüzüne- Elif Kanlıoğlu, sanki bahar dalı- Emin Aydemir, sessiz- Ali Deniz Uzatmaz, bir delikanlı, mitingde haykırırken ağzı açık- Aycan Kaya, kar beyazı yemenisinin kenarları oyalı- Binali Korkmaz, ak düşmüş saçlarına- Bilgen Parlak, arkasında masmavi bir deniz- Canberk Bakış, delikanlı ki ah ne delikanlı- Fatma Esen, ak düşmüş perçeminde yemeni- Ayşe Demir, yüzünde uzak bir gülümseme- Azime Onat, başörtüsünde çiçekler- Abdülkadir Uyan, dalga geçiyor dünyayla- Dilan Sarıkaya, boynunda yeşil ördek yemenisi- Dicle Deli, perçeme kırmızı yemeni bu kadar mı yakışır?- Ebru Mavi, gamzeleriyle gerçek ötesi- Fevzi Sert, hiç sert olmamış belli ki, öyle bir gülümseme- Feryat Deniz, öyle olgun, kitaplar geçiyor gözlerinden- Eren Akın, böyle bir gülümseme görmedim- Gökmen Dalmaç, yorgun- İbrahim Atılgan, uzak- İsmail Küçükçay, pos bıyıkların ardında bir çocuk- Mehmet Ali Kılıç, sakin- Mehmet Tevfik Dalgıç, neler görmüş neler yaşamış- Meryem Bulut, beyaz yemeniye sarınmış yılların yorgunluğu- Gülbahar Aydeniz, çok doğru, ay ve deniz var yüzünde- Günay Doğan, aslan parçası- Gözde Arslan, hep böyle narin miydi?- Gökhan Akman, boynunda sarı kırmızı kaşkol- Kasım Otur, başında bir mitingin amblemini taşıyan beyaz şapka- Muhammet Demir, sınıfın sessiz öğrencisi- Nevzat Sayan, siyah gözlüklerin ardında konuşkan bir adam- Nizamettin Bağcı, dünyanın yükü omuzlarına yığılsa vız gelir- Onur Tan, sanki daha dün üniversitenin kafeteryasında şakalaşmıştık- Kemal Tayfun Benol, ah neler gördü bu gözler- Korkmaz Tedik, Cemal Süreyya’nın dizeleri geçiyor bakışlarından- Mesut Mak, bunlar bana hafif gelir kardeşim- Hacı Kıvrak, şimdilik bu kadar, gerisini sonra anlatırım- Hakan Dursun Akalın, bilge, güngörmüş- Kübra Meltem Mollaoğlu, ne hayallerim vardı benim- Leyla Çiçek, zafer işareti yapan parmakları kalem gibi- Metin Kürklü, sizin yalanlarınıza karnım tok- Metin Peşman, hayatı bu kadar ciddiye alma- Orhan Işıktaş, dersten yeni çıktım sonra konuşuruz- Osman Turan Bozacı, dinlerseniz eğer size anlatacaklarım var- Resul Yanar, bana güven, elimden her iş gelir- Rıdvan Akgül, bilmenin, farkında olmanın güveni- Sarıgül Tüylü, sakin, olgun, sevecen- Şebnem Yurtman, dünyayı yeniden kurmaya var mısınız?- Yılmaz Elmascan, siyah takım elbise, beyaz gömlek, hayatımın en mutlu günü- Selim Örs, hep böyle aceleciydim ben- Seyhan Yaylagül, hayat bana çok şeyler öğretti- Sezen Vurmaz, dert dinler sır saklar- Ziya Saygın, elinde mikrofon, bir mitingde gerekçelerini anlatıyor- Tekin Arslan, pos bıyıklı, yüreği büyük adam- Uygar Coşkun, ben yarınım, ben aydınlığım, ben sonsuzluğum- Zakir Karabulut, evet çok iyi tanıyorum onları, yalanlarını asla yutmam- Şirin Küçükalp, gülümsemelerin en içteni- Emine Ercan- hep böyle sisler arasında mıydı?- idil Güney, size kendimi anlatsam?- Osman Ersava, size genç olmanın, delikanlı olmanın kitabını yazabilirim- Veysel Atılgan, ben daha çocuğum, çok küçüğüm, meleğim, okuyacağım kitaplar, gideceğim sinemalar, yüzeceğim denizler, koşacağım yollar, seveceğim insanlar var daha, görüyorsunuz yolun çok başındayım, geceleri uykularıma giren rüyaların hangisini anlatsam size, çocuğum ben yani, boyum uzayacak, sakallarım çıkacak, kemiklerim irileşecek ama çok zaman var buna.
Resimler bir hayatı anlatır mı?
Belki, biraz.
Ama ben bunu Ankara Garı’ndaki katliamda yitirdiklerimizin adlarını sarı pirinçten plâketlere, siyah harflerle yazmak istercesine yapmadım.
Oradaki sayısız gülümsemeyi, sayısız bakışı, sayısız çağrıyı yalnızca bir ad olmanın ötesine taşıyıp, içimize, aklımıza, ruhumuza kazımayı denedim.
Bu defa gerçekten çok eksildik.
Eksilenleri hayatımızdan kan ve gözyaşına boğarak götüren çelik bilyeyi sakın unutma.
Bu karda buzda dağ başında kalanın, eğer uyuyacak olursa ölüp gitmesine benzer.
Uyuma, unutma, unutturma.