“Sesin çok yüksek çıkıyor. […] biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. […] Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” Tayyip Erdoğan’ın, 29 Ocak 2009 gecesi, İsviçre’nin dünyaca ünlü emperyalist ‘siyaset ve finans-kapital turizmi kasabası’ Davos’ta ve son derece elektrikli bir ortamda, […]
“Sesin çok yüksek çıkıyor. […] biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. […] Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.”
Tayyip Erdoğan’ın, 29 Ocak 2009 gecesi, İsviçre’nin dünyaca ünlü emperyalist ‘siyaset ve finans-kapital turizmi kasabası’ Davos’ta ve son derece elektrikli bir ortamda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’in bizzat yüzüne okuduğu bu tirat, bir ‘sempati’ dalgasının üstüne tırmanmak için ‘sağlam’ bir ‘sörf tahtası’ gibi görünüyordu. ‘Yüksek ses-suçluluk’ denklemini isabetli şekilde kuran ve ‘yüksek sesin arkasındaki suçlar’dan birine açıkça değinen kısmı nedeniyle bu konuşma, ‘içeride’ ve Müslüman toplumlar nezdinde bir ‘itibar dalgası’na binmek için uygundu.
Ertesi gün neredeyse utangaç bir özür tadındaki, “tepki moderatöreydi” düzeltmesi ‘sihri’ bozsa da –adım adım iç kargaşaya gitmekte olan pek çok Müslüman/Arap toplumunda ve içeride ‘bozdur bozdur harca’ bir kredi yaratmış olabilir miydi bu tirat?
Altı buçuk yıl sonra bugün, Beyaz Saray’dan bir türlü randevu alamadıklarını, aslında başlıca bir ‘yanıt’ olan ‘yanıtsızlıkla’ bekletildiklerini şaşkınca itiraf eden; asker cenazelerinde gördükleri kabusun etkisiyle huzursuz ve hızlı zenginleşmelerinin artık gizlenemez yalıları-limanlarının ‘izahıyla’ meşgul bir ‘kurmay heyeti’ var. Merkezinde kendisinin durduğu, büyük oranda kendisinin teşkilatlandırdığı bu ‘divan’; geldiği yolu, varabildiği menzili de gösteriyor: İçeride katı dinci bir toplum kesimi lehine kurulan ve artık ancak bir ‘fiili durum’ olarak sürdürülebilen bir iktidar; ‘oyla’ kazanan, ama ‘aynı yolla’ kaybetmeyi tanımayan bir taassup; kendisine ait sınırları, tam da eski ‘güçleri’ birer ‘zaafa’ dönüşmekteyken çiğne(–mek zorunda bırakan) bir ‘alın yazısı’… Yakın zamana kadar toplumun siyasal algısını maniple etmesini sağlayan “güdülenmiş ama dinamik topluluklar” ve “kitle kültürü” artık ‘yanındaki değil karşısındaki’ bir ‘güce’, kendisi için bir ‘zaafa’ dönüşüyor. Bu dönüşüm, ‘dava’ için politik-ideolojik zemin ve güncel siyaset için ajit-prop malzemesi üretmekle yükümlü ‘parti organları’ndan da okunabiliyor. Yöntem ve araçları giderek birbirine benzeyen bu ‘organlar’ kabaca şunlardan oluşuyor: Gazete ve televizyon kanalları; bunlara rejimi savunmak için konulan zevat; sosyal medya mecralarında açık ya da ‘anonim’ kimliklerle eşgüdümlü davranan propaganda ağı. Yöntemleri gibi figürleri de aynılaşan bu topluluk yaygın ve eleştirel dilde “ak troller” olarak anılıyor. Kimi eski ve yeni milletvekili ve belediye başkanından ‘anonim’ figürlere, gazeteci-yazar-araştırmacı-anketçi vs. görünümündeki ‘ücretli’lerden ‘gönüllü’lere kadar çeşitli tip ve görünümden ‘kadrolar’… Bir kısmı, anonim, yarı-anonim kimliklere, ‘gizli servis’ tarihi ve onun genellikle ‘malumat’ şeklindeki mitolojisinden apartılmış bir takım sembol ve imgeler giydirerek; bir tür ‘derin devletçilik’ taslayan/oynayan bile var… Bunlara döneceğiz…
2009 ocağında, o tirattan bir gün sonra ‘yurda dönen Davos muzafferi’ için tertiplenen ‘karşılama’, (sonra Gezi direnişinden başlayarak art arda gelen ‘kriz’lerde de kullanacakları) bir ‘meydan okuma’ gösterisiydi gerçekte. ‘Lidere bağlı, ‘fedaya hazır’ ve ‘agresif’ kalabalıklar, ‘kararlı’ bir ‘lider’… ‘Batı sahnesi’nde atılan o tirat üstüne ‘içeride’ yapılan karşılama, aslında Türkiye toplumuna, bir dönem ‘rızaları’ da manipüle edilerek yaşayacakları, ‘yeni’ yönetilme tarzının ilanıydı. İsrail cumhurbaşkanına “sesinin çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir” dediği konuşması, kendi sesinin “çok yüksek çıkacağı” bir dönemin fitilini ateşliyordu aslında. ‘One Minute harekatı’, ‘dışarı’sı kadar, ‘içeri’si için de yapılandırılacak bir ‘yöntem’ değişikliğinin ‘hafriyat gürültüsü’nü bastırmaya yaramıştı. 30 ocak 2009 gecesi sokaklarda kutlama yapan ve ‘karşılamaya’ koşan ‘teşkilat’ ile bunu ‘nakleden’ aygıtlar, ömrü sınırlı ama dönemsel olarak ‘cürmünden çok yakacak’ bir fenomenin doğuşunu müjdeliyorlardı: Bugün “ak troller” adlandırmasıyla anılan topluluk, o 30 Ocak 2009 gecesi klakson , alkış ve sloganlarla, meçhul bir ‘zaferi’ kutlayan kalabalıkta mayalanmış bir ‘imal ürün’dür. Havaalanına nümayişe gidenlerle, basın-yayın ve dijital mecralarda ‘harbe girenler’; ruh hali, bilinç düzeyi, moral-kültürel değerleri, ‘diyalog’ potansiyelleri, amaçları ve elbette kişileri bakımından ortaktır. Birinciler, orta karar bir dramatizasyonla (Davos tiradı) tanıtılan, fazla hayalperest bir vaadi (bölgesel liderlik) desteklemeye ve ‘kutsamaya’ giden ateşlilerdi; ikinciler, erkenden çekilmek durumunda kalınmış bu yüzden biraz ‘dar’ surlarının gerisinde hep bir ‘savunma’ üretmek zorunda kalan ‘telaşlılar’ oldular.
Bir ‘kamuoyu oluşturma ve dönüştürme’, bunun için ‘olay ve olgularla oynama’ makinesi olarak bu mecra, artık giderek bir açık kapatma, skandal örtme, mazur gösterme aparatçığına dönüşüyor. Kürt sorununa satır, beyaz toros gibi simgelerle ‘giren’; kişileri, kurumları açıkça tehdit eden; kışkırtılmış sanal ya da gerçek kalabalıkların önüne atan; saldırgan, kural ve değer tanımaz bir dil ve yüksek agresyonla yürütülen bir müritlik…
Bu, çağımızın ‘arıza’larından biri olarak gösterilen ‘korku-güvenlik’ paradoksunun anlık bir görüntüsü gibi… Hızlı ve ‘adil olmayan’ yollarla ‘kalkınmış’ bir çıkar grubu, kendilerini ve bu çıkarları, giderek büyüyen bir ‘tehdit’ karşısında savunmaya çabalıyor. Bu ekip, kitle iletişiminde ve kamplaşma üretiminde kat edebildikleri mesafe ve esasında herkese ait olan imkanları tek taraflı kullanma avantajlarıyla birincil görünümdeki amaçlara, hedef aldıkları bazı kişilerin sindirilmesi, işsiz vs. bırakılması gibi operasyonlara zaman zaman güç yetirebiliyorlar. Ama onları harekete geçiren temel güdü, kendini bir türlü güvende hissedemeyen, dört yanını acemice ve abartıyla yapılmış, inandırıcılıktan uzak düşman tasvirleriyle kaplayan bir korku semptomu… Hiç bitmeyecekmiş gibi akan sefahatin, gerçekte sonuna yaklaşan bir ömürcükten ibaret hükmü olduğunun giderek daha net görülmesi uğursuz bir his olarak kulaklarında ve dillerinde çınlıyor. Ufukta tozu görünen ve giderek çoğalan sesleri duyulan yenilginin, özeleştiri ve içgörüden tamamen yoksun, ‘geri dönüşümsüz’ İslamcı bünyede yarattığı şok, bir tür ‘siyasal ölüm’ korkusunu dışavuruyor. Sıkıştığı köşede can havliyle hayatta kalmaya çalışan, ama artık davranışları, kaçınılmaz yenilginin yarattığı panik ve korku tarafından yönetilen bir doğal canlının ‘mecburi cesareti’ gibi; ‘hayatta kalmaya çalışan’ bir ekonomik-siyasal çıkar grubunun ‘çaresiz pençeleri’ni savuruyorlar etraflarına. ‘Davanın cesur fedaileri’ gibi görünmek istiyorlar ama lanetli sonundan korkan, hastalanmış bir organizmanın nafile ‘akyuvarlar’ı gibi görünüyorlar. Şüphe, güvensizlik, ihanet endişesi, hezeyan, inkar, sezgisel olarak hissedilen suçluluk ve her şeyi kaybetme kaygısıyla ile dikilmiş harap bir kalenin kapısında ‘korkuyu bekliyor’lar. Yürüttükleri ve yeltendikleri ‘operasyonlar’; gece sessizliğinde öttürülen bir ‘bekçi düdüğü’ gibi; korkudan beslenen bir ‘son savunma’ hattını oluşturuyor. Zaten ‘karşılama kalabalıkları’ da giderek daha cılız, giderek daha seyrek görülüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.