AKP iktidarıyla özdeş hale gelmiş TC Devletinin, 7 Haziran seçimleri sonrasında Kürtlere karşı başlattığı savaşın içindeyiz. Sosyalist örgütlere, demokratik sendikal mücadeleye, kitle örgütlerine gözaltı, operasyon ve tutuklama yoluyla baskı uygulansa da savaşın topyekun Kürt halkına karşı olduğu görülüyor. Asıl hedef silahlı Kürt unsurlarını etkisizleştirmek olsa da parlamentoda bile Kürt varlığına tahammülün kalmadığı izleniyor. Çözüm süreci/barış […]
AKP iktidarıyla özdeş hale gelmiş TC Devletinin, 7 Haziran seçimleri sonrasında Kürtlere karşı başlattığı savaşın içindeyiz. Sosyalist örgütlere, demokratik sendikal mücadeleye, kitle örgütlerine gözaltı, operasyon ve tutuklama yoluyla baskı uygulansa da savaşın topyekun Kürt halkına karşı olduğu görülüyor. Asıl hedef silahlı Kürt unsurlarını etkisizleştirmek olsa da parlamentoda bile Kürt varlığına tahammülün kalmadığı izleniyor. Çözüm süreci/barış dönemi ardından başlatılan geniş çaplı savaşın nedeni Tayyip Erdoğan’ın kaybetme korkusu, tek başına iktidar olma ve başkanlık özlemi olarak hissediliyor. Ancak son yüz yılda defalarca Kürt katliamı şeklinde tekrarlanan kadim devlet mantığını da unutmamak gerek.
Kasım seçimi öncesinde, dostun ve düşmanın açık olduğu Kürdistan topraklarında, kartlar açık oynanıyor. Tayyip Erdoğan, on beş yıldır etkisizleştirmeye çalıştığı TSK’nın kanatları altına girmiş durumda. Oysaki gerek sağ gerekse sol liberal politikacıların entelektüel desteği alınmış, Arap Baharının sıçrama ihtimali Esad düşmanlığı ile karşılanmış, uluslarası konjonktürde İsrail-ABD yanlısı politikalar ekonomik istikrarı sağlamıştı. Tüm dengelerin değiştiği bu dönemeçte, TSK’dan başka vurucu gücü kalmayan Tayyip’in karşısında, savaşı Kürdistan kentlerine yayabilme başarısı gösteren bir silahlı Kürt Hareketi yer alıyor.
Kürt Savaşının Batıdaki ayağında kartlar Kürdistan’daki kadar açık oynanmıyor. Liberal entelektüel zekanın desteği kalmayınca ve TSK’nın ideolojik gücü olan ulusalcılar inisiyatifi ele almak isteyince AKP yalnız kaldı.[1] Savaşın Batıdaki ayağında dikkati çeken oluşumlar var. En bilinenin Osmanlı Ocakları olduğu lümpen çeteler, asker cenazeleri ardından sokak eylemleri organize ediyor, kitleleri yönlendirebiliyor ve kaotik bir ortam oluşturuyorlar.
HDP genel merkezinin ateşe verilmesi, Hürriyet binasına saldırı, birçok batı ilinde başta HDP ve bileşenleri olmak üzere CHP, KP, EMEP, Halkevleri gibi örgütlere kadar uzanan kundaklama ve yakma eylemlerinde adına sıkça rastlandı Osmanlı Ocakları’nın. Kimi onlara AKP’nin paramiliter gücü olarak bakıyor kimi ise Saray’ın yeniçerileri. Hemen hemen her ilde örgütlenmesi olan bu yapının Alperen Ocakları kadrolarının devşirilerek daha saldırgan bir karaktere sokulduğu ve ülkü ocaklarına rakip olacağı iddia ediliyor.
Aslında kendilerini niteleyen en iyi sloganı yine kendileri bulmuşlar: ‘Uhud’un okçularıyız’ diye sesleniyorlar ocak yeminlerinin ilk cümlesinde.
Oysaki başlarında ne Muhammed gibi lider var ne de karşılarında Mekkeli tefeci-bezirgan güçler. Dahil oldukları saflaşma ve güçler dengesi Uhud muharebesine hiç benzemiyor. Ancak bugüne kadar aynı Uhud okçuları gibi davrandılar. Kesin sonuç almadan kendi mevzilerini hep terk edecek kadar korkak ve zafer kazanmış gibi yağma işine girişecek kadar bireysel çıkarlarına düşkünler.
Eylem yaptıkları yerin karakol şefinin aklı ile hareket eden düzensiz, dağınık ve lümpen Osmanlı Ocaklarına bel bağlamış Tayyip devleti ile; Kürt hareketi karşı karşıya. Kürt hareketi Tayyip’in Kemalizm rozetli düzenli ordusuna da, paramiliter güçlerine de cevabı “savunma” mevzilerinden vermeye devam ediyor.
Tayyip Erdoğan’ı lümpen çetelere muhtaç eden Kürt Hareketi; ahlaki, teorik ve örgütsel anlamda üst seviyede bir görüntü çiziyor. Barış, iktidar, demokratik özerklik, özsavunma ve serhildan gibi birbirinden farklı kavramları aynı çizgide birleştirebiliyor. Bu kudreti Kürt hareketine veren ezilenlerin şiddet politikasıdır. Çok parçalı politik hattın birleştirici tek bir unsuru dikkati çekiyor. Ezilenin meşru varlığı ve varlığının iktidar ile olumlanma arayışı.
Kürt hareketinin iktidar arayışı, Kürdistan’daki şiddet-politikanın aksine Batı’da Türkiyelileşme kavramı ve şiddetten uzak demokratik siyaset zemininde kendine yer açabildi. Batı’da, Osmanlı Ocakları vb. çetelerin karşısına doğrudan Kürt hareketi değil de artık yapısal bir ikilem haline bürünmüş demokratik siyaset/devrimci iktidar çelişkisi içerisindeki Türkiyeli devrimciler çıkmaktadır. İktidar hedefi olan, şiddet-politikayı benimsemiş, Kürt ezilene destek veren ve bu uğurda bedel ödeyen Türkiyeli sosyalist hareket yolunu bu çelişkili hatta çizmeye çalışmaktadır.
Gündelik yaşamda, moral değerler açısından çok geride bir karakol artığı lümpen çete ile kavramsal açıdan zirvede bir devrimci hareketin farkı yoktur. Ontolojik açıdan tüm bireyler ve hareketler eşittir, eşit olarak yola koyulur.
Ontolojik eşitlik batıda -Tuzluçayır örneği dışında- devlet lehine, Kürdistan’da ezilenler lehine bozuldu. Kürdistan’da TSK’nın Kemalist kurumsal yapısı bile zor yürürken, Osmanlı Ocağı gibi lümpen çeteler adım atacak halde değil. Ancak batıda lümpen çeteler Kürt ezilen hareketinin kendisini değil de destekçilerini bulunca hegemonik alanını genişletebildi. Oysaki devlet güçleri kendi içinde çelişik durumda. Çünkü liberal entelektüel alan, ulusalcılar ve Erdoğan’ın desteklediği paramiliter yapılar gibi çok parçalı yapıya bölündü. Buna rağmen Batı’da, Kürt hareketinin destekçileri, Osmanlı Ocakları karşısında bocalayan bir imaj çizdiler. Çoğu yerde faşist saldırılar devlet kontrolünde başarıya ulaştı. Kürdistan hareketinin kendisi için acil bir görev olmayan bu durum Türkiye sosyalist hareketinin önünde somut bir sorun ve görev olarak duruyor.
Kürt Savaşı’nın Batı’daki ayağında karşı karşıya gelen bu iki hareketi -Türkiyeli devrimciler ve lümpen çeteleri- daha ayrıntılı incelemek gerekiyor.
Eşitliğin birinci kolu türkiyeli devrimciler
Örneğin bir siyasi hareketin, Figen Yüksekdağ adında, TC meclisinde, koalisyona aday bir partide, belki de bakan olmaya namzet bir eş genel başkanı bulunuyor. Aynı siyasi hareketin Til Abyad’da Halil Aksakal isimli şehidi de var. Aynı siyasi hareketin Rojava’da Avaşin, Tekoşer, Paramaz, Sarya, Algan ve Alişer’in bedenlerinden örülü bir ateş hattı da var.
Denecektir ki, bırakalım farklı bireylerde tezahür eden devletin en tepesi/dibinde yer alma zıtlığını; aynı bireyler bile yaşamlarının bir evresinde mecliste veya savaşta olabilmiştir. Karl Liebknecth örneği… Liebnecht, Prusya meclisinde, gerek Alman devletinin savaş yanlısı politikalarına gerekse de partisi SPD’nin reformist politikalarına karşı tek başına ayakta durabilmiş, radikalizm ile arasına hiçbir zaman mesafe koymamıştır. Spartakistlerin işçi ve asker kurucu konseylerinin iktidar mücadelesi sırasında silahlı bir çatışmada tutuklanmış ve ardından infaz edilmiştir.
Tarih, Liebnecht’inki gibi farklı mekan ve zamanlarda sürüdürülen devrimci eylemliliklerle doludur. Hiçbir doktriner yaklaşım, bir özneye devrimci ana dair mekan ve zaman işaret edemez. Kalıp ve kural, öznenin politik andaki işinin kendisidir. Politik eylemliliğe çekilen sınır meclisten de, gecekondudan da, fabrikadan da dağlardan da geçebilir. Tayin edici unsur, bilim tarafından ortaya çıkarılan somut bağlaşımların, duyu-deneyimlerin belirlenmesine imkan veren nedensel mekanizmalarda değil; öznenin bedensel yetilerinin maksimum veriminin alındığı zihinsel kudrettedir.
Ancak politik anın öznesi olmaktan, öznesi olana destek olmaya geçiş; tayin edici unsuru politikadan bilim alanına geri itmektedir. Devrimci özne eylerken, bilim eylemliliğin yasalara ve yapılara uygunluğunu “günü gelince” değerlendirmek için bir köşede beklemektedir. Devrimci öznenin eylemi bilimden güç almaz, desteğe de ihtiyacı yoktur. Marksist, etnik, dinsel, cinsiyetçi veya ideolojik tüm ezilen eylemlilikleri, öznenin eylediği, sonucu kolektif olsa da kendisine-sınırlı ama kendisi-için olmayan zihinsel-bedensel aktivitesidir. Kendinden (kendi ideolojik akımından) başka bir özneyi desteklemek noktasında ise bilim devreye girmek zorundadır. Bir geriye çekilmedir, bilimi davet etmek. Artık, politik anda mücadele esnekliği yitirmekten, mücadele içeriğinin zayıflamasına kadar uzanıp giden engebeli bir yolun taşları döşenmektedir. Başka bir politik özneye politik anda destek olmak; kendi sınırlarını korumayı, bilim ile araya yumuşak bir hat çekmeyi, her eyleyiş sırasında an be an öznenin kendine içkin devrimci eyleminde var olmayan zaten de onun gerek duymadığı geçmiş-gelecek otokontrolünü gerektirir. Destek eylemim hangi sebepten kaynak alıyor, her şey yolunda mı, gelecekte neye yarayacak gibi sorular sorulmaya başlanır.
Eşitliğin ikinci kolu Osmanlı Ocakları
Osmanlı Ocakları ise, dar zihin kalıplarını ve rantçı politik hattı aşabilmek için kendisinden ayrı bir ideopolitik konsepte atıfta bulunuyor. Osmanlı medeniyetini hedef olarak belirliyorlar. Siyasi partilere eşit mesafede olduklarını, cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ı kendilerine yakın bulduklarını, mal-mülk veya koltuk peşinde olmadıkları yineliyorlar.
Osmanlıcılık; ocağıyla, dükkanıyla, oteliyle, futbol takımıyla önümüzdeki günlerde sağ faşist yapıların ideopolitik konsepti olacağa benziyor. Yetmişlerde ülkücü çetelere teori olarak önerilen dokuz ışık gibi bir model düşünülüyor. Osmanlıcılık da günümüzün lümpen gruplarının aidiyet arayışları için ideolojik dayanak olabilir mi?
Osmanlıcılık ile ifade olunan ideopolitik hattın nesnel temelini Kürt hareketi ile olan savaş belirledi. Bu temel, TC Devletinin Türklüğünü ve Sünniliğini korumaktır. Yani Kürtlüğü ve Aleviliği yok etmek veya asimile etmek.
Osmanlıcılık, Türklük ve Sünniliğin “devletli” biçimde kurumsallaşmasının sürdürülebilir ideolojik dayanağı olamaz. Tıkanmaya mahkumdur. Aslında Osmanlıcılık ile kastettikleri, II. Abdülhamid gibi bir despotik liderin tahakkümünü kabulleniş ve batı tipi yaşam tarzına karşıtlıktan başka bir şey değildir. Tayyip Erdoğan yeni bir Abdülhamid’dir ve gelenekselci-muhafazakar bir hayat tarzını önermektedir. Böylelikle Osmanlıcılık, lümpen çeteler için giderek ideopolitik konsept halinden çıkarak yaşam tarzı savunuculuğu haline gelmektedir. Çoğu zaman ideopolitik konseptler kendilerine uygun yaşam tarzlarını zaten sahiplenirler; yoksa da yeni formasyonlarda üretim sürecine girerler. Erdoğan’ın Osmanlıcılık konseptinde ise hayat tarzı ile ideopolitik yaklaşımda uyumsuzluklar vardır ve çözülmeye meyillidir.
İdeopolitik olarak Osmanlıcılık, en gerici ve otoriter unsurları bile dahil edildiğinde farklı millet ve mezheplere kapı açmak zorundadır. Zaten Osmanlıcılık, Jön Türkler ve 1902 Jön-Türk kongresinden sonra gücünü artıran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) imparatorluk için kurtuluş düşüncesidir. Abdülhamid’in kişisel yaşantısı en güzel örnektir. Mithat Paşa şahsında yönetim kademesini iyiden iyiye sarmış olan parlamentarizm fikri, 1876 yılında Abdülhamid’i padişahlık koltuğuna getirdi. Abdülhamid iki yıl boyunca meclisi açık tuttu ve sonrasında derin bir istibdat dönemi başladı. Tam bir taban hareketi sayılmasa da, çok parçalı Osmanlı için kısmi bir halk desteği olan ama aktörlerin üst sınıflardan olduğu bir burjuva devrimi süreci başlamış oldu. 1908 devrimi ve Meclisi Mebusan aktiviteleri düşünüldüğünde, Jön-Türk ideolojisi olan Osmanlıcılık burjuva devriminin de ideolojisi oldu. Şimdilerde lümpen çetelerin çok çekindikleri batı tipi değerlerin, o dönemde Osmanlıcılık altında Anadolu topraklarına geldiği söylenebilir.
Örneğin, 1908 devrimi sonrasındaki ilk Meclisi Mebusan’ın aritmetiği oldukça ilginçtir. 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah vekil vardır. Kürtler de Türk olarak sınıflandırıldığı notunu da düşerek, 142 Türk vekile karşılık 133 başka etnik gruplardan vekilin varlığı önemlidir.. Komitacı gerillalar serbest bırakılmış, sayısız grev patlak vermiş ve sokaklarda “Hürriyet” sloganıyla bir çok eylem düzenlenmiştir. İttihat ve Terakki’nin öncüsü olduğu Osmanlıcılık akımı böylesine demokratik bir alana kapı açmıştır.
Tarih, 1908 Meclisi Mebusan’ına katlanabilen Abdülhamid’in bile gerisine yazacak 7 Haziran Seçimleri sonrasında 80 Kürt/Ermeni/Süryani vekile tahammül edemeyen Tayyip Erdoğan’ı. Osmanlıcılık, Tayyip Erdoğan ve saray yeniçerilerinin giyemeyeceği, içinde kaybolacağı kadar bol bir gömlektir.
Yapısal nedenlerle giderek çözülen bir imparatorluk, başta Ermeni ve Rum soykırımı ardından homojenleştirilmiş dar Misak-ı Milli sınırlarına hapsolmuştur. Daha homojen ve daha tepeden inmeci İttihat ve Terakki ve onun ardılı Kemalizm sahneye çıkmıştır. Balkan Savaşları ve Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlıcılık artık gündemden düşmüştür. Faşist yöntemler eşliğinde, devlet Türklüğe göre tanımlanır hale gelmiştir. 1908 devriminin özgürlük rüzgarında halk desteği de bulan batı/burjuva devrimleri bundan böyle tepeden inme ve zorbalıkla yürürlüğe koyulmuştur.
Osmanlıcılığın geçirdiği ideolojik evrimi düşünerek günümüze geri dönelim. Osmanlı Ocakları son iki ayda devleti Türkleştirmekten başkaca bir iş yapmamıştır. Bu nedenle ideopolitik olarak Osmanlıcılık yerine Kemalizme yakın oldukları söylenebilir.
Batı tipi değerler ve batılı hayat tarzı ise teknik üretici gücün küresel ölçekteki gelişmesine paralel olarak zaten her örgüt/yapı/ülke/fikre sirayet etmiştir. İki tarafı da memnun etmeyecek olsa da en az Kemalistler kadar modernleşebildi muhafazakar kesim!
Kapital’e karşı devrimler devam ediyor
Osmanlı Ocakları’nın Uhud okçuluğundan başka ikinci itirafı da gözden kaçmamalı. Hedeflerinin “medeniyet” olduğunu dile getiriyorlar: Osmanlı Medeniyeti. Osmanlı medeniyetini dünya tarihinin diğer otoriter, sömürücü ve baskıcı medeniyetlerinden ayıran hiçbir ayırıcı özelliği yok. Osmanlı İmparatorluğu da tıpkı diğer medeniyetler gibi barbar devrimci akınlarla baş edemedi. Patrona Halil İsyanı, Ermeni Hınçak devrimcileri, Bulgar devrimcileri, Jön Türklerin erken evresi, Halk İştirakyun Fırkası… Osmanlı Ocakları’nda temsil olunan Tayyip Erdoğan zihniyeti ve burjuva devrimcileri medeniyet arayadursun, barbarlığın tarih sahnesinde şahlandığı dönemece giriyoruz.
Devrimler kitap ve bilgi gözetmez. Gramsci, Ekim Devrimi’ni Kapital’e karşı devrim olarak selamlamıştı. Günümüzde barbar devrimcilik öylesine farklı biçimlere girdi ki… Bazen bir mültecinin tek bir beden olarak köleci toplumdan kapitalizme sıçrayıverişi oldu; bazen de kapitalist medeniyetinin içinden birinin -Ivana Hoffman’ın- “geri” topraklarda köleciler tarafından şehid edilmesi…
Marksizm-Leninizmin önünde dünyanın en “geri” yerinde sınıfsız, ulussuz ve cinsiyetsiz bir Rojava ve Rojavalaşmak misyonu duruyor. Arin Mirkan’ın, bir Kürt kadınının, cephaneliğinin berisinde ve namlusunun ucunda halen olmakta olan son Kapital’e karşı devrim….
[1] http://ilerihaber.org/liberal-itiraf-yanilmisiz/22001/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.