İşçi sınıfının deneyimleri üzerine bir mücadele hattı oluşturmamız gerekirken, proletarya ve prekaryayı karşı karşıya getirip birini diğerine karşı tanımlama gayreti içinde yeni bir özne inşa etmek yerine, birleşik mücadele hatlarının örülmesini/kurulmasını gündemimize almak bugün her zamankinden daha yakıcı bir önem taşımaktadır Bu kısa yazıda, emek hareketi açısından önemli olduğunu düşündüğümüz Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli […]
İşçi sınıfının deneyimleri üzerine bir mücadele hattı oluşturmamız gerekirken, proletarya ve prekaryayı karşı karşıya getirip birini diğerine karşı tanımlama gayreti içinde yeni bir özne inşa etmek yerine, birleşik mücadele hatlarının örülmesini/kurulmasını gündemimize almak bugün her zamankinden daha yakıcı bir önem taşımaktadır
Bu kısa yazıda, emek hareketi açısından önemli olduğunu düşündüğümüz Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf kitabını ele almak istiyoruz. Bu kitabı “ilginç” kılan temel argümanları aşağıda açıklayacağız. Ama gelin ilk önce kavramın kendisiyle başlayalım.
Prekarya, İngilizcede “güvencesiz” anlamına gelen precarious sıfatı ile “proletarya” anlamına gelen proletariat isminin birleşmesiyle oluşturulmuş bir terimdir. İngilizcede precariat olarak kullanılan bu terim Türkçeye prekarya diye çevrilmiştir.*
Yeni bir terim olmasının ötesinde, “prekarya” ile ne anlatılmak istendiği; bununla nasıl bir siyaset önerildiği dikkate alınıp tartışılmayı hak ediyor. Çünkü yazar proletaryanın artık geçmişte kaldığı, günümüzün “yeni tehlikeli sınıf”ının prekarya olduğu ve siyaseten de “özne” olarak bu yeni sınıfın bayrağı elinde tuttuğu gibi argümanlara sahip. Yazar proletaryanın sadece kavram olarak değil içerik olarak da geçmişte kaldığı görüşünde. Aşağıda yazarın proletarya ile prekarya arasında nasıl bir ayrım yaptığına değineceğiz; ama başlarken şunu söylemekte fayda var; yazarın temel kaygısı esasen şudur: Gittikçe büyüyen ve kendi için sınıf olamayan “prekarya”, eğer müdahale edilmezse sağ/faşizan hareketlerin yedeğine girebilir. Dolayısıyla bu anlamda yazara göre prekarya bir an önce “devletin kafasını karıştıran ya da kafasını bozan bir yapıdan, birtakım taleplerle devleti karşısına alan bir safhaya geçmesi gerekiyor” (s. 14).
Proletarya ve Prekarya: İkisini ayırmak mümkün mü?
Şaşırtıcı bir şekilde yazar bu “iki sınıf” arasında kesin bir ayrıma gidiyor. Yazdıkları aynen şöyle:
Prekarya ‘işçi sınıfı’ ya da ‘proletarya’nın bir parçası değil… Proletarya denildiğinde akla uzun dönemli, istikrarlı, sabit-zamanlı ve ileriye dönük olarak işçinin ne kadar ve nasıl ilerleyebileceği açıkça belli olan işlerin bulunduğu, sendikalaşmanın olduğu, kolektif sözleşmelerin yapıldığı, ebeveynlerin iş unvanlarını anladığı, isimleri ve özellikleri bilinen yerel işverenlerin bulunduğu bir toplum akla gelir (s. 20).
Yazara göre böylesi bir toplum geride kaldığı için bugünün “yeni” sınıfı artık prekaryadır. İşçi sınıfını sanayi proletaryası ile eş anlamlı kullanan yazar, bu çerçeveden hareketle prekaryaya dair sınıfsal bir tanım yaparken üretim ilişkilerinden hareket etmez; Max Weber’e dayanarak, prekaryayı proletarya ile gözle görülür farklılıkları üzerinden tanımlamaya; dolaşım alanı üzerinden hareketle bir sınıf tanımı yapmaya girişir. Yazara göre “işçi sınıfı”, “işçiler” ve “proletarya” gibi terimler bugün artık eskiyi anımsatan terimlerdir.
Bununla birlikte yazar kendi prekarya tanımında statülere vurgu yapmakta; prekaryayı çalışanların işyerlerinde terfi edip edememe durumlarına; devletten ya da çalıştıkları şirketlerden alınan yardımların azlığına ya da hiç olmamasına göre bir tanımsal çaba içerisine girmektedir.
Kitabında bir sosyal hizmet uzmanını örnek göstererek, çalıştığı yerde terfi etmesinin önünde çeşitli zorluklar olması; yeni bir pozisyon açılana kadar uzun süre beklemek zorunda kalmasından hareketle bu sosyal hizmet uzmanı için Standing şöyle bir yorumda bulunmaktadır: “Bu kadın, mesleğinde ilerlemek istemesine rağmen bu konuda bir değişim olmadığı için prekarya ile bağlantılı birisi[dir]” (s. 41).
Sanayi proletaryasına benzemezliği üzerinden, statüleri öne çıkararak prekaryayı içeriklendirmeye çalışan yazar özetle prekaryaya dâhil olmayı şu cümlelerle açıklıyor:
Prekarya içinde olmak, herhangi bir kariyer hissi ya da mesleki kimlik duygusuna sahip olmayan bir statüye sahip olmak demektir. Prekarya aynı zamanda, nesiller boyunca sanayi proletaryası ya da maaşlı kesim içinden gelenlerin, emeklerinin karşılığı olarak devletten ya da çalıştıkları firmalardan aldıkları yardımların çok azına –o da olursa– erişebilir (s. 48).
Buradan şunu anlıyoruz kısaca: Eğer terfi etmede önümüzde bir zorluk yoksa; sosyal yardım ve ikramiyelerden güvenli bir şekilde yararlanabiliyorsak; düzenli, tanımlı bir iş ve dolgun maaşlı, dahası geleceğe dair de kaygı taşımayacağımız bir “statü”deysek o zaman prekarya olmaktan çıkıyoruz! Standing’in söylemek istediği bu aslında.
Eski proletarya ve maaşlı kesimin aksine, [prekarya] kendisine gelir güvencesi sağlayacak şirket yardımları ve katkı-temelli toplumsal korumaya sahip değil. Üstelik bir taraftan paraya dayalı ücretlere bağlı fakat bu ücretler de hem daha düşük hem de bu ücretleri diğer gruplara kıyasla tahmin etmesi daha güç (s. 83).
***
Prekaryayı “küreselleşmenin çocuğu” olarak tanımlayan yazara göre, bugünün dünyasında sınıf ortadan kalkmamıştır, daha ziyade parçalı bir küresel sınıf görüntüsü ortaya çıkmıştır.
Ayrıca “küreselleşme” döneminde şirket alım satımlarının artmasından (yazar buna “şirketlerin metalaşması” diyor), diğer bir değişle sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin artmasından yola çıkarak şöyle bir sonuca varılmış: “[Ş]irketler daha akışkan hale geldikçe, işçilerin de bu şirketler içinde kariyer yapma istekleri azalacaktır”. Ve Standing şöyle devam ediyor: “Bu da onları prekarya içinde olmaya yaklaştırır” (s. 59).
Giderek daha fazla özel girişim çokuluslu hale geldikçe, şirket yönetimleri de kendi ağlarındaki iş yerlerinde ve tedarik zincirlerinde işleri ve işçilerin fonksiyonlarını değiştirme stratejisine yöneldi, ve özetle yazara göre bu durum prekaryayı büyütmeye yarıyor.
Son olarak “uzaktan çalışma” pratiği üzerinden yazarın kafasındaki prekarya kurgusunun ne olduğunu anlamaya çalışalım. Verilen örnek ABD’den:
2000 yılında federal hükümet ve bağlı bürolarda istihdam edilen çalışanların, internet aracılığıyla uzaktan çalışmasını zorunlu kılan bir kanun geçti. 2006 yılında federal hükümet adına çalışanların % 19’u olan yüz kırk bin kişi, alternatif yerlerden çalışıyordu. İşte bu, çalışanları birbirinden ayıran, mekânlarını sınırlandıran ve ortak eylem fırsatını azaltan prekaryalaşmadır (s. 97).
***
İşçi sınıfının atomize olması, mekânsal parçalanması bir gerçekliktir; dahası eskiye nazaran siyaseten hegemonya kuramadığı ve parçalı bir yapıya sahip olduğu da bir gerçekliktir. Ama sırf bu durumdan yola çıkarak bir sınıf tanımı yapılabilir mi? Yazar, böylesi bir tanımın yapılabileceği görüşünde. Hem zaten bu kitabın yazılmış olması da böylesi bir çabanın göstergesidir. Aşağıda yazarın bu kavrayışını eleştirel bir perspektifle ele almaya; ve işçi sınıfının genel çıkarları açısından meseleye nasıl yaklaşabiliriz sorusunun cevabını vermeye çalışacağız.
Proletaryayı nasıl tanımlamalı?
Proletarya kavramı Marx’ın icat ettiği bir kavram değildir. Marksist edebiyat kuramcısı ve eleştirmen Terry Eagleton, proletaryanın eski çağ toplumlarında alt sınıftan kadınları tanımlamak için kullanıldığından bahseder. Sözcük olarak “proletarya” Latince kökenli bir sözcüktür ve üremenin sonucunda ortaya çıkan “çocuk” kelimesinden türemiştir. Bu anlamda “proletarya” kelimesi, devlete hizmet etmek için rahimlerinden başka sunacak bir şeyleri olmayan çok yoksullar anlamına gelir. İktisadi yaşama hiçbir biçimde katkıda bulunamayacak kadar yoksun ve yoksul olan bu kadınlar işgücü olarak çocuk doğurmaktaydı. Toplumun onlardan talep ettiği üretim değil üremeydi (Eagleton, 2011: 190). Şu haliyle kavramın ilk ortaya çıkışında üretim sürecinin dışında yer alanların rolü büyüktür, diyebiliriz. Ama bugün “proletarya” dendiğinde kavramı bu ilk anlamında kullanmıyoruz.
Modern işçi sınıfının ortaya çıkışıyla proletarya yeniden tanımlandı. Emek gücünü ücret karşılığında kapitalistin kullanımına sunan her kişi proletaryadır esasen. Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basıma notunda altını çizdiği gibi, proletarya derken “hiçbir üretim aracına sahip olmadıkları için ancak emek güçlerini satarak yaşayabilen modern ücretli emekçiler sınıfı kastedilmektedir”. Tanım bu kadar açıktır. Ayrıca bu tanıma işsizler de dâhil edilmelidir. Çünkü işsizlik, dar anlamda sanayi olmasa bile, bir bütün olarak kapitalist üretim ve dolaşım alanının “çeper”inde hazır kıta bekleyen bir “yedek ordu” anlamına gelir.
İşçi sınıfının parçalanması, atomize olması günümüzün bir gerçekliğidir. Bunun arkasında, kapitalizmin 1970’lerin ortasından bu yana içinde yer aldığı derin krizi aşma çabasının yattığı bir gerçek. Özetle açıklamaya çalışalım.
***
1970’lerin ortasında kapitalizm uzun sürecek bir krizin içerisine girmiştir. Otuz yılı aşkın bir süre boyunca sermayenin bu krize cevabı işçi sınıfına saldırı olmuştur. Bugün de bu saldırı devam etmektedir.
Sermaye kendi krizini aşabilmek için dünya çapında farklı stratejiler izliyor; taşeronlaşma, fasonlaşma ve esnek çalışma biçimleri olan kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici süreli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, evden çalışma, iş paylaşımı ve esnek zaman modeli ile çalışma… gibi uygulamaların yaygınlaşması bu stratejinin çeşitli tezahürleridir.
Krizin derinleşmesi ile birlikte kâr oranlarının düşmesi eğilimi sermayedarları yatırım yapmaktan uzaklaştırdığı gibi, yatırım yapılmaya yeltenilse bile yatırım için elverişli bir kâr oranı talep etmelerine yol açtı. Bu durumun ortaya çıkardığı iki sonuçtan biri emek talebinin azalması, diğeri de sermayenin emek kullanımı ve emeğin kontrol edilme tarzında farklılaşmanın yaşanmasıdır. Emeğin sermaye tarafından kontrol edilme tarzındaki farklılaşmanın iki boyutu vardır; üretim sürecinin parçalara ayrılması ve ayrılan her bir parçanın da en uygun yerde konuşlandırılması. Bu şekilde üretim bir ülkeden diğerine, aynı ülke içinde farklı bölgelere, fabrikalardan sokaklara ve evlere taşınır. Mekânsal farklılığın artması, artan oranda kadın ve çocuk emeğinin sisteme içerilmesini de sağlar (Özar ve Ercan, 2004). Bu şekilde bütün bir toplumsal ilişkiler ağı, giderek işyerinin bir uzantısı olarak şekillenmeye başlar.
Sermaye bir taraftan çok keskin bir şekilde merkezileşirken, kâr oranlarının da düşük seyrettiği bir “iklim”de kârlılığı yükseltmek için maliyetlerin olabilecek en düşük seviyeye indirilmesi için tekelci firmalar üretimi parçalayarak, “ağırlıklarından arındırılmış” bir üretim stratejisini uygulamaya geçirdiler. Bu stratejide temel amaç kârlılığı olabildiğince maksimize etmektir. Temel amaç budur ve tekelci firmalar bu amaca uygun olarak 1980 sonrasında sermayenin merkezileşmesinin içsel bir gereği olarak, üretiminin parçalara ayrılması sürecini başlatmışlardır. Bu şekilde büyük işçi kitlelerinin tek bir kapitalistle karşı karşıya gelmeleri de engellenmiş olur.
Üretimin esnek bir biçimde yeniden yapılanması durumunu iki model altında toplayabiliriz. İlki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’li mühendislerin katkısıyla Japonya’da geliştirilen “yalın üretim” modelidir. Yalın üretim, üretim ağında büyük firma içerisinde kaliteyi ve verimliliği arttırmayı amaçlayan “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi uygulamaları içerir. Esnek üretimin bir diğer biçimi ise “esnek uzmanlaşma”dır. Esnek uzmanlaşma ise 1960’lı yılların sonlarında sendikaların üretim sürecine müdahalelerini engellemek üzere İtalya’da uygulanan bir modelidir. Bu modelde üretimin bazı bölümlerinin işletme içerisinde alt işverene (taşeron) veya işletme dışarısında küçük işletmelere (fason üretim vs.) devredilmesinden oluşan düzenlemeler vardır (Müftüoğlu ve Ece Bal, 2014: 221).
Tabii bu son söylenen fason üretim ilişkisinde sermayelerin birbirleri ile olan ilişkileri (“sınıf-içi”) devreye girer. Büyük tekelci sermaye ve bunlara iş yapan tedarikçilerden oluşan bir “yan sanayi” olgusu önem kazanmaya başlar. Bu tür bir üretim yapısında işgücü maliyetleri son derece düşüktür, sendikalaşma ya çok zordur ya da hiç yoktur, ücretler ve diğer yan ödemeler “ana firma”ya göre çok daha düşüktür vs. Tekstil, hazır giyim, deri gibi sektörlerde bu yapı daha da ileriye giderek küçük atölyelere ve eve iş verme biçimlerine kadar uzanır (Savran, 2007: 157-59).
***
Çerçeveyi özetle bu şekilde çizmek mümkündür. Ne var ki, Guy Standing emek-sermaye ilişkilerinin yeniden yapılanması durumuna vurgu yapmak yerine, “yeni” bir sınıf tanımı yapmaya girişiyor. Bunu yaparken de yedi çeşit sınıftan bahsediyor! Bunları da şöyle sıralıyor: “elit” sınıf; elit sınıfın altındaki “maaşlılar” sınıfı; maaşlıların yanındaki “profisyenler”; profisyenlerin altında el emeğiyle çalışan “işçi sınıfı”. Bu grupların altında da “işsizler ordusu” ve “prekarya” bulunmaktadır.
Yazarın böylesi bir kuramsal çaba içerisinde olmasının arkasında politik bir kaygı yatıyor. Çünkü yazara göre toplumsal değişimi sağlayacak yegâne özne proletarya değil, prekaryadır artık. Ne var ki özne rolü biçilen prekaryaya daha çok yeniden bölüşümcü bir siyaset öneriliyor.
“Cennet Siyaseti” başlığı altında yazarın önerdiği başlıklar şöyle: kısmi vatandaşlık tarih olsun; eğitim piyasacıların kontrolüne bırakılmasın; adil bölüşüm olsun ve bunun için de finansal sermayenin yeniden bölüşümü gündeme getirilsin; temel gelir olsun vs. vs.
Yazara göre prekarya açısından ilerici bir gündem oluşturabilmek için “özgürlük, kardeşlik, eşitlik” üçlüsünü yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.
Prekarya, yazara göre, bir yandan hayat boyu aynı işte çalışma garantisi ve devletin korumacılığını reddederken (!), hayata dair kontrol, toplumsal dayanışmanın canlandırılması ve sürdürülebilir özerklik talebinde bulunuyor. Aynı zamanda prekarya, havanın temizlenmesini, kirliliğin azaltılmasını ve canlı türlerinin artırılmasıyla beraber geleceğin ekolojik olarak korunmasını da istiyor (s. 257).
Standing aslında, “karşımızda duran sınıf eğer böyle taleplerde bulunuyorsa biz de yüzümüzü bu sınıfa çevirmeli ve taleplerine kulak vermeliyiz,” demek istiyor.
Sonuç
Bu kısa kitap eleştirisi bölümünü şu şekilde bağlayabiliriz. “Prekarya”, yazarın da altını çizdiği gibi, kapitalizmin belirli bir dönemine (“küreselleşme” dönemine) tekabül eden parçalı bir sınıf. Yazar bunu zaten “küreselleşmenin çocuğu” olarak tanımlıyor. Temel eleştirimiz şu: İşçi sınıfının, uzun bir mücadele deneyimine, örgütlenme pratiğine, kazanım ve yenilgilere sahip geniş bir tarihi var. Bugün işçi sınıfının deneyimleri üzerine birleşik bir mücadele hattı oluşturmamız gerekirken, proletarya ve prekaryayı karşı karşıya getirip neden birini diğerine karşı tanımlama gayreti içinde olalım? Ayrıca “yeni” bir sınıf tanımı ve “yeni” bir özne ve mücadele hattı oluşturmanın bir bütün olarak sınıfı bölmeye hizmet edeceğini nasıl olur da görmezden gelebiliriz?
Bugün işçi sınıfının “merkez” ve “çeper” diye bölündüğü bir gerçek. Dahası “proletarya” ve “prekarya” diye bir bölünme olduğunu da yine yazardan öğrenmiş bulunuyoruz. Bu bölünmeye karşı birleştirici bir mücadele hattı oluşturmak niçin ilerici olmasın?
Yazar her ne kadar önemsizleştirse de bugün proletarya eskiden olduğu gibi hâlâ gündeme damgasını vurabilen bir potansiyeldedir. Çok değil, geride bıraktığımız Ocak ayında DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile yapılan toplu sözleşme görüşmelerinin olumsuz sonuçlanması üzerine greve çıkmıştı. 29 Ocak’ta başlayan grev 15 bin işçiyi kapsayan devasa bir grevdi. Ama hemen bir gün sonra Bakanlar Kurulu devreye girip grevi 60 gün süreyle erteledi. Gerekçe ise şöyle açıklanmıştı: “Grevi milli güvenliği bozuyor”!
Buradan anlaşılıyor ki, proletarya hâlâ “milli güvenliği” tehdit eden bir sınıftır bugün.
Özetle, prekaryayı proletarya ile karşıtlığı içerisinde tanımlayıp, yeni bir özne inşa etmek yerine, birleşik mücadele hatlarının örülmesini gündemimize almak bugün her zamankinden daha yakıcı bir önemdedir.
İşçi sınıfının parçalanmışlığı beraberinde öne sürülen taleplerde muazzam bir çeşitliliğe yol açtı, burası gerçek. Bugün işte bu çeşitliliğe yaslanarak nasıl bir mücadele hattı inşa edebiliriz, sorusu etrafında kenetlenmeliyiz. Parçalanmışlığa karşı örgütlenme bugün toplumsal değişim ve dönüşümün belki de tek anahtarı.
Not: Guy Standing’in Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (İletişim, 2015) isimli kitabına dair yazılan bu eleştiri yazısı DİSK-AR Dergisi’nin 4’üncü sayısında, “Prekarya” Ne Anlatmaktadır? başlığı altında yayınlanmıştır. Erişim: http://goo.gl/17d8qF.
Kaynakça
* Kavramın kendisine dair daha geniş bir değerlendirme için Elif Demirkaya’nın “Nedir Bu Prekarite?” başlıklı yazısına bakılabilir. Erişim: http://goo.gl/MTdpDN.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.