Diktatörlük rejimi genel olarak bir diktatörle temsil edilirken var olan toplumsal/siyasal sorunların ancak diktatörün otoritesinin varlığı ile çözülebileceğini iddia eder. Diktatör de buna canı gönülden inanır ve bunun gereğini yapar İktidarını sürdürmekte zorlanan diktatörler son bir hamle olarak “büyük sıçrayış” hamlesiyle o güne kadarki rutin iktidar deneyimlerinin dışında bir kulvardan iktidar mücadelesini sürdürmeyi tercih edebilirler. […]
Diktatörlük rejimi genel olarak bir diktatörle temsil edilirken var olan toplumsal/siyasal sorunların ancak diktatörün otoritesinin varlığı ile çözülebileceğini iddia eder. Diktatör de buna canı gönülden inanır ve bunun gereğini yapar
İktidarını sürdürmekte zorlanan diktatörler son bir hamle olarak “büyük sıçrayış” hamlesiyle o güne kadarki rutin iktidar deneyimlerinin dışında bir kulvardan iktidar mücadelesini sürdürmeyi tercih edebilirler. Bunun sebepleri her deneyimin kendi özgünlüklerinde gizli olabilir. Ama sanırız bütün diktatörlüklerin en belirgin ortak özelliği diktatörün kendi varlığıyla, hükmettiği ülkesinin varlığının geleceğini bir ve aynı görmesidir.
Kuşkusuz bu, diktatörlük söyleminde “vatan aşkı” olarak kendini ifade eder. Diktatörlük rejimi genel olarak bir diktatörle temsil edilirken var olan toplumsal/siyasal sorunların ancak diktatörün otoritesinin varlığı ile çözülebileceğini iddia eder. Diktatör de buna canı gönülden inanır ve bunun gereğini yapar. Kuşkusuz bu “inanma” halini etkileyen, güçlendiren makam, saltanat sürme hali, mal-mülk sahibi olma, bazı yasal ve ahlaki olarak sorunlu çıkar ilişkileri, insan hakları ihlalleri vs. diktatörlük rejimlerinin olmazsa olmazlarıdır. Bir başka deyişle diktatörlüğün kurulması veya sürmesi hali, söylem olarak memleketin bekası için olduğu kadar rejimin sahiplerinin de “selameti” için kaçınılmaz şart haline dönüşür.
AKP iktidarının özellikle “referandum” sonrası hali böyle bir tabloyu çağrıştırıyor. Bu tablo Haziran seçimleri ile tamamlanacaktı ancak halk eline geçirdiği seçim sopasıyla AKP’nin resmini darmadağın etti. Kuşkusuz baş ressam Erdoğan fırçayı elinden düşürmemeye gayret göstererek resmi yeniden tamamlamaya çalışıyor. Bu kez “savaş” ve “kaos” konulu bir tabloyla halkı tehdit ediyor.
Bu durumu, kendi siyasi tarihimizi gözden geçirerek analiz etmeye kalkışmak bize yeterince ipucu vermeyebilir. Belki de Türkiye’nin ilk kez “seçim hükümeti” ile bu iktidar döneminde karşılaşıyor olması da tesadüf değil. Bu anlamıyla “yeni bir durum” ile yüz yüze olduğumuzun pek çok işaretlerinden birisini de seçim hükümeti uygulamasıyla görmüş olduk.
Zira iktidardayken “savaş” ve “kaos” stratejisi uygulayan ilk iktidar Erdoğan’ın iktidarı değil. Çok daha kanlı ve çatışmalı bir dönemi ifade eden 1965-1980 döneminde MC iktidarları için veya 1990’larda Çiller iktidarı için de benzer bir iddia ileri sürülebilir. Ancak bu kez stratejiyi uygulayan ve zor aygıtını çalıştıran aynı merkez değil… Bir başka deyişle hem MC hem de Çiller iktidarı döneminde esas olarak otorite sahibi güç yasal iktidar değildi. Ana strateji “derin devlet” tarafından yürütülüyor, hükümet sadece bu süreçte üzerine düşeni yapmakla yetiniyordu. Dolayısıyla bu stratejinin başarısızlığı halinde faturasını yasal iktidar ödüyor başarısı halinde ise “derin devlet” gücünü pekiştiriyordu.
Ancak bu kez hem stratejiyi belirleyen hem de uygulayan AKP devletidir. Kuşkusuz bu durum, Erdoğan’ın açıkça ifade ettiği, rejimin değiştirilmeye çalışılmasıyla ilgilidir. AKP henüz Cumhuriyet rejimi gibi kurumsallaşmasını ve yerleşmesini sağlayamamış ve fakat bütün devlet erklerini büyük oranda ele geçirmiş durumda. Ancak yeni ve otoriter bir rejim kurmanın ihtiyaç duyduğu “sessizliği” henüz sağlayabilmiş değil ve sağlayabilmesi de gerçekten zor görünüyor.
AKP iktidarının savaş ve kaos stratejisiyle başkanlık rejimi hayallerini yeniden canlandırması için başlatılan yeni savaş konseptinin bu istenilen sessizliği veya onayı ne kadar sağlayabileceğini göreceğiz. Ancak bu kez savaş ve kaos stratejisi uygulayan iktidarla bu stratejinin sahibi bir ve aynı siyasal merkez. Dolayısıyla bu stratejinin başarısız olması halinde bunun bedelini kimin ödeyeceği çok açıktır. Erdoğan’ın kendisine yönelik yüksek volümlü eleştiriler karşısında “seçime ben mi giriyorum” diye yakınması onu ne kadar kurtaracak?
Yeni bir rejim kurmaya çalışan Erdoğan iktidarının ikna yöntemleriyle başaramadığı başkanlık rejimi için “onay” alma işini “zor” yoluyla yapmaya çalıştığı bu sürecin boşa çıkartılması halk muhalefetinin aynı şiddette bir rüzgarı bu kez AKP devletine karşı estirmesini mümkün hale getirebilir. Hükümet, iktidar ve devletin aynı güç merkezinden oluşuyor olması belki de bu kez demokratik muhalefetin elini güçlendiren bir imkana dönüşebilir. Basit bir seçim yenilgisi AKP iktidarının otoriter rejiminin yerleşmesi sürecine ciddi bir darbe vurarak Erdoğan’ı daha doğrudan, yasal kılıflara ihtiyaç duymadan, bütün muhalif kesimlere topyekün zor uygulamaya mecbur bırakabilir. Kuşkusuz bu süreç, toplumsal muhalefetin bileşenleri tarafından aynı oranda birleşik ve sert bir muhalefetle karşılanmazsa ağır bir yenilgiye yol açabilir. Ancak bugünden bakıldığında umutlu olmak için yeterince sebebimizin varolduğunu söyleyebiliriz. Kürt siyasi hareketinin direnci, HDP’nin ısrarlı şekilde seçim öncesi çizgisini koruyarak Kürt siyasi hareketinden görece farklı bir kulvarı zorlaması, CHP’nin kendi çizgileri içinde tutarlı sayılabilecek bir muhalefeti ısrarla sürdürmesi, kentlerin ve doğanın yağmalanmasına karşı gelişen halk hareketleri, okulların açılmasıyla üniversitelerdeki gençlik hareketinin özgürlükçü talepleri önümüzdeki seçim sürecini ve sonrasını etkileyecek önemli unsurlar olarak umut veriyor.