Liberallerin iddiasının aksine değişen Erdoğan’ın psikolojisi değil NATO tarafından belirlenen yaşam koşullarıdır. Erdoğan’ın vazgeçilmezliği “suça batma” ve etkide bulunduğu her yapıyı, T.C. kurumları da buna dahildir, “suç örgütüne” dönüştürme yeteneğidir Erdoğan rejimiyle birlikte başlayan ve yaşamakta olduğumuz ana varan süreci farklı biçimlerde anlamlandırabilmek mümkün. Örneğin, kırılmanın Gezi sürecinde başladığını iddia eden ve bu kırılma yaşanmadan […]
Liberallerin iddiasının aksine değişen Erdoğan’ın psikolojisi değil NATO tarafından belirlenen yaşam koşullarıdır. Erdoğan’ın vazgeçilmezliği “suça batma” ve etkide bulunduğu her yapıyı, T.C. kurumları da buna dahildir, “suç örgütüne” dönüştürme yeteneğidir
Erdoğan rejimiyle birlikte başlayan ve yaşamakta olduğumuz ana varan süreci farklı biçimlerde anlamlandırabilmek mümkün. Örneğin, kırılmanın Gezi sürecinde başladığını iddia eden ve bu kırılma yaşanmadan önce Türkiye’nin AKP rejimiyle “başarılı” bir yükseliş trendine girdiğini söyleyen insanlar var. Belki bu insanlara “liberaller” diyebiliriz. “Liberal” kavramı her ülkenin kendi özgül tarihine göre tekrar içinin doldurulması gereken, gevşek bir kavram. Ben bir teorisyen ve tarihçi olmadığım için sadece bu yazı ve Türkiye için geçerli yine “gevşek” bir tanım yapacağım. Bana göre Türkiye’deki “liberal” politik olarak, ABD’nin dümensuyundan ayrılmamamız gerektiğini savunan, iktisadi olarak ise sonsuz bir kapitalizm-altın çağ nostaljisinde yaşayan bir antikadır.
Liberaller, AKP ve Erdoğan için Gezi’yi bir kırılma noktası olarak kabul ettiler ve çoğumuz gibi Gezi’den sonrasını Erdoğan’ın “psikolojisi” ile açıklamaya çalıştılar. Erdoğan’ın psikolojisinin patolojisi ile ilgili birçok “bilimsel çözümleme” doğrudur ama Erdoğan da hala iktidardadır. Bu yorumlar bazen “Erdoğan Gezi’de yanlış yapmasa ve ülkeyi bu anlamsız çatışmaya sürüklemeseydi her şey çok güzel olacaktı”ya kadar varmaktadır. Bu yorumun saçmalığını AKP’nin uzun tarihine bakarak anlamak kolay; AKP’yle başlayan AB tam üyeliği rüzgarının Türkiye’de fırtınalar estirdiği dönemlerde yapılan yasama çalışmalarının hemen hemen tamamı AB müktesabatıyla bırakın uyum içinde olmayı, tümden çelişkilidir. AKP, Gezi’ye kadar Türkiye toplumsalını bir AB tam üyeliği çıpasıyla kontrol etti. ABD de AB’ye tam üyelik girişimimizi elinden geldiği kadar destekledi. Bu destek bildiğiniz gibi kurucu ülkelerin Türkiye’nin tam üyeliği ilgili kaygılarını azaltmadı, hatta artırdı. Bu arada AB’ye başvuran Doğu Avrupalı ülkeler birer birer tam üye oldular, Türkiye ise her yeni gelenle birlikte sıranın sonuna atıldı. Ana akım medyanın “girdik, giriyoruz” temalı kampanyası umutların tükenmesi ve hükümetin de desteğiyle “nefret kampanyasına” dönüştürüldü. Kısacası zaten olmayacak, dahası olması için hiçbir gerçek adım atılmayan AB üyeliği fırtınası toplumumuzda tam da iktidarın istediği gibi Batı düşmanlığını ilerletmekten başka bir işe yaramadı. AB’ye girmeliydik girmemeliydik, çok ayrı bir sorun ama AKP ve Erdoğan iktidara geldiklerinden beri onlar açısından bu konu netti. Biliyorum birçok “eski AKP” yanlısı liberal, açılan baplardan bahsederek bu cümlelere itiraz edecektir. Evet, birtakım yasalar AB müktesabatıyla uyumlu hale getirildi, ticaret “liberalleşti”. Ancak yerel yönetimler, eğitim, sendikalaşma ilgili yasal düzenlemeler, ceza kanunu her zaman daha kötüye gitti, ki sorun da “demokratikleşme” başlığı altında toplanabilecek bu alanlardı zaten. Dolayısıyla AKP ve Erdoğan’ın hiçbir zaman tam üyelik gibi bir amacı olmadı, fıtratları buna müsait değildi. Böylece AB bakanlığının kurulmasıyla başlayan süreç bu bakanlığa bir “şebeğin” atanmasıyla ile son buldu. Neden bir “şebek” seçildi diyeceksiniz? Bu koşullarda bir “şebek”ten başkası o koltuğa oturmazdı da ondan.
TSK’nın yenilenmesi operasyonu
TSK’nın, politik alandaki hegemonyasının ortadan kaldırılması için de AKP ve “liberal aydınlar” çok uzun süreli bir işbirliğine gittiler. Ancak bu biraz netameli ve çelişkili bir konudur. Kenan Evren bir kenarda sanat faaliyetlerine özgürce devam ederken AKP ve liberaller, sahte deliller ve sahte yargılamalarla, sanki geçmiş darbeleri yargılıyormuş gibi yaparak TSK’nın işbaşında olan kadrosuna saldırdılar. Bir ara sanırım TSK generallerinin yüzde 40’ı tutukluydu. Kenan Evren yargılanamadığına göre hapse atılan, baskılanan şey darbeler olamazdı. Neydi peki sorusunun yanıtını verebilmek için henüz erken ancak benim yanıtım kısaca şu; TSK’nın var olan kadrosu ve yapılanması NATO’nun “yeni görev tanımları” için uygun değildi ve tıpkı MİT ve Emniyet Teşkilatı gibi kökten değiştirilmesi gerekiyordu.
Bütün bu değişiklikler gerçekleştirildiğine göre yeni görev ne?
Rusya’dan kimyası bozularak dönen Erdoğan, Obama-Putin görüşmesi öncesinde, artık Putin kendisine neler söyledi, ne yaptıysa şöyle bir şeyler geveledi: “Esed’siz bu sürecin olması veya geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme gibi bir şey olabilir.” Hemen arkasından ABD Dışişleri Bakanı Kerry benzer şeyler söyledi. Ancak bütün bu hatalar BM toplantısında düzeltildi. Erdoğan’ı Davutoğlu, Kerry’i ise Obama ve Hollande tashih etti; “Esad’la olmaz”, Rusya ve Çin’e rağmen savaşa devam.
Suriye’de devam eden savaş TSK’nın bildiğimiz bütün kırmızı çizgilerini dümdüz ederek devam ediyor. TSK ve Erdoğan bu gerçekliğe TSK’nın canı sıkılmış tanklarını gezdirerek karşılık veriyorlar. F-16’lar Kandil ve PKK mezarlıklarını bombalıyor, Leoparlar Suriye sınırına, 200 araçlık askeri konvoy oradan şuraya, şuradan da buraya, obüsler, sinemaya, lastik tekerlekli zırhlılar da panayıra götürülüyor. Yeni Şafak’a göre şimdiye kadar 1500, Erdoğan’a göre 2000 PKK’lı öldürülüyor. Davutoğlu’na göre de örgütün beli defalarca kırılıp, lider kadrosu ağlatılıyor, yetmedi inim inim inletiliyor. Örgüt artık Kandil’de barınamıyor ama neredeyse bütün dünya basınına yine Kandil’de röportaj verebiliyor.
Cizre’de, Diyarbakır’da ve bu yazı yazılırken Bismil’de yeni polis teşkilatının işlediği katliam boyutuna ulaşan sivil cinayetler ise yeni bir kentli gerilla kuşağının yayılıp kararlılığını arttırmasından başka bir işe yaramıyor. Ülke içindeki kentlere yönelik bu saldırı dalgası Kürtlerin beraber yaşama isteklerini hızla keskin bir ayrılık talebine dönüştürüyor.
Suriye neyin eşiğinde?
Türkiye’deki bu toz-dumanın kamuflajında ise YPG, ABD hava kuvvetlerinin desteğiyle Cerablus’a, Rojava kantonlarını birleştirecek son savaşa hazırlanıyor. Cerablus “düştü, düşecek”, düştüğünde ise Suriye’yle artık sınır komşusu olmayacağız. Ancak maalesef bu Ortadoğu bataklığından kurtulacağımız anlamına gelmiyor.
Cerablus harita üzerinde Türkiye’nin desteklediği cihatçı militanlara ulaşan son ikmal yolu gibi gözüküyor. Belli bir açıdan bakıldığında koalisyonun hava desteği ile YPG’nin kara saldırısı sonucunda Cerablus düştüğünde cihatçıların soluksuz-cephanesiz kalacağı düşünülebilir. Böyle düşünüldüğünde Suriye savaşının Esad lehine kritik bir eşikte olduğu sonucu da ortaya çıkar.
Ancak başka bazı göstergeler bu meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor. BM toplantısında Obama-Putin görüşmesi barış lehine başarısızlıkla sonuçlandı. Hollande’ın açıklaması ve Fransız savaş uçaklarının “sözde IŞİD” saldırıları, İsrail’in Golan’da Suriye mevzilerine tekrar saldırması, NATO’nun Suriye savaşını şimdi gerçek hedef olan Rusya’nın da fiili katılımıyla daha büyük bir yıpratma savaşına dönüştüreceğinin somut kanıtları.
Bu bağlamda yeni Türkiye’ye, yeni TSK’ya ve yeni MİT’e düşen görevler gündeme gelmektedir. Bunlardan ilki eskiden olduğu gibi Suriye’deki savaşa sürülecek yeni cihatçıların devşirilmesidir. NATO Çeçenistan’dan, Uygur Türklerinden ve tabii ki Türkiye coğrafyasından devşirilecek yeni militanlar konusunda Erdoğan’la bir işbirliği geliştirmiştir. Anladığım kadarıyla MİT de bu yeni görevi ABD istihbarat teşkilatlarının desteğiyle başarıyla yerine getirmektedir. Cihatçıların etnik kompozisyonu son 3 ayda değişmeye başlamıştır. Nusra’nın açıklamalarına bakarsak NATO destekli bu paralı askerlerin üst yapısına da bir makyaj yapılacak ve El Kaide bağlantıları silinecek, en azından görünmez hale getirilecektir. Rusya’nın savaşa dahil olması NATO’ya, Batı kamuoyunu savaşa ikna olanağı da sağlamıştır. Propaganda savaşının yeni aksı, “tiran Putin” ve kendi coğrafyalarında Rusya ve Çin’in zulmü altında ezilenlerin Suriye coğrafyasında Esad nezdinde Rusya ve Çin’e karşı verdiği “özgürlük savaşına” dönüşecek gibi gözüküyor.
Bu görev paylaşımında en kirli iş doğal olarak psikolojisi en patolojik olan lidere, yani Erdoğan’a düşmektedir. Erdoğan şimdiye kadar öyle suçlara batmıştır ki, iktidarını korumak adına her an daha beterini işlemeye hazırdır. Psikolojik çözümlemeler için şu söylenebilir; her yaşantı kendi psikolojisini üretir. Liberallerin iddiasının aksine değişen Erdoğan’ın psikolojisi değil NATO tarafından belirlenen yaşam koşullarıdır. Erdoğan’ın vazgeçilmezliği “suça batma” ve etkide bulunduğu her yapıyı, T.C. kurumları da buna dahildir, “suç örgütüne” dönüştürme yeteneğidir. Yakın kadrosunun değişim ve dönüşümü izlendiğinde yeteneği hemen anlaşılabilir.
Beklenen darbe gerçekleşmiştir
Korkut Boratav hocanın dediği gibi NATO-ABD artık “düzen kuracak güce sahip değildir ama hala düzen yıkacak güce sahiptir.” Bu saptamayla Türkiye’deki bütün liberaller tarihin çöplüğüne atılmıştır zaten. Obama-Erdoğan karşıtlığından, Erdoğan’dan kurtulmak adına bir beklenti geliştirenler son 10 yıl içinde olup biteni “tarih” değil “gazete haberi” olarak algılayan, kafalarını kuma gömmüş liberallerdir sadece. Liberallerin beklediği darbe zaten gerçekleşmiştir. Erdoğan da Türkiye’yi yeniden, eskisine rahmet okutacak, bir kan gölüne dönüştürecek bu yeni darbenin Kenan Evren’idir.
Türk solu ise HDP’yle birlikte heyecanla 1 Kasım seçimlerini beklemektedir. Bu beklenti şimdiye kadar “düzeni kuran” bir NATO ordusunun artık olmadığı bir Türkiye’de bizi büyük bir hayal kırıklığına sürükleyebilir. NATO savaşı genişletmeyi, Ortadoğu’da, Suriye-Irak-Yemen-Gazze coğrafyasında süre giden savaşı bir üst düzeye çıkarmaya kararlı gözükmektedir. Türkiye’nin bu savaşta NATO tarafından tanımlanmış yeni görevleri vardır. Bu görevlere uyum sağlayabilmesi için Erdoğan’ın acımasız eliyle T.C.’nin kurumları birer birer dönüştürülmüştür. Kısacası aslında Türkiye yolun sonuna gelmiş ve Anadolu coğrafyasındaki halkların kendilerinden başka dostu kalmamıştır.
Ancak Türk solunun örgütlenme düzeyi ve HDP’nin içinde bulunduğu açmazlar göz önüne alındığında durum pek umutlu değildir. Güneydoğudaki polis saldırılarının topyekûn bir kalkışmaya evrilmesi önündeki tek engel HDP ve 1 Kasım’daki olası seçimdir. Kürt halkı ve Türk solu HDP’nin sloganları ve önceki seçimdeki başarısı nedeniyle bu seçimin Erdoğan’ı devirebileceğine dair bir umut taşımaktadır. Seçimler, başka bir deyişle, T.C.’nin kurumları, parlemento aracılığıyla gelecek bu kurtuluş kanımca bir boş hayaldir. Bunun bir hayal olmadığını bize düşündüren şey ise bizatihi Erdoğan’ın seçimi kazanmak adına attığı adımlardır.
Erdoğan tabii ki seçimi kazanmak istemektedir. Ancak seçim Erdoğan’ın tek seçeneği değildir. O zaten kendisinin de dile getirdiği gibi darbesini yapmış ya da başka bir deyişle kendisini darbe’nin, NATO’nun “eli” haline getirmiştir. İktidarın araçlarını elinde tutmaktadır. Eğer sosyalistlerin tek seçeneği seçimse bu zaten durumumuzun kötü olduğuna dair en büyük ipucudur.
Seçim sonrasına ertelenen mücadele
Önümüzdeki seçimin kendini aşan bir niteliği de var. Bu seçim üreteceği sonuçlarla Türkiye politikasında erken seçim-tekrar seçim nedeniyle oluşan sis bulutunu, algı dağınıklığını dağıtacaktır. Beklentiler sona erecek ve ertelenmiş mücadele, seçim sonrasında bütün ağırlığıyla karşımıza çıkacaktır.
Cerablus’un düşmesi ve Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca ortaya çıkacak yeni Kürt varlığı seçim sonrasının temel açmazlarından biri olmaya adaydır. Biz sosyalistler Kürt kantonlarının birleşmesini destekliyoruz, bunun Suriye’deki trajedinin sönümlenmesinde önemli bir adım olacağını düşünüyoruz. Ancak Türk halkının önemli bir kısmı için bu gelişme bir kabustur. T.C. için artık tarih olmuş bu “kırmızı çizgi”, politikasını halkın kabuslarına dayandıran Erdoğan için ise bulunmaz bir nimet olacaktır. Bu nedenle seçim sonrasında HDP’nin her iki yönden de daha büyük baskılara maruz kalacağını öngörmek zor değildir.
Türk solu ve HDP sadece AKP-MHP’nin gerici Türk-Sünni seçmeniyle değil, Ferda Koç’un yazısından bir alıntı yaparsak, Fırat Anlı’nın “konuşamayacaksınız” dediği “varoş gençliği”, YDG-H yapılanmasıyla da seçim sonrasında büyük sorunlar yaşayacaktır. Türk solu ve HDP bunları göğüslemeye hazır mı? Bundan önemlisi, seçim sonrası ortaya çıkacak koşullar HDP’nin yürüttüğü türden bir politikayı mümkün kılabilecek mi? HDP’nin tarihin şafağında doğan bir yıldız mı yoksa atmosfere hızla girip, aynı hızla buharlaşan bir meteor mu olduğunu belirleyecek koşullar hızla olgunlaşıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.