“Bu yılki İstanbul LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) Onur Yürüyüşü ‘renkli’ anlara sahne oldu.” Polis, Onur Yürüyüşü’ne saldırmasaydı birçok ana akım medya organında Onur Yürüyüşü bu cümlelerle başlayan ve eşcinsellerin ne kadar “renkli” ve bir o kadar da “tuhaf” insanlar olduğunu anlatan karelerle devam edecekti. Medya ne kadar “tehlikeli” bir şey yaptığının farkında […]
“Bu yılki İstanbul LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) Onur Yürüyüşü ‘renkli’ anlara sahne oldu.”
Polis, Onur Yürüyüşü’ne saldırmasaydı birçok ana akım medya organında Onur Yürüyüşü bu cümlelerle başlayan ve eşcinsellerin ne kadar “renkli” ve bir o kadar da “tuhaf” insanlar olduğunu anlatan karelerle devam edecekti. Medya ne kadar “tehlikeli” bir şey yaptığının farkında olmadan, magazinel bir habercilik tarzını benimseyecekti. Hakikaten hiç de farkında olmadan; senede bir gün kendisi gibi olan, istediği gibi yaşayan, yılın geri kalanını belki de kimliğini saklamak zorunda kalarak, her an hedef gösterilerek ve görünmez kılınarak geçirdikten sonra zincirlerini kıran eşcinsel, biseksüel ve transları sayfalarına taşıyacaktı.
Ama bu yıl öyle olmadı. Daha saat 14.00’da ruh sağlığı çalışanlarının homofobi ve transfobiye karşı basın açıklamasını polis engellemek istedi. Polis tacizi altında açıklama yapılabildi. Hemen ardından İstiklal Caddesi’ne çıkan bütün ara sokaklar polis ablukası altına alındı. Polis savaşa hazırlanır gibi kalkanlarıyla şov yapmaya başladı. “Acaba bu yıl Onur Yürüyüşü engellenecek mi?” sorusu dillenmeye başladı.
Küçük bir gözaltı girişiminden ve eser miktarda darptan Kaos GL avukatları sayesinde kurtulduktan sonra saat 15.30 sularında Sosyalist Feminist Kolektif’te bizimkilerle buluştum. Bir yandan “geçmiş olsun” derken insanlar, diğer yandan ne yapılacağını konuşuyordu. Gazeteci olarak ben de kulak misafiri olup, bilgi paylaşıyordum. O sırada yıllar öncesinden Lambdaistanbul’dan tanıdığım Zeliş ile göz göze geldik. İstemsizce, “Bu devlet artık bizi görmezden gelmeyi bıraktı galiba. Yeni stratejisi saldırmak mı olacak?” dedik. Ardından da bir kahkaha ve “Bu günleri de gördük, görmezden gelinmeyi atlattık ya oh olsun” lafları…
SFK’nın önü insan seli… Herkes 17.00’ı bekliyor meydana geçmek için. Onur Haftası Komitesi hazırlanıyor İstiklal’e çıkmaya. Gazeteci avantajını kullanıp caddeye çıktık. Derken daha yürüyüşe yaklaşık yarım saat olmasına rağmen birden caddede saldırı başladı. Tazyikli su, en hapşırtanından gaz, yer yer de plastik mermi. Gerisi bildiğiniz hikaye… Gece saatlerine kadar süren polis saldırısı ve direniş! Çeşitli eğlence mekanlarına bile gaz atacak kadar gözü dönmüş polis…
Yürüyüş sonrasında destek için gelmiş çeşitli sol yapılardan arkadaşlarla konuştum. Niyetim biraz onların izlenimlerini almak, azıcık da meseleye dışarıdan bakmaktı. Hepsi şok olmuş durumdaydı. Polis saldırısına Gezi’den ve aslında çok daha öncesinden alışık olan arkadaşlar; bu yürüyüşte polisin çok daha sert olduğunu söylüyordu. Şaşırdım böyle düşünmelerine. Evet polis sertti ama polis zaten her zaman kötü değil midir?
Başka bir şey olduğundan bahsettiler. Ağızlarından girdim, burunlarından çıktım ve sonunda itiraf ettiler: “Ya Yıldız çok fazla küfrediyorlardı. Sürekli ibne, götveren diyorlardı. Çok kötüydü. Başka eylemlerde bu kadar küfretmiyorlar. Bir de gözlerindeki bakış çok fenaydı. İnsan kendini çok kötü hissediyor. Böyle senden tiksinir gibi bakıyorlar.”
Onur Yürüyüşü’nün adında neden “onur” geçtiğini başka bir anekdot bu kadar net anlatamaz. “Onur” geçiyor, çünkü polisin o günkü bakışlarındaki iğrenme ve küçümseme hali, bir eşcinsel ya da transın gündelik yaşantısının bir parçası. “Onur” çünkü sana “onursuz” diyen, varoluşunu deyim yerindeyse siyasi pozisyon, din, ırk fark etmeksizin herkesin ortak küfrü haline getiren, canı sıkıldıkça sana şiddet uygulayan, öldüren bir sisteme karşı çıkma mücadelesi bir yandan. “Onur” dediğin biraz da yaşamının her alanına saldırılırken en afili ve baştan çıkarıcı kıyafetlerinle sokakta yürüyebilmek. Varlığını başkalarının küfürlerine armağan etmeme çabası…
Konuştuğum arkadaşların deneyimlediği o nefret aslında şu “empati” denen ama bir halta yaramayan duygunun en somutlaşmış hali. Polisin gözünde orada yürüyen herkes eşcinseldi çünkü sapkınlara destek olmanın tek yolu sapkın olmaktan geçerdi! Ve bir günlüğüne de olsa bizimle yürüyen herkes bu ülkede eşcinsel ya da trans olmanın ne demek olduğunu deneyimledi.
Bizim kızlar, bizim çocuklar ise hiç de şok olmuş gibi değildi polisin küfürlerinden ötürü. Başkası mümkün olamazdı ki zaten? Polis bizi neden sevsin? O bize “ibne” der biz de “Burdayım aşkım” diye yanıtlarız, olur biter.
Yürüyüşün ardından bana kalan da tam bu polis “ibne” dedikçe, “buradayım” deme ruh hali oldu. Evet çok sayıda insan yaralandı, polis şiddeti çok yoğundu ama gökkuşağı her yerde dalgalandı. Kimi gaz atılırken göbek attı, kimi polisin yanına yanına gidip, “Pardon memur bey, biraz gaz atmayı keser misiniz? Şurada eğleniyoruz biz. Ayıp yani” diyip kahkahalarla polisleri “dumura uğrattı”. Direniş ise üç beş “sapkından” beklenmeyecek kadar uzun sürdü. E tabi siz sene boyunca kendisi olmasına izin vermediğiniz, teker teker saldırıp sindirmeye çalıştığınız insanların tek gününü elinden alırsanız n’olur?
Mutsuzluk ve yalnızlığa mahkum edilmek istenilenlerin inadına mutlu olma mücadelesiydi belki de 28 Haziran. Ve çok net bir mesajın yankılanmasıydı istisnasız herkesin zihnine: Vardık, varız, var olacağız! Alışın, gitmiyoruz!