15-16 Haziran’ın en önemli kazanımı, mücadele yeteneği ve deneyimi gelişmekte olan bir işçi sınıfının Türkiye’de var olduğunun kanıtlanmış olmasıdır Türkiye siyasal tarihinde işçi mücadeleleri kendine özgü gelişimi ve beraberinde getirdiği mücadele pratikleri ile özel bir yere sahiptir. Bu mücadele tarihi içerisinde de bazı anlar vardır ki günümüz hak mücadelelerini tahlil ederken ve geleceğe dönük eylemler […]
15-16 Haziran’ın en önemli kazanımı, mücadele yeteneği ve deneyimi gelişmekte olan bir işçi sınıfının Türkiye’de var olduğunun kanıtlanmış olmasıdır
Türkiye siyasal tarihinde işçi mücadeleleri kendine özgü gelişimi ve beraberinde getirdiği mücadele pratikleri ile özel bir yere sahiptir. Bu mücadele tarihi içerisinde de bazı anlar vardır ki günümüz hak mücadelelerini tahlil ederken ve geleceğe dönük eylemler tasarlarken onlara başvurmadan geçilemez.
Daha en başta denilebilir ki, Türkiye’de işçi sınıfının mücadele tarihi gerek ücret ve gerekse sendikal haklar konusunda asla kötü ve göz ardı edilecek bir geçmişe sahip değildir. Özellikle 1960’lı yılların Türkiye’si bizlere bu konuda önemli örnekler sunmakta. Aynı şekilde 12 Mart’a yani muhtıraya doğru giden süreçte gerçekleşen bir dizi başka eylemler de bu iddiayı destekler niteliktedir. Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin en önemli uğraklarından biri olarak gösterilen 15-16 Haziran Direnişi ise işte bu bahsedilen dönem mercek altına alındığında en önemli tarihsel uğraklardan biri haline gelir.
Bu direniş, bariz bir şekilde, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı, patronların büyüyen işçi mücadelesine karşı kaygılanmakta olduğu ve devletin hakim sınıfa olan bağımlılığının karşılığında yasama faaliyeti ile mevcut hak mücadelelerini engelleme arayışına girdiği bir döneme denk düşer. Aslında haziran ayında gerçekleşen bu direnişin öncesinde bir dizi eylemler, grevler geçmiş yıllarda gerçekleşmiş ve “büyük direniş”e giden sürecin basamakları bir şekilde atılmıştır.
Bu basamaklardan Saraçhane ve Paşabahçe grevleri ilk akla gelenler olarak gösterilebilir. Yine 1967 yılında DİSK’in kuruluşu da sürecin ilerlemesinde başlıca sebeplerdendir. Hatta DİSK’in kuruluşunun meşhur 274 ve 275 sayılı yasaların değiştirilmesi yönünde sunulan tasarının çıkış noktası olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü 1960 darbesi ile elde edilen bazı kazanımlar ve görece elde edilen özgürlük ortamı neredeyse tamamı sendikacılardan oluşarak kurulan TİP gibi bir partinin ortaya çıkmasına, üniversitelerde devrimci öğrenci örgütlerinin kurulmasına (önce FKF ve sonra DEV-GENÇ) ve ilerleyen süreçte DİSK gibi bir örgütlenmenin meydana çıkmasına isteyerek ya da istemeyerek izin vermiştir. Muhtıraya giden süreç, işçi ve öğrenci hareketlerinin topluma güçlü mesajlar verdiği, üniversitelerin topluma dönük yüzünün daha görünür olduğu ve hak mücadelelerinin hız kazandığı bir işleyiş içerisindedir. 15-16 Haziran direnişine bakıldığında da devrimci öğrencilerle emek cephesinin nasıl yan yana durduğu ve bir arada direndiği rahatlıkla görülecektir. Bu birliktelik ve işçi sınıfının ücretsel hakların da ötesinde sendikal haklar için göze aldığı mücadele, elde edilen kazanımların teslim edilmemesi isteği patronlar ve emperyalizmin yerli işbirlikçileri tarafından bir tehlike olarak addedilmiş ve Süleyman Demirel yönetimindeki AP (Adalet Partisi) tarafından bastırılmaya çalışılmıştır.
İşte bu durum içerisinde 15-16 Haziran 1970 yılında gerçekleşen “Büyük İşçi Direnişi” Türkiye’de hem bir işçi sınıfının var olduğunu, hem de kendisi için bir sınıf olabileceğini göstermesi açısından hak mücadeleleri tarihine adını büyük harflerle yazdırabilmiştir. Bu direniş, Türkiye’de işçi sınıfının bir sınıf olarak var olduğunu ve devrimi de ancak onun gerçekleştirebileceği tartışmasında da sona gelindiğinin bir göstergesi olarak da görülmektedir. Bu nedenle 15-16 Haziran, hem bir ispat hem de bir meydan okumadır.
Haziranda yapılan bu eylemler aslında bitmeye yüz tutmuş bir tartışmanın sonucunu ilan eder gibidir. MDD (Milli Demokratik Devrim)-SD (Sosyalist Devrim) tartışması ekseninde bakıldığında kaybedenin MDD tezleri olduğu gerçeği yine bu şekilde ortaya çıkabilmiştir. Bunu daha iyi anlamak için MDD-SD ayrımına kısaca dikkat çekmek gerekir. Şöyle ki, sosyalist devrimi savunanlar, işçi sınıfı öncülüğünde olmayan hareketlerin başarısızlıkla sonuçlanacağını, zamanla yozlaşacağını, sosyalist devrimin aynı zamanda anti-emperyalist karakterli olması dolayısıyla zaten MDD tezlerini kapsadığını, Türkiye’nin önündeki devrimin sosyalist bir devrim olduğunu savunmaktaydı. Oysa MDD tezleri, Türkiye’de sosyalist bir mücadele yapacak ortamda bulunulmadığını, emperyalizmin bir ülkeye girerken ilk olarak oradaki en geri unsurlarla (feodalizm kastediliyor) işbirliği yaptığını, Türkiye’de feodal unsurların hala çözülmediğini, yapılması gereken şeyin feodal kalıntıları ortadan kaldırmak olduğunu, bu kapsamda anti-emperyalist ve anti-feodal bir savaş verilmesi gerektiğini, Milli Demokratik Devrimin ise işçi sınıfının da ötesinde tüm milli ve anti-emperyalist güçlerin de katılımıyla sağlanabileceğini savunmaktaydı. Aslında MDD tezlerinin geçerliliğini yitirmesinin ve tartışmanın bir anlamda son bulmasının sebebi de Türkiye’de bir işçi sınıfının var olduğu ve devrime öncülük edebileceği gerçeğinin 15-16 Haziran eylemleriyle ortaya çıkmasındadır bu açıdan. MDD tezlerinde ileri sürülen asker-sivil-aydın zümre ile devrimin gerçekleştirilebileceği inancı da tam da bu noktada son bulmuştur. 15-16 Haziran 1970 eylemlerinde ölen işçiler, yargılananlar ve bu işçileri öldürenlerin konumu da bunun bir diğer ispatı niteliğindedir. Bu açıdan 15-16 Haziran direnişi solun hem teorik hem de pratik açıdan gelişimi yolunda asla göz ardı edilemeyecek örnekler sunabilmiştir.
Peki 1970 yılının 15-16 Haziran’ında gerçekleşen bu direnişin hemen öncesi ve sonrasında neler yaşanmıştır? Demirel Hükümeti, son zamanlarda yükselen işçi hareketinin önünü kesebilmek adına 1960’dan sonra elde edilen sendikal hakların, grev hakkının ve toplu sözleşme hakkının tasfiyesi için 1963 yılında kabul edilen 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası üzerinde değişiklik yapılmasına dair bir kanunu Meclis’e sunar. 11 Haziran’da çıkarılan kanun ile artık sendika seçme özgürlüğü ortadan kalkmaktadır ve toplu sözleşme ve grev hakkına da büyük bir darbe indirilmektedir. Özellikle 274 sayılı Kanunun değiştirilmesini öngören yasa ile amaç DİSK’in önünün kesilmesi ve TÜRK-İş’e büyük bir alan açılmasıdır. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler yasaya yönelik olarak bu yasanın beraberinde tek bir sendikanın diktatörlüğünü getireceğini ve ülkede faşist sendikacılığın önünün açılacağını ifade etmiştir. Bununla birlikte yasa, Türkiye genelinde faaliyet gösterilebilmesi için işkolunda sigortalı çalışan işçilerin üçte birinin örgütlenmesi barajını ve konfederasyon faaliyeti gösterilebilmesi için sigortalı işçilerin üçte biri kadar üyeye sahip olunması koşulunu getirmekteydi. Şaibeler de tam bu noktada oluşmaktaydı. Çünkü DİSK’in durumu bu koşulları sağlamak noktasında eksik kalmaktaydı ve değişiklik öngörülen bu yasanın doğrudan DİSK’e yönelik olduğu iddia edilmekteydi.
Sonuç olarak yasanın geçmesi ile birlikte 14 Haziran günü DİSK yöneticileri bir toplantı yaparak direniş kararı alırlar. Bu noktada bir parantez açmak gerekir. Direnişin ardından yazılan yazılarda genellikle direniş kararının DİSK tarafından alındığı yönünde genel bir kabul vardır. Fakat bazı yazılarda belirtildiği üzere işçilerin kendilerinin aldığı kararla yürüyüşe başladıkları ve konfederasyonun bu noktada geri planda kaldığı iddia edilmektedir. Hatta öğrenci örgütlerinin fitili ateşlediğini iddia eden tanıklara ve yazılara da rastlanmaktadır. Fakat 14 Haziran’da yapılan toplantıda çıkan kararın direniş yönünde olduğundan hareketle direnişin planlı olarak gerçekleştirildiği ve alınan kararlar neticesinde gerçekleştiği konusunda genel bir kabulün var olduğunu burada belirtmek gerekir. Bununla birlikte DEV-GENÇ örgütlenmesinin de direniş esnasında gösterdiği çaba görmezden gelinemez. Döneme ilişkin sonraki yıllarda yazılmış olan kitaplara bakıldığında işçi mücadelesinin neresinde durduğunu göstermesi açısından devrimci örgütler özel bir öneme sahiptir.
Tüm bu gelişmeler neticesinde 15 Haziran sabah İstanbul, Gebze ve İzmit’te 100’den fazla işyerinde işçiler iş bırakarak direnişi başlatırlar. Yine DİSK’in çağrısına uyan işçiler çeşitli kollardan İstanbul merkezine doğru yola çıkacaktır. Gerek Anadolu yakasında ve gerekse Avrupa yakasında onbinlerce işçi yürüyüşe geçerek şehir merkezine doğru harekete geçmiştir. İşçilerin yürüdüğü yollar üzerinde bulunan fabrikalardan da katılımın sağlanmasıyla sayı gittikçe artar. Bu esnada Ankara asfaltı üzerinde yapılan yürüyüşte tren ve karayolu bağlantısı da işçiler tarafından kesilecektir. Akşam saatlerine kadar süren eylemlerde “Satılmış Türk-İş”, “Tüm gericiler, faşizm kahrolsun”, “İşçiyiz, haklıyız, güçlüyüz” gibi sloganlar atılır. 16 Haziran günü ise yine şehir merkezine doğru harekete geçen işçilerin üzerine bu defa polis ve asker çıkar. İşçilerin önlerinin kesilmesi için köprülerden geçiş engellenir ve vapur seferleri iptal edilir. Polis ve askerle yaşanan çatışmalar sonucu 3 işçi hayatını kaybeder, yüzlerce kişi yaralanır, pek çok kişi de gözaltına alınır. Direnişin ardından ise İstanbul, Kocaeli ve Gebze’de sıkıyönetim ilan edilecektir. Bu süreçte sendika yöneticileri, işçiler ve öğrenciler gözaltına alınacak, binlerce işçi işten atılacak ve yüzlerce kişi hakkında dava açılacaktır.
15-16 Haziran direnişi beraberinde istenmeyen sonuçlar getirse de 1972 yılında TİP ve CHP’nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından meclisten geçirilen yasa iptal edilecektir. Fakat en önemli kazanım, mücadele yeteneği ve deneyimi gelişmekte olan bir işçi sınıfının Türkiye’de var olduğunun kanıtlanmış olmasıdır. Aradan geçen 45 yılda ise ücretlerle ilgili ya da sendikal haklarla ilgili olarak işçi sınıfına yönelik gerçekleştirilen saldırılar arttığı ve iktidarlar değişse de sermayenin çıkarları uğruna çalışan devlet örgütlenmesinin devam ettiği görülecektir. Sendikal haklarını kullandığı için işten atılan, soruşturma alan kişilerin yaşadığı ülke 45 yıl öncesinin ülkesiyle aynıdır. İktidarın istemediği sendikalarda örgütlü olmak hala endişelenmeye sebep olacak bir durumdur. Tıpkı 45 yıl önce olduğu gibi bugün de birtakım sendikalar iktidara yakın olduğu ölçüde ödüllendirilmektedir. Toplu sözleşme ve grev hakkının kullanılması durumunda da iktidar tarafından “milli güvenlik” endişesiyle engellemeler gelmektedir. 15-16 Haziran 1970’te gerçekleştirilen direniş tüm bu saldırılara yönelik gerçekleştirilen ilk büyük cevap niteliğindedir. Bugünün mücadelesini sürdürürken de 1970’in Haziran direnişi asla unutulmaması gereken bir uğraktır.