Türkiye, 7 Haziran 2015 tarihi itibariyle yeni bir sürece girmiş bulunuyor. Seçimde ortaya çıkan tablo, siyasette yeni denklemlerin kurulacağına ve kartların yeniden karılacağına işaret ediyor. Önce genel bir özet tespitlerde bunalım, sonra da partiler özelinde bir değerlendirmeyle devam edelim… Her şeyden önce seçmen Türkiye, Anayasa’nın sınırları dışına çıkan Erdoğan’a, başkanlık sistemine, otoriterliğe, totalitarizme, despotik eğilime, […]
Türkiye, 7 Haziran 2015 tarihi itibariyle yeni bir sürece girmiş bulunuyor. Seçimde ortaya çıkan tablo, siyasette yeni denklemlerin kurulacağına ve kartların yeniden karılacağına işaret ediyor.
Önce genel bir özet tespitlerde bunalım, sonra da partiler özelinde bir değerlendirmeyle devam edelim…
Yukarıdaki bazı genel tespitler ışığında partiler özelinde seçim tablosunu yorumlamaya çalışalım.
AKP: Şirket iflas veriyor…
AKP, bu seçimde ilk defa 85 seçim bölgesinin hiçbirinde oyunu arttırmamıştır. Bu durum artık AKP’nin “ANAP’laşma”ya doğru gittiğinin işaretidir.
Aslında AKP’yi büyük ölçüde var eden de, bugüne taşıyan da ve gerilemesinde büyük rol oynayan da Erdoğan’dır. AKP, çok özendiği ve özdeşim kurduğu Osmanlı’nın kuruluş, yükseliş, gerileyiş ve çöküş dönemini yaşamıştır desek yeridir. Bu dönem AKP’nin “nasıl iktidar oluruz?”dan ziyade esas olarak “AKP’lileri nasıl bir arada tutabiliriz?” sorusuna yoğunlaşacağı açıktır. Zira en büyük korku AKP’nin dağılmasıdır. Her ne kadar koalisyon eleştirileri yapsalar da AKP’liler, aslında AKP’nin de bir koalisyon olduğunu unutmaktadırlar. Bu koalisyonun bir parçası olan liberallerle, Gülen Cemaati ile yollar ayrıldıktan ve yeni ortaklıklar kurulamadıktan sonra çöküş sürecine girmesi kaçınılmaz olmuştur.
AKP, üç iktidar dönemini “çıraklık”, “kalfalık” ve “ustalık” olarak tarif etmişti. Öyle görünüyor ki bu “ustalık” dönemi bitmiş ve “emeklilik” dönemine gidilmiştir.
Daha evvelki yazılarda AKP’nin bir “şirket rejimi” ile ülkeyi yönettiğini dile getirmiştik. Şirket gibi yönetilmesinden kastın ise Batı kapitalizmindeki şirket mantığına göre değil, bizdeki “kasaba toplumu”na has tüccar tipinin önderliğinde ve kolektif zihniyetinde geçerli olan bir şirket kültürü olduğunu dile getirmiştik. Nitekim Erdoğan da 2003’te ülkeyi “tüccar siyaseti” ile yöneteceklerini söylemiş ve 2014’te cumhurbaşkanı olduktan sonra da bu düşüncesini koruyacak şekilde ülkeyi “anonim şirket” gibi yöneteceğini tekrar etmiştir. 13 yıllık süreçte tüccar siyasetinden anonim şirket siyasetine giden yolu biz “AKP’nin Şirket Rejimi” olarak tarif etmiştik. Bu şirket siyasetinin araçsal rasyonaliteye dayanmaktan ziyade değer yönelimli, hem piyasanın nimetlerinden yararlanma hem el konulan artı-değeri sosyal yardımlar yoluyla yeniden dağıtım mekanizmalarında kullanıp yoksulları ve alt sınıfları kendisine biat edecek şekilde otoriteryen kişiliklere büründürme stratejisi olduğunu söylemiştik.
Tüccarlık ve ticaret habitusundan anonim şirkete ve hatta holding habitusuna doğru giden bu siyaset aklı, otoriterliğini pekiştirdikçe öteki kimliklere karşı düşmanlaştırıcı psikolojiyi de kendi tabanına algı teknikleriyle nakletmişti uzun süre.
AKP’nin temsil ettiği bu şirket rejiminin kimi zaman bir müteahhitlik şirketi gibi, kimi zaman esnaflık gibi, kimi zaman arabuluculuk yapan bir tüccar gibi, kimi zaman A.Ş., kimi zaman holding, kimi zaman holding’in CEO’su gibi davranan “çoklu benlik” mekanizmasıyla performans gösterdiğini belirtelim. Batıdaki köklü ve kentli bir burjuva kültüründen ziyade “kasaba toplumu”nun, küçük üretimin zihniyet dünyasının izlerini taşıyan bu şirkette hakim olan pragmatizmin “esnaf pragmatizmi” olduğunu da ekleyelim. Dolayısıyla çıkar ortaklığı son derece görelidir ve her an değişebilir. Zira kökleşmiş ilkeler değil esnaflığın, tüccarlığın, şirket kültürünün pragmatizmine dayalı geçici birliktelikler, itaatkârlık gösterenlerle yola devam etme tutumu daha baskın olmuştur. Nitekim “devşirme AKP’liler” daha fazla tercih edilmiştir son dönemlerde.
Davutoğlu, bu şirket rejimini ortak çıkarlar temeline göre devam ettirmek istediyse de pek başarılı olamadı. Kendisi de şirketin çoklu benliklerinden birine oynamıştı seçim öncesinde. Seçim sloganını da “İkinci Yarı Başlıyor” şeklinde belirleyerek herhangi bir “Futbol A.Ş.” gibi davranması da bu zihniyetin bir devamıydı. Oysa bu futbol şirketinin başkanı Erdoğan’dı. Davutoğlu ise teknik direktördü sadece. İlk zamanlarında oyuncuların büyük kısmı, alt profesyonelliğe aday oyuncuların yetiştiği “paf takımı” gibi görebileceğimiz Milli Görüş’ten gelmiş olsa da, son dönemlerinde başka takımlardan transfer edilenlerden oluşmaya başladı oyuncular. Yabancı oyuncuların, başka takımdan transfer edilenlerin (siz bunu ‘devşirmeler’ olarak anlayın) hâkimiyeti veya ‘kaptanlığı’ söz konusu olunca da takımın içinden yetişen oyuncuların rahatsızlığı arttı. Bu yüzden oyuncular arasında ortak ruh yakalanamadı ve ikinci yarı mağlubiyetle sonuçlandı. Davutoğlu’nun teknik direktörlüğü de tartışmalı hale geldi. Şimdi takım önümüzdeki üç ay içerisinde yeni teknik direktör arayışlarına gidecektir. Bu noktada Gül’ün devreye girmesine yönelik girişimlerin olduğunu söylememiz gerekir. Ancak Gül, teknik direktör olarak değil, şirketin veya kulübün başkanı olma koşuluyla geri dönmek isteyecektir. Aksi takdirde eski oyuncuları da yanına alıp yeni bir takım kulübü oluşturması gündemdedir.
Erdoğan’ın AKP üzerindeki vesayeti kalkmadığı sürece AKP’nin kendi yolunu çizebilmesi zor görünmektedir. Her şeyden önce Erdoğan’ın özellikle de inşaat sektöründe yoğunlaşan çevresindeki sermaye gücünün kazancı ancak iktidarda kalarak süreceğinden dolayı her türlü koalisyona razı durumdadır Erdoğan’ın etkisindeki AKP. İnşaat sektörünün varlığı gayrimenkule, gayrimenkul ise istikrarlı bir ekonomiye, faiz politikasına bağlıdır. Dolayısıyla bunun için AKP ile koalisyon kurabilecek kimler varsa sonuna kadar denenecektir. Baykal ile görüşme, bir anlamda bu politik-ekonominin bir ihtiyacı olmuştur.
Diğer taraftan AKP, ekonomik krizin gölgesindeki Türkiye’de, diğer partiler tarafından kendilerini hastalandırabilecek bir virüs taşıyıcı olarak görülmektedir. Bu yüzden hangi parti AKP ile koalisyona girerse bağışıklık sisteminin zayıflığından dolayı kaçınılmaz bir şekilde hastalanacak, ölümle burun buruna gelecektir. Bir tarafta iktidarın nimetleri diğer taraftan hastalıklı durum CHP’yi de, MHP’yi de kendi iç tartışmalarıyla yüz yüze bırakacaktır.
CHP: “Ne senle ne de sensiz”
Oyunu %25’te sabitlese de AKP’yi tek başına iktidardan ettiği için kendini başarılı sayan CHP, “galip sayılır bu yolda mağlup” modunda görünmektedir. Tüm enerjisini AKP’nin bir şekilde gitmesi için harcayan parti, şimdilik bu başarıyla motive olmaya çalışmaktadır.
CHP’de suların durulmayacağı açıktır. Zira milletvekillerinin çoğu yenidir ve bunların pek çoğu önseçimle geldiği için kendilerine güvenleri yüksek ve parti başkanı karşısında özerk davranabilme gücüne sahiptir. Diğer taraftan Kılıçdaroğlu’suz bir CHP’nin Alevi oylarını HDP’ye kaybettirme riskinin de farkındadır CHP’liler. AKP ile koalisyon denemesinin tabanda anlatılma güçlüğü de ortadayken CHP’nin atacağı tüm adımlar, parti içinde çelmelerle karşı karşıya bırakma riskleriyle doludur.
Genç nüfusun yüksek olduğu ülkede CHP’nin gençlikle bağının sorunlu olduğu ortadadır. Bunda, lideri başta olmak üzere parti yönetiminin yaş ortalamasının yüksekliğinin, karizmatik otorite eksikliğinin ve genç kuşakla sadece AKP karşıtlığı üzerinden rabıta kurma sığlığının etkisi tartışmasızdır. Bırakalım gençliği, ülkenin sahil şeridinin ötesinde ileriye dönük umut verecek bir toplumsal varlık da gösterememiştir CHP. Hele ki ekonomik bir vizyonla seçim propagandası yapmasına karşın ne asgari ücretle çalışanlardan ne de emeklilerden çok ciddi bir teveccüh görebilmiştir. Bunun en önemli nedeni ise partinin güçlü bir siyasal ruh gösterememesi ve inandırıcı olamamasıdır.
CHP’nin en büyük sorunu, politika belirlemekten ziyade toplumsal alanda olamamak ya da mekânsal ve uzamsal açıdan sınırlı bir çevrede yoğunlaşmış olmasıdır. Bu durum sınıfsal tabanıyla da doğrudan bağlantılıdır. İdeolojik duruşu soysal demokrat bir rotaya dönüştürülmek istense de partinin tabanı, sosyal demokrasiyi toplumsallaştırabilecek üretim ilişkilerindeki konumdan, mekânsal yaygınlıktan ve genişlikten uzaktır. Partinin geçmiş tarihinin toplumsal bellekte bıraktığı iz, liderini gölgelemektedir. Lider, yeni bir bellek inşa etme gücünden, taban değişimci ve dönüşümcü ufuktan yoksun kaldıkça da “Eski CHP”, “Yeni CHP”ye ket vurmaya devam etmektedir.
HDP: Ezilenlerin koalisyonu
Seçimin en bariz galibidir HDP. Kürt Siyasi Hareketi tarihinin en yüksek gücüne erişmiş halidir. Aynı zamanda, yıllar sonra Türkiye sol hareketinin TİP’ten sonraki en güçlü çıkışıdır.
HDP’nin aldığı oyların demografik yapısına baktığımızda, kendi öz gücünün ötesinde en fazla oy akışının olduğu parti AKP’dir, AKP’ye daha önce oy vermiş Kürtlerdir. Sol, sosyal demokrat siyasal tabanın ve özellikle de Alevilerin etkisi tartışmasızdır. Ama nicel açıdan baktığımızda HDP’ye en çok oy akışının AKP’den gittiği çok açıktır. Roboski, Rojava’daki devrim, Kobanê ve son olarak Adana, Mersin ve Diyarbakır’daki saldırı ve provokasyonlar, Kürtleri kenetlemiştir HDP’de. Kürtler için adeta bir var oluş savaşı olan Kobanê, bir kırılma noktası olmuş ve süreç HDP ile zirveye taşınmıştır.
Sadece Kürtlerin değil, ötekileştirilmiş diğer tüm toplumsal kimliklerin bir aradalığını savunan HDP, dışlanmış kimliklerin koalisyonunu tesis edebilmiştir. Şimdi iş, bu kimliklerin yeni bir toplum felsefesi ışığında siyaset üretme noktasına gelmiştir.
Kimliklerin orkestrası olmuştur HDP. Orkestra şefliğini üstlenen Demirtaş’ın başarısını teslim etmek gerekir. Yapılan araştırmalar toplumda Demirtaş’ın Erdoğan’dan sonra en çok beğenilen lider olduğunu ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla karizmatik liderlik bakımından HDP gelecekte güçlü bir başarı imkânına sahip konumdadır.
Diğer taraftan eşbaşkanlık sistemi, kadınların siyasetteki katılımının yüksekliği, çoklu kimlik ve çoğulculuk politikası ile özgürlükçü duruşu, yarının siyasetini yaratma noktasında güçlü bir zemin sunmaktadır. Değişimi en çok isteyen ve gerçekleştiren parti olması, dinamik olması, gönüllülüğe dayanması da partinin ve partinin “Yeni Yaşam” stratejisine umut vermektedir. Türkiyeleşen HDP, artık “HDP’leşen Türkiye” sürecine doğru yol almıştır.
Kürt siyasi hareketinin 40 yıllık mücadelesi yeni bir döneme girmiştir diyebiliriz. Kürtlerin demografik hareketliliği yeni bir bütünleşme sürecini doğurmuştur. Kırsal yapıdan kentsel alana doğru ilerleyen mobilizasyon, yeni bir kentli kimliğini ve kentli siyaseti de beraberinde getirmiştir. Artık etnik sorunlar, sınıfsal sorunlardan ve yaşam tarzı başta olmak üzere kültürel alanın sorunlarından bağımsız düşünülmeyecektir. Özellikle de büyük kentlerdeki Kürtlerin sınıfsal kompozisyonu, kendi kültürel kimlik değerini koruyacak şekilde sınıfsal bir formasyona doğru bir toplumsal bütünleşme yaratmayı zaruri kılmaktadır. Kent yoksullarıyla, işçi sınıfıyla, enformel sektörün tüm alanlarındaki emekçileriyle, küçük burjuvazi ile yeni bir toplumsal ve siyasal felsefede buluşulmadığı sürece Kürt milliyetçiliğinin radikal ve keskin bir şekilde yükselme potansiyelinin bulunduğunu belirtmemiz gerekir. Kuşkusuz bunun dışında da HDP’nin önünde riskler bulunuyor. İslamcı Kürtlerin hassasiyeti ile Alevilerin hassasiyeti arasında bir denge kurması bunların başında geliyor. Öte yandan Kürtlerin sosyo-kültürel haklarıyla ve demokratik özerklikle ilgili adımlarda da Türkiye Partisi hassasiyetine göre, dahası “emanet oylar” hassasiyetine göre bir politika belirlemesini gündeme getiriyor. Bu noktada Öcalan’ın ve Kandil’in tavrı da önem arz ediyor. Ancak bütün bunlarla birlikte tabanda güçlü bir Kürt Gençliği dinamizmini de görmek gerekiyor. HDP dışından ne kadar Türkiye Partisi olup olmama noktasında eleştiriler geliyorsa, belki de bundan daha fazla ve daha da belirleyici ölçüde tabandan da Kürtlerin kültürel ve siyasal haklarına, kimlik politikasına dair de güçlü bir beklenti ve bu yönde tazyik kendini hissettiriyor, hissettirecektir de doğal olarak. Dolayısıyla HDP’nin bu süreçte hem kendi tabanını dönüştürme, hem de yeni siyasal ve toplumsal felsefe ile de diğer kesimlere kendini anlatma, temas ve diyalog kurup kazanma yollarına yönelik bir politik stratejiyi bugünden hayata geçirmesi sağlıklı görünüyor. Amma ve lakin sadece HDP’nin politik hamlelerini sorgulamak, siyaseti sadece sandığa indirgemek olacaktır. Önemli olan bu siyasal felsefeyi toplumsal alanın tüm veçhelerinde aynı zamanda sivil örgütlülüğe, dayanışmaya dönüştürerek bir vücuda ve kolektif bir ruha dönüştürebilmektir. Böylece egemen siyaset anlayışının dışına çıkılmış olacaktır…
MHP: Yürürken düşecek gibi…
MHP’nin aldığı %16’lık oy oranını iyi anlamak gerekiyor. AKP’den MHP’ye oy akışının olduğu muhakkak. AKP’den MHP’ye kayan oylar tıpkı AKP’den HDP’ye kayan oylardaki gibi bir mesaj taşıyor. MHP de en az HDP kadar bu seçimde AKP’ye toplumsal mesajın taşıyıcısı olarak işlev görmüştür diyebiliriz. Milliyetçiliğin yükselişini tetikleyen konuların başında Çözüm Sürecinden ziyade AKP’nin Suriye politikasıdır aslında. Çözüm süreci karşıtlığı söylemi sadece bu tepkiyi bir ölçüde anlamlandırma kipidir. Tabii ki bu hiçbir şekilde tepki duyulmadığı anlamına gelmez. Ancak 2011’de de Çözüm Sürecine girilmiş ve o seçimde MHP’nin baraj altı kalma riskinin tartışıldığını da unutmamak gerekir. Kaldı ki AKP 2011’de tarihinin en yüksek oyunu almıştı. Oysa Suriye krizi sonrasında Türkiye’ye yayılan milyonlarca Suriyeli mültecinin yarattığı ucuz işgücü ve tetiklediği işsizlik, MHP’yi besleyen kaynaklardan biri olmuştur. Genç işsizlik oranının da giderek yükselmiş olması, genç mütedeyyin kesimin MHP’ye yönelmesinde etkili olmuştur. Elbette bunun dışında siyasal, toplumsal, ekonomik ve pek çok psikolojik faktör etkili olmuştur. Saray’dan duyulan rahatsızlık, 17/25 Aralık Yolsuzluk dosyalarının rafa kaldırılmak istenmesine duyulan tepki, AKP dışında güçlü bir sağ partinin olmaması gibi pek çok unsur da sıralanabilir. Ancak bütün bunlar MHP’nin bir vizyon partisi olma hasebiyle değil de bir “tepki aracı” olması dolayısıyladır. MHP bu tepkiselliği milliyetçi tonla ve Çözüm Süreci karşıtlığı (özünde Kürt siyaseti karşıtlığı) temelinde anlamlandırmaya devam ettirecektir; zira bu onun var oluş kiplerinden biridir. HDP’nin hem Türkiye’deki Kürtlerin ve Ortadoğu’da Kürtlerin dışında bir denklemin kurulmayacağı gerçeğini ortaya çıkarttığı için HDP büyük ölçüde, MHP’nin manevra alanını kilitlemiştir. Çözüm Süreci yürümeden hiçbir koalisyonun yürüyemeyeceği artık açıktır. Dolayısıyla MHP’nin kısa vadede AKP ile koalisyon dışında pek fazla hareket şansı kalmamıştır. O yüzden de erken seçimi masaya yatırmış görünmektedir. CHP ile olası bir koalisyonda ise HDP desteği gerekeceği için sıcak bakmayacaktır. Ancak başka türlü alternatiflerde, Ekmeleddin İhsanoğlu, Durmuş Yılmaz gibi isimler üzerinden oyuna dâhil olmayı da ihmal etmeyecektir.
Çıkış erken seçimde mi?
Mevcut siyasal kompozisyonun her halükarda kırılgan bir koalisyon ortaya çıkaracağı bir gerçektir. Ekonomik kriz derinleşmekte, siyasal ve toplumsal gerilim artmaktadır. Olası her türlü koalisyon iktidar nimetlerini getirdiği kadar aynı zamanda bir ateş topu gibidir. Dolayısıyla pek çok siyasal denklemin konuşulacağı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Denklemlerin yeni partilerin kurulmasını tetikleyeceğini de görmek gerekir. Özellikle de AKP ve merkez sağda havada ‘Gül’ kokusunun olduğunu söylememiz gerekir.
Gerçekleşebilecek tüm koalisyon olasılıklarının ekonomik krize ve siyasal krize koşutluk göstereceği için erken seçime gebe olacağını belirtmeliyiz. Ancak erken seçimin de mevcut tablodan farklı bir sonuç çıkartma garantisi de yoktur. Çıksa bile bu siyasetin sandığa indirgenmesini haklı çıkartmayacaktır. Dolayısıyla siyaseti toplumsallaştıracak tüm mekanizmalarını ve kanalları yeni bir yaşam formunda harekete geçirmek daha kapsamlı bir duruş olacaktır. Bu noktada, HDP’nin kazanmış olduğu ivmenin sol açısından tarihi bir öneme sahip olduğunu ve bu ivmenin sağlam birliktelik temelinde, kolektif bir ruhla toplumun geniş kesimine umut verecek şekilde büyütülmesi halinde aydınlık bir geleceğin inşa edilmesi hiç de zor olmayacaktır…