AKP, seçim sonuçları ne olursa olsun, durdurulamaz bir irtifa kaybı yaşıyor. Bunu anketlere ve seçim analizlerine dayanarak söylemiyoruz. Düşüş kısmi ve geçici değil, bütünsel ve dönüşsüz. AKP, madalyası bol ama hırçın ve hantal bir ağır sıklet boksörünü andırıyor. Haziran İsyanı sırasında aldığı yumruklardan sonra bir türlü kendine gelemedi. İnisiyatifini kaybetti, yalpalayıp durdu. Sonraki her rauntta […]
AKP, seçim sonuçları ne olursa olsun, durdurulamaz bir irtifa kaybı yaşıyor.
Bunu anketlere ve seçim analizlerine dayanarak söylemiyoruz. Düşüş kısmi ve geçici değil, bütünsel ve dönüşsüz.
AKP, madalyası bol ama hırçın ve hantal bir ağır sıklet boksörünü andırıyor. Haziran İsyanı sırasında aldığı yumruklardan sonra bir türlü kendine gelemedi. İnisiyatifini kaybetti, yalpalayıp durdu. Sonraki her rauntta darbe aldı; kah kaşı açıldı, kah dişliği düştü, kah faul yaptı.
Hikâye aslında 13 yıllık. Ancak düşüş o kadar eskiye uzanmıyor.
Her şey Türkiye’yi tepeden tırnağa sarsan o menfur Haziran Ayaklanmasıyla başladı.
***
İktidar gemisini ilk terk eden sol liberaller oldu. En seçkin dost birlikler (entelektüel) düşman saflarına geçti. Hükümet kendini apış arasındaki incir yaprağı düşmüş kadar açıkta hissetti.
Cemaatle bozuşma iktidarın hegemonyasında ciddi bir yarılmaydı. Gemi “sol”undan sonra sağından da su almaya başlamıştı. Keşif kolunu ve vurucu gücünü kaybetmek önemsiz bir şey değildi.
Dershane şantajının bedeli 17/25 Aralık’ta arka arkaya yediği çift kroşe oldu. Cemaatçi polisler bakan çocuklarını içi dolar dolu bavul ve ayakkabı kutularıyla suçüstü yakalamışlardı. Kendileri koydu diyerek hırsızları salıp, polisleri içeri attılar. Bavulları da içindeki dolarlarla birlikte geri verdiler.
Haziran, kamuoyunun derinliğinin farkına sonradan vardığı bir çatlağı daha faş etti: Sanki düne kadar sırtı sıvazlanan onlar değildi, Gezi Batı’lı patronlardan bilindi ve “komplocu” olmakla suçlandı. Başbakan, kendisinin mafya babaları gibi ikide bir minder dışına çıkmasından hoşlanılmamasını anlamazlıktan geldi. Diplomatik yalanları yemediklerini, uzun tekno-kulaklarıyla hükümetin nabız atışlarını bile dinlediklerini akıl edemedi.
Gelgelelim asıl yangın içerideydi. Bürokrasinin, en başta da emniyet ve yargının stratejik mevzileri Cemaat tarafından zapt edilmişti. Hepsinin bir anlığına boyunları seğirdi. Bu hissiyat karşısında kıçı tutuşan mütevelli Adalet Tanrı(ça)sı o telaşla sol elindeki teraziyi fırlatıp attı ve sağ elindeki kılıçla yargı ve emniyetteki “paralel devlet”i budamaya girişti. Züccaciye dükkânına giren fil bile bundan daha sakınımlı davranırdı. Zira ortada ne anayasa ne babayasa, ne hak ne hukuk bırakıldı.
Cemaat, ellerinde büyümüş Orman Kanunlarının bir gün gelip bumerang gibi kendini vuracağını tahmin edememişti. Birlikte planladıkları ordu operasyonu (Ergenekon, Balyoz ve diğerleri), Pensilvanya’nın üstüne kaldı. Tayyip Erdoğan aldatıldıklarını söyledi, bunu kanıtlamak adına da Silivri’yi boşalttı. Bu, henüz “sivil vesayet”e tabi kılınmamış komutanlara göz kırpmak için iyi bir fırsattı. Asker karşıtı söylemden hami pozuna geçmekte sayısız fayda görülmüştü.
Bütün o yolsuzlukları sanki inşaat işçileri yapmış gibi AKP seçmeni hala, “Adamlar yiyor ama çalışıyor da” havasındaydı. Konu tam unutulmaya yüz tutmuştu ki, bu kez de Başbakan Yardımcısı Arınç partisinin ikinci büyük belediye başkanının başkenti parsel parsel sattığını ifşa etti. Önüne gelene iktidara hırsız dedi diye dava açanlar, Arınç söz konusu olunca sessiz kaldılar.
Sanki karanlıkta bir şimşek çakmış, parti içindeki çatlak izleri bir anlığına gözler önüne serilmişti. Adam öyle bir adamdı ki, zata mahsus usullerle bunun da üstünü örtmüştü. Bir hafta sonra sanki hiç kaza yaşamamış gibi kırık vazo eski haline getirildi.
***
AKP’nin günahlarının ardı arkası kesilmiyordu. Gün geldi, iktidardaki duruşu kadar, gelişinin de kirli ve gayrimeşru olduğu anlaşıldı. Meğer o çok övünülen sandıktan çıkma işi pek de dendiği gibi değilmiş.
Bundan birkaç ay önce siyasetçi-Profesör Abdurrahim Karslı televizyonda tarihsel bir sırrı açığa vurdu: Abdurrahman Dilipak’ın kendisine AKP’yi Erdoğan, Gül ve Arınç’ın başını çektiği bir grubun Amerikalılarla yaptıkları bir anlaşma sonucunda kurduklarını anlattığını açıkladı. Görüşmelere Abdurrahman Dilipak ve Ali Bulaç da katılmışlardı.
Ne Dilipak, ne de Ali Bulaç bunu reddetti. Aksine, ikisi de doğruladı. İmanın Şartlarını tartışmanın rahatlığı içinde bunu köşelerinde yazdılar. ABD’nin vaatleri ve istekleri şöyle özetleniyordu:
“ ‘1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.’ AK Parti’den istenenler de şunlardı: ‘a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.’” (Abdurrahim Karslı’dan aktaran Ali Bulaç, Zaman, 22 Aralık 2014)
Bu, al gülüm ver gülüm hikayesini bilmeyen mi vardı ki? Yıllardır solcular yazıp çizip durmuşlardı. Ancak önemli olan bu değildi. Olayı tarihsel kılan faillerin kendilerinin anlatmalarıydı. Sözlükler bunun adına “itiraf” diyorlardı.
Olay açığa çıkmasa resmi tarihe muhtemelen öküz altında buzağı aramaya meraklı solun yakıştırması diye geçecekti.
Büyük Ortadoğu Projesinin pilot ülkesi olarak Türkiye’nin seçilmesi, başına da Refah Partisi’nin karnından sezaryenle çekip çıkarılan AKP’nin getirilmesi çok şeyi açıklar. Bağımlılığın nerelere vardığı, paraların ve siyasi desteğin kimlerden geldiği, ne dolaplar çevrildiği, askeri ve sivil engellerin ne amaçla bertaraf edildiği, faili meçhul cinayetler, kasetler, pazarlıklar ve daha pek çok şey.
Kâfir Batı’nın imkânlarını seferber ederek neden yolu temizleyip dini bütün AKP’yi iktidara getirdiği meselesi, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”na kadar uzanan ayrı bir tartışma konusudur. Bu bir yana, olayın namazında niyazında mütedeyyinlere “peygamber gibi adam” (AKP), solaysa “sessiz devrimin lideri” (liberaller) diye yutturulmak istenmesi eşsiz bir ironi örneği olarak tarihe geçmeyi hak etmiştir.
Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman da aynı günlerde bunu doğrulayan şeyler söyledi: “…birdenbire karşımıza Büyük Ortadoğu Projesi çıktı, ‘Ilımlı İslam’ çıktı. Ankara’da generalleri topladılar. Ergin Saygun anlattı, ‘Ilımlı İslam’, BOP nedir… Amerika birçok şeyi Silahlı Kuvvetler üzerinden götürürdü Türkiye’de. Ilımlı İslam için Türkiye’yi model alıp Ortadoğu’yu kontrol etme anlayışı olunca, Silahlı Kuvvetler kenara itildi.” (Aytaç Yalman’la söyleşi, Hürriyet Kelebek, 15 Aralık 2014)
Belli ki “Yeni Türkiye”, Atatürk ve takipçilerinin inşa ettikleri cumhuriyete alternatif bir modeldi. AKP, mirasına konduğu DP-AP-ANAP geleneğinden bu yönüyle ayrılıyordu, daha doğrusu çizginin dışına çıkıyordu. Zira öncüllerinden farklı olarak muhafazakârlığı siyasi İslam’la sentezliyor, eski cumhuriyeti yeni bir resmi tarih, yeni bir resmi ideoloji ve yeni bir devlet yapılanmasıyla değiştirmek istiyordu. Buysa devleti AKP’lileştirmeyi, AKP’yi devletleştirmeyi gerektiren stratejik bir meseleydi.
Amerika’nın da desteğiyle AKP, Kemalist ideolojinin TC üzerindeki üstünlüğünü kırmayı başardı. Ama siyasal İslam’ı resmi ideoloji olarak kurumsallaştırmayı başaramadı. Tayyip Erdoğan’ın seçim öncesinde “iki ayyaş”ı teke indirerek, şimdilik kaydıyla “Gazi Mustafa Kemal”le yola devam etmek istediği anlaşılıyor. Resimleri önünde fazla poz vermeye başlamasının anlamı budur. Atatürk’ün kurduğu çatıyı bir çırpıda geçemeyeceğini nihayet anlamış görünüyor.
Çapları malum bir Cumhurbaşkanı ve Başbakan, sınırlı İslamcı entelektüel, oradan buradan devşirilmiş bir bürokrasi, kifayetsiz ve kiralık bir medya ordusu ile ne kadar daha ileri gidebilir, bu kuşkuludur. Her şeyin gelip dayandığı doğal bir sınır vardır.
Şimdi o sınırdayız.
***
Kara göründü demek fazla iyimser olmaz. Buradan hareketle 2023 hayali iktidarın bir fantazisi olarak bir kenara konabilir.
Seçimle gelmesine rağmen AKP Hükümeti meşru değildir. Sadece, bir Amerikan projesi olarak kendi milletini aldattığı için değil, akli, ahlaki ve hukuki bir çöküş yaşadığı için de… Bu, sandıkla aşılması mümkün olmayan bir meşruiyet krizidir.
Gün günden çoğalan bir kitle böylesine keyfi yönetilen bir ülkede yaşamak istemiyor. Hakkaniyetle, vaat edildiği şekilde yönetileceğine inanmıyor. Yakın tarihimiz bu kadar nefret edilen, bu kadar kin duyulan, bu kadar öç alınmak istenen bir iktidar daha görmedi.
AKP Türkiye’si Batı’da olsun bölgesinde olsun istenmiyor. Türkiye müttefiklerini bir bir kaybetti, gitgide yalnızlaştı. “Değerli” ve “yalnızlık” sözcüklerinin yan yana gelmemelerinin istenmediği tek bir alan varsa, o uluslararası diplomasidir.
İktidarın hegemonya ve etki alanları içeride de daralıyor. Hegemonyası küçüldükçe zor unsuru öne çıkıyor. Yoksullar ordusu üzerindeki etkisi zayıflıyor. Dananın kuyruğunun asıl ekonomik kriz kapıyı çalınca kopacağını söylemek kehanet olmayacaktır.
Ilımlı günler artık eskide kaldı. Şimdi, Kaçak-Saray Sultanının başında “Yeni Türkiye”nin tacı yükseliyor. “Hizmetkârınız”/“Bir fakir Erdoğan” türü ucuz popülizmin pabucu çoktan dama atıldı. “Kimsesizlerin kimsesi”, sermaye imparatorluğunun çelik kulesini kurmakla meşgul. Kral sarayına taşınalı beri mazlum ve mağdur rollerinde görünmek istemiyor.
Kendini her şeyin başı gören zat attığı her adımda üzerine yemin ettiği anayasayı çiğniyor. İş, “Parlamenter rejimi bekleme odasına aldık” noktasına kadar gelmiştir. “İleri demokrasi” ve AB kriterleri gibi vaatlerin demagojisini yapmak bile içinden gelmiyor. Bugün her şey “Türk tipi başkanlık”ta düğümlenmiştir. Hedefine ulaştığında sandıktan çıkma bir faşist diktatörlük kurulmuş olacaktır.
Halk denilen nesne bir gün gelecek, hem AKP’ye 400 milletvekili isteyen, hem de ardından bütün partilere eşit mesafede durduğunu söyleyen bir cumhurbaşkanının kendisine aptal gözüyle baktığını görecektir.
Ülkeyi “anonim şirket gibi yönetmek” istediğini saklamayan, “kanun benim” kafasıyla hareket eden, azarlarını bile ihracat düzeyine vardıran, hiçbir sözü güven vermeyen, bazı işlerini örtülü ödenekle yürüten, en ilkel duygu ve düşüncelere hitap eden, birtakım dinsel kalıpları bıkmadan usanmadan tekrarlayan bir adamı Türkiye uzun süre sırtında taşıyamaz
Saray merkezli AKP iktidarı bugün alabildiğine maceracı bir siyaset izliyor.
Koşulları ve imkânlarını haddinden fazla zorlamasının kaçınılmaz sonu halatın en ince yerinden kopması olacaktır.
Bunun nasıl olacağı meselesine gelince şimdilik Spinoza’ya ait olduğunu sandığım şu sözden fazlasını söyleyemeyiz:
Birden fazla yok olma şekli vardır.