Masalı bilmeyen yoktur. Aslında, ortaçağda Aşağı Saksonya’ya bağlı bir köyde pek çok çocuğun evden kaçıp ölmesi hakkında bir efsanedir. Farelerin bastığı köyün halkı ne yapacağını şaşırmış vaziyetteyken, bir kavalcı çıkagelir köye. Köyü farelerden kurtarmasının karşılığında bir kese altın ister. Kabul ederler. Halk, elindekileri muhtara teslim eder, kavalcı da işe girişir. Kavalını öttürerek yürümeye başlar. Kavaldan […]
Masalı bilmeyen yoktur. Aslında, ortaçağda Aşağı Saksonya’ya bağlı bir köyde pek çok çocuğun evden kaçıp ölmesi hakkında bir efsanedir. Farelerin bastığı köyün halkı ne yapacağını şaşırmış vaziyetteyken, bir kavalcı çıkagelir köye. Köyü farelerden kurtarmasının karşılığında bir kese altın ister. Kabul ederler. Halk, elindekileri muhtara teslim eder, kavalcı da işe girişir. Kavalını öttürerek yürümeye başlar. Kavaldan öyle güzel sesler çıkarır ki, fareler saklandıkları yerlerden çıkıp kaval sesinin peşine düşer. Kavalcı fareleri dereye doğru sürer, farelerin hepsi suya düşüp boğulunca da köy halkının vaat ettiği bir kese altını almak üzere köye döner. Ancak köyün muhtarı, sözünde durmayıp halktan topladığı altını kavalcıya vermez. Kavalcı da bu kez, kavalından çıkan eşsiz melodiyle köyün bütün çocuklarını peşine takar ve ormana götürür. Kavalcı uyurken çocuklardan biri kavalı alıp bütün çocukları tekrar köye götürür. Köy halkı gerçeği öğrenince muhtarı kovar ve kavalcıya da hak ettiği altını verir.
***
“Siyaset yapma” kavramı üzerine düşünürken aklıma geldi Fareli Köyün Kavalcısı. Yaşadığımız köyü farelerden ve halkı aldatan muhtarlardan kurtarmak için yapmamız gereken şeyin, tam da bu Fareli Köyün Kavalcısı olmak anlamına geldiğini fark ettim. Farelerden kurtulmayı herkes denediği halde bunu yalnızca o başarmış ve bunu kavalından çıkan seslerle yapmış biri olarak, bana göre siyaseten örnek alınacak bir kişilik. Az şey mi; daha önce denenen yöntemlerden ders çıkarıp herkese seslenecek güçlü sözler söylemek ve köyün kavalcısı olmayı becermek…
Kuşkusuz, bu bir keşif değil; sol tam iki yüzyıldır fareli köylere karşı mücadele ediyor. Ancak siyaset yapma tarzı, bu amaca ne kadar uygun? Söylediği sözler ve aldığı tutumlar onun bir türlü “köyün kavalcısı” olmayı başaramamasında ne kadar etkili? Bu yazıda tartışmak istediğim şey bu.
Öncelikle şu soruya açık ve net bir cevap vermemiz gerekiyor: Siyaseti ne için yapıyoruz?
Ezilen toplumsal kesimler olarak kendimizi daha iyi hissetmek için mi? Yalnızlığımızı ve “öteki” oluşumuzu benzerlerimiz arasında gidermek için mi? Öfkemizi dışa vurmak için mi? Bir yaşam biçimi olarak başka türlüsü elimizden gelmediği için mi? İlkelerimizi en saf, en temiz haliyle kitleler vazetmek için mi?
Bunların hepsinin ikincil düzeyde anlamları olabilir ama siyaset yapmanın her şeyin önüne geçmesi gereken tek bir anlamı ve hedefi var; sözünü ve mevziini güçlendirmek.
Oysa Türkiye için son derece önemli bir dönüm noktası olduğu bilinen 2015 seçimlerine doğru ilerlerken, Türkiye solunda siyasetin genellikle ikincil nedenlerle yapıldığını düşünüyorum. Bu düşüncemin nedenlerini açıklamaya geçmeden önce, siyaset mevzuunda bir iki sözüm daha olacak.
Siyaset kavramı ilkçağ filozofu Aristo’nun aynı adlı kitabı kadar eski. Aristo, siyaseti “devleti yönetme işi” olarak tarif ediyor. Siyaset, daha en baştan, kendisiyle birlikte bir yönetme-yönetilme ikilemini de barındırıyor yani. Osmanlı geleneği ise, siyaset sözcüğüne “ölüm cezası” anlamını da katarak, bu devlet yönetimini örtük anlamını epeyce “şeffaf” hale getiriyor!
Yönetme deyince, sınıflı toplumlardan öncesi de var elbet ama bu dönemde kabile şeflerinin ve çeşitli klan birliklerinin üstlendiği kolektif mekanizma, sınıfların doğuşuyla birlikte egemen sınıfın aracı olan devlet’e aktarılıyor. Yani devlet, sınıflı toplumlarla birlikte siyasetin hakim öznesi haline geliyor. Devlet, belli bir tarzda “siyaset” yaparak kimin köle, kimin efendi olduğuna, artık ürüne kimlerin el koyacağına ve mülkiyetin nasıl korunup aktarılacağına, dolayısıyla bu düzene karşı çıkanların nasıl baskı altında tutulacağına karar veriyor.
Bu kavramsallaştırma, bize ilk elde şunu öğretiyor: Devletin yaptığı siyaset ile devlete karşı siyaset, daha baştan keskin bir ayrım içeriyor. İlki “statükoyu korumak ve güçlendirmek” amacına sahipken, ikincisi “statükoyu sarsmak ve yıkmak” istiyor. Bu anlamda siyaset devlet için “gücünü korumak”, devlete karşı olanlar içinse “güçlenmek, güç kazanmak” anlamına geliyor.
Buradan hareket edersek, devletin gücünde ve kurumlarında açılan her gediğin sol siyaset için bir güç kazanma fırsatı olduğunu ve bunun tersinin de devleti güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Solun siyaseti
Ancak solun dünyadaki geleneğine baktığımızda siyasetin, sadece ideolojik ve örgütsel mücadele olarak kabul edildiğini, konjonktür, yani güncel siyaset ayağının ihmal edildiğini ve “parlamentarizm”e indirgenerek küçümsendiğini görüyoruz. Marx’ın ekonomik yaşamda olup bitenlerin üstyapıya ait olguları son tahlilde belirlediğine yönelik tarihsel tespiti, solun siyaset kavramından ziyade, “kurucu öğe” olarak kapitalist üretim tarzını değiştirmeye yönelik ideolojik ve örgütsel mücadele biçimleri üzerinde düşünmesine neden oluyor. 1900’lerin Rusya’sında özellikle anarşistler ve Narodniklerin savunduğu tez, genel olarak solda halen kabul görüyor: Siyaset ve siyasi mücadele, bir burjuva alanıdır ve reddedilmelidir.
Oysa Engels, daha 1874’te, Blankicileri, “gözlerini sadece zafer gününe dikmiş olmak”la ve “hiçbir ara aşamadan geçmeye tahammül etmeyen, hiçbir uzlaşma düşünmeyen bir siyasi çizgi savunmak”la eleştiriyor ve bu hattı “Kendi sabırsızlığını teori olarak ileri sürme çocukça saflığı” olarak yorumluyor.
Rusya’da Bolşevikler, Narodniklerin savunduğu bu siyasi hattın devrimciliğini kabul etmekle birlikte, parlamentarizmi tümüyle reddetmiyor ve bu anlamda siyaseti de kapitalizmi yıkacak mücadelenin araçlarından biri olarak görüyorlar. Lenin’i çağdaşlarından ayırt eden özelliği, siyasetin temeline “somut durum”u koyması. Bu, belli bir tarihsel andaki sınıf mücadelesinin durumunu, egemen bloktaki çatlak ve çelişkileri, mücadeleyi etkileyen diğer toplumsal kesimlerin mevcut durumunu ve mücadelelerin kesişmesine dair bütün olasılıkları ifade ediyor. Yani Lenin’e göre siyaset, somut durumun tahlil edilmesinden yola çıkarak kapitalist iktidarı sarsacak koşulların ve olanakların değerlendirilmesi ve tümünün iktidar mücadelesine yönlendirilmesi faaliyetidir.
Tam da bu sebeple, Rosa Luxemburg, uzun yıllar işçi sınıfı arasında köklenmiş ve kısmen bürokratikleşmiş bir komünist partinin bulunduğu Almanya koşullarında sınıfın siyasete doğrudan dahil olabileceği “kitle grevi”ni savunurken, Lenin Rusya’da öncü partinin inisiyatifi konusunda ısrar ediyor. Hangisi yanlış, diye sorarsak, bana göre her ikisinin de metafizik “doğru-yanlış” ikilemlerine sıkıştırılarak değerlendirilmesi esas yanlış. Marx’ın tarihsel mantığının birebir kopyalanması ve altyapının belirleyiciliğinin vurgulanmasının bir tür indirgemeciliğe sürüklenmesi veya siyasete verilen ağırlığın somut ekonomik yapının göz ardı edilmesine neden olması gibi olgular, tarihsel somut koşulları göz önüne almadan tekrarlanan her “reçete” gibi gerçekle bağını kaybediyor. Sözün özü, siyaset kavramı ve siyaset ile ekonomik altyapı arasındaki ilişkiler konusunda Marksist gelenek bize bir reçete sunmuyor, işaret ettiği yer tarihle bugünün, bugünle geleceğin ve sınıf mücadelesinin toplumsal yapıyla ilişkilerinin diyalektik bağlarının kurulması ve bugün için “mutlak” görünen her şeyin bir süre sonra “göreli” hale geleceğini (ve tersinin de geçerli olduğunu) unutmaksızın yapılacak somut durumun analizi.
Şöyle diyor Lenin: “Her duruma uyan bir reçete ya da ‘asla uzlaşılmayacak’ biçiminde bir genel kural üretmeye kalkışmak saçmadır.” Önerdiği yöntem, her tekil durumu kendi özgünlüğü içinde değerlendirmek. Burada kuşkusuz, parti önderinin ya da merkez komitenin vereceği karardan değil, partinin tümünün sınıfın diğer temsilcileriyle birlikte giriştiği analizlerden söz ediliyor. Lenin’in bu analizi yaparken dikkate aldığı noktalardan biri, düşmanları bölen çelişkilerden yararlanmak. Lenin, “Çarlığın iktidardan düşmesine kadar, Rusya’nın devrimci sosyal demokratları çok kez liberallerin yardımına başvurmuş, yani bunlarla birçok pratik uzlaşmalar yapmışlardır” diyerek 1907’de Bolşeviklerin burjuva demokratlarla yaptığı seçim ittifakını hatırlatıyor.
Bunun nedenini ise, “pek çok zaman sizden daha güçlü olan siyasi hasmınıza karşı akıllıca kurulmuş ittifaklarla kitlelerle bağ kurma fırsatı”… Lenin, bu fırsatın çıkar farklılıklarının yarattığı çatlaklardan sızmakla ve siyasi ittifaklar oluşturmakla mümkün olduğunu söylüyor. Tarih gösteriyor ki, ittifaklara kapalı yapılar, özgücüne güvenmeyen yapılardır ve giderek içine kapalı, gerçekliğe temas edemeyen, dar ve sekter gruplar haline gelirler.
Hep “somut durum” diyoruz, bu bir teorik yoksunluk anlamına gelmesin. Lenin’in bu siyasi tutumu dayandırdığı teorik temel, şu tarihsel maddeci gerçeklik: “Kapitalizmi kapitalizm yapan emekçi sınıfların bölünmüşlüğüdür: Proletarya, proleterden yarı proletere, yarı proleterden küçük köylüye, küçük köylüden orta köylüye ve diğer toplumsal gruplarla çevrilidir. Bunun gibi proletaryanın kendisi de meslek grupları ve bazen mezhepsel gruplar gibi tabakalara bölünmüştür. Egemen sınıflar da bölünmüş, parçalı bir yapıdadır. Bu, kapitalizmi kapitalizm yapan özelliktir. Bütün bunlar; proletaryanın öncüsü için, onun bilinçli bölümü için, komünist partisi için, zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter gruplarla, ayrı ayrı işçi partileriyle ve küçük mülk sahipleriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın kesin, mutlak gerekliliğini doğurmaktadır.”
Lenin’in siyasi yaklaşımının teorik özü bu. Ve aslında bu öz, Komünist Manifesto’da açık bir şekilde ifade ediliyor:
“Komünistler, öteki işçi partileri karşısında özel bir parti değildir. Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur. Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar.
Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.
Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.
Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı: proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
Komünistlerin kuramsal ifadeleri asla şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği ya da keşfettiği fikirlere, ilkelere dayanmaz. Onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir.
(…)
Komünistler, işçi sınıfının en yakın amaçları ve çıkarları için mücadele ederler ama bugünün hareketi içinde hareketin geleceğini de temsil ederler. Fransa’da komünistler, tutucu ve köktenci burjuvaziye karşı sosyalist-demokratik partiyle ittifak kuruyorlar, ama devrimci kalıntılardan gelen lafazanlıklara ve göz boyamalara karşı eleştirel tavırlarını da saklı tutuyorlar.
İsviçre’de radikalleri destekliyorlar, ama bu partinin, bir bölüğü Fransa’daki anlamıyla demokratik-sosyalist, bir bölüğü ise radikal burjuva olan birbiriyle çelişik unsurlardan meydana geldiğini gözden kaçırmaksızın.
Polonya’da komünistler, ulusal kurtuluşu tarım reformu şartına bağlayan partiyi destekliyor, 1846 Krakov Ayaklanmasını hayata geçiren de bu partiydi.
Almanya’da burjuvazi devrimci çıkış yaptığında komünist partisi, mutlakçı monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvalığa karşı burjuvaziyle birlikte mücadele etti. Ama Alman işçilerinin, burjuvazinin egemenliğiyle birlikte gelmesi gereken toplumsal ve siyasal koşulları bir o kadar burjuvaziye karşı yöneltebilmeleri, yani Almanya’da genci sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadeleyi başlatabilmeleri için, komünist partisi, burjuvazi ile proletarya arasındaki düşmanca karşıtlığa ilişkin olabildiğince berrak bir bilinci işçilerde oluşturmayı da bir an olsun ihmal etmedi.
Almanya bir burjuva devriminin eşiğine geldiği için ve bu dönüşüm esasen Avrupa uygarlığının daha gelişkin koşullarına denk geldiği ve 17. yüzyıl İngiltere’sinden, 18. yüzyıl Fransa’sından çok daha gelişmiş bir proletarya ile tamamlanacağı için, yani Alman burjuva devrimi bir proleter devrimin ancak doğrudan bir “ön oyunu” olabileceği için, komünistler, esas dikkatlerini Almanya’ya yöneltiyorlar.
Tek kelimeyle komünistler, mevcut toplumsal ve siyasal durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar.
Tüm bu hareketler içinde, hangi gelişkinlik aşamasında olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarıyorlar.
Nihayet ancak komünistler her ülkenin demokratik partilerinin her yerde birleşip anlaşması için çalışıyorlar.”
***
Bu alıntılardan çıkaracağımız şey şu olmalı: Komünistlerin, herhangi bir uzlaşma ve ittifak için tek ölçütleri vardır; işçi sınıfının ve diğer ezilenlerin çıkarları. Bu, her türlü örgüt çıkarının üstündedir elbette ve bunu kabul etmek, daha baştan, kitleler için anlamı ve önemi olan bir olgunun komünistler için görmezden gelinemeyeceğini kabul etmek demektir. Bugüne tercüme edersek; otuz yıldır verilen savaşın siyasi bir kazanıma dönüştürülmesi demek olan barış süreci de, Gezi’den bu yana biriken toplumsal muhalefet de hem sokakta hem de sandıkta güçlenmek için bir kanal arayışındadır. Komünistlerin ise her ikisini de görmezden gelme gibi bir lüksleri yoktur. Bu durumda bir komünistin tutumunu belirleyen şey, kendi örgütsel çıkarlarını bir yana bırakıp, düşmanın çatlaklarından sızmak ve sistemin zaten çeşitli biçimlerde böldüğü mücadeleleri birleştirmek üzere elinden geleni yapma devrimci niyetidir. Sokak ve sandığı, birbirinin karşısına koyan komünistler değil, burjuvazidir ve bunu, sokağı yasadışı kılmak için yaparlar. Komünistler ise her ikisini de özümler, bölünen ve parçalanan kitleleri bir araya getirmek için meşru araçlar olarak kullanırlar.
Sonsöz
Bu sözler, kendisini dar örgütsel perspektifler ve çıkarlardan sıyırabilmiş, yüzünü ezilenlerin kurtuluşunu ileriye taşıyacak olgu ve unsurlara dikmiş “komünistler” için söylendi.
Ezbere söylenen ilkelerle siyasi arenaya uzaktan salvo atışı yapmayı siyaset yapmak sanan ideolojistler için bu sözlerin bir anlamı yok. Onlar siyaset yapmayı, (gerçek bir Blanqui gibi) kitlelere durmaksızın belirsiz bir gelecekte olacak “büyük kurtuluş”u işaret etmek olduğunu sanıyorlar veya sanmayı tercih ediyorlar.
Türk ve Kürt işçilere “eşit mesafede” durmanın; etnik, mezhep ve cinsiyet farklılıklarını görmezden gelip herkesi ve her sorunu aynı hizaya dizmenin tam da eşitsizlik siyasetinin onaylanması anlamına geldiğini bilmeyenler de bu sözleri anlamlı bulmayacaktır. Onlar, gerçek dünyada tezahür eden ezen-ezilen arasındaki çeşitli çatışma ve gerilimlerde “taraf” olmak yerine, hayali bir “eşitlik” dünyasında yaşamayı siyaset sanıyorlar çünkü ve gerçekliğe gözlerini kapatarak teorik ve ideolojik kelimeler dünyasında, elleri kirlenmeden yaşama konformizmini hiçbir şeye feda etmiyorlar.
Haziran 2013’te birlikte ve yan yana mücadele etme deneyiminin masa başı teorik tartışmalarda değil, bizzat barikatta kazanılmış olduğunu unutmuş (veya hiç anlamamış) olanlar da manasız bulur bu sözleri. Çünkü onlar, halk forumlarını, muhalefetin kitleselleşme ve yayılma dinamikleri olarak değil, sadece potansiyel üye zeminleri olarak gördüler ve olmayınca yeniden steril parti bürolarına dönerek, “politika” dedikleri teorik tekrarları üretmeye kaldıkları yerden devam ettiler.
Somut bir programı olmayan, kitlelere “neye karşı olduğu” ile birlikte “neyin yanında olduğu”nu anlatamayan; Gezi’deki genç ve dinamik kitlelerin “dar ve sekter örgütçülüğe” yönelik olumsuz mesajını algılamaksızın aynı siyaset tarzında ısrar eden; bambaşka ve kapsayıcı bir siyaset dili oluştuğunu fark etmeksizin durduğu yerden kendi dışındaki herkese “laf çakma”yı radikalizm zannedenlere de bir şey ifade etmeyecektir bu yazı.
Etmesin.
Sözüm, kendi evinin değil köyün kavalcısı olmak isteyenlere… Yüzyılımızın meselesi de bu zaten.