Hayallerimizin, hayatımızın, geçmişimizin tarihimizin içinde açan “gül”, annelerimize babalarımıza en güzel günlerini yaşatan hayatlarını değiştiren “gurur” duydukları “sevgi” dolu insan Evren Paşa Hazretleri tahtalıköye gitti… Her şeyi bıraktık yas tutuyoruz, nefesimiz kesilir gibi oluyor vah vah… Evren Paşa Hazretleri’nin kızı Şenay Gürvit öyle hissediyor ki; “70 milyonun 60 milyonu Evren Paşa diye takdirle anıyor. Geri […]
Hayallerimizin, hayatımızın, geçmişimizin tarihimizin içinde açan “gül”, annelerimize babalarımıza en güzel günlerini yaşatan hayatlarını değiştiren “gurur” duydukları “sevgi” dolu insan Evren Paşa Hazretleri tahtalıköye gitti… Her şeyi bıraktık yas tutuyoruz, nefesimiz kesilir gibi oluyor vah vah…
Evren Paşa Hazretleri’nin kızı Şenay Gürvit öyle hissediyor ki; “70 milyonun 60 milyonu Evren Paşa diye takdirle anıyor. Geri kalan 10 milyon da ne derse desin hiçbir önemi yok. Kim ne derse desin zerre kadar umurumuzda değil.” Mirgün Cabas’ın “Vicdanen rahat mısınız?” sorusuna da, “Vicdanen hiçbir şey yok. Bizim ailemizde böyle bir vicdan muhasebesi yapılmamıştır” diye yanıt vermiş… [1] [2]
Haberi görüp bu cümleleri okuyunca, çok küçükken yaşadığım hayal meyal hatırladığım bir trajedi geldi gözümün önüne.
Ülkenin her şeyden yoksun bırakılmış bir köyünde sekiz çocuklu yoksul, “cahil” bir ailenin ortanca çocuğu deli Hasan… Çocukluğunu yoksul ve bir o kadar gaddar babasından gördükleriyle geçirmiş. Bakmak zorunda olduğu bir ailesi ve okumak zorunda olduğu bir hayatı. Üzerinde defalarca yamalanmış giysileri ayağında yarık bir kara lastik ile birlikte kilometrelerce yürüyerek gittiği okulu, eve döndüğünde sırtına yediği sopası, odun taşıyarak ısıtıp geçindirdiği ailesi… Hasan daha çocuk yaşta hayatın bütün zorluklarıyla karşı karşıya kalmış, en derin şekilde hissetmiş. Bazen sırtına yediği sopada, bazen gaddar babasının açlık oyunlarıyla bazen yürüyüp gittiği köy yollarında… Gördüğü bütün manzaralar ona o yaşta hayatın keşmekeşinde mücadeleyi öğretmiş…
Hasan on beşine gelmiş, liseyi okumaya ablasının yanına, başka bir şehre gitmiş. Hem kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için hem de ablasının yanında kalabilmesi için yarı beline kadar suyun içinde, sinek ısırıklarına vurdumduymazlığıyla, boğuştuğu hastalıklar silsilesinde çalışmak zorunda kalırken, bir yandan da okumaya çalışıyor kendi başına… Okula, işe gide gele her gün daha çok karşılaşıyor ülke atmosferinin baskıcı, ayrımcı, ötekileştiren, köleleştiren hayatıyla. Hasan daha ilk günlerden hissediyor bir Kürt çocuğu olarak yaşamanın bütün zorluklarını…
Sene 1980… Günün birinde, alacakaranlık romantik bir havada Paşa Hazretleri postallarını giymiş sokağa çıkmış, bütün şehri gezmeye başlamış. O günü çok sevmiş olacak ki diğer günlerde yanına kattığı başka postallılarla birlikte gece gündüz sokaklarda dolaşır olmuş. Bu durum ona öyle iyi gelmiş ki postallı olmayanların sokağa çıkmasını yasaklamış…
Fakat bir şeyi unutmuş çocuklar yasak dinlemez…
Hasan işte o an çok da yabancı olmadığı mücadelenin içinde buluyor kendisini. Çalışırken yaşadığı zorluklar, okula gidip gelirken karşı karşıya kaldığı çeteler. Derslerinde gördüğü sansür ve asimilasyon politikaları ve bir yandan hakkını arayıp savunma isteği mücadeleci kişiliği onu ülkenin Devrimci Gençliğinin yanına itiyor… Eee Hasan deli, gençlik deli düşüyorlar sokaklara… E tabi bizim Paşa Hazretleri ve postalları da onların peşine… Hızlı çocuklar bunlar iyi koşuyorlar öyle bir koşuyorlar ki kimisi düşüyor, kimisi karanlıkta kayboluyor, kimisi de sıyrılıp geliyor…
Deli Hasan evleniyor ülkenin en güzel, en zorlu şehrine göç ediyor, iki de çocuğu oluyor… Bir yandan çalışıyor bir yandan da koşmaya devam ediyor… Eee Hasan koşar da Postallılar peşini bırakır mı?
Sıcak bir yaz gecesi küçük oğluyla birlikte evinde televizyon izlerken, çocuk kapısı açık olan balkondan gözüken ağaçlarda bir şeyler fark ediyor… Sanki ağaçlara birileri tırmanmış da içeriyi izliyor, diye düşünürken… “Aç kapıyı aç! Açın kapıyı!”
Daha ne olduğu anlamadan “Güm!” kapı kırılır içeriye onlarca postallı girip evi darmaduman eder, annenin çığlıkları, Hasan’ı bacaklarından tutup çekmesi fayda etmez… İki çocuğun masum anlamsız gözyaşlarının önünde deli Hasan götürülür…
Paşa Hazretlerinin postallıları onu kırk gün tek bir ışık girmeyen bir zindana tıkamış. Zevkine ve hazzına göre çeşitli yollarla türlü “oyunlar oynamış”. Yıllar geçmiş Hasan artık daha yavaş koşmak zorunda kalmış çocukları büyümüş… Fakat Paşa Hazretlerinin ülkesinde çok şey değişmiş…
Yüzlerce kişinin hayatı sokakta “kaçarken”, “çatışmada”, “doğal ölümle”, “intihar ederek” sona ermiş… Zindanlar insanlarla dolup taşmış, milyonlarca fişleme, zindanlarda oyunlarda “oyun dışı” kalanlar, ipe gidenler kaybedilen çocuklar… Binlerce kişinin işten atılması… Zaman geçer konjonktür değişir Paşa değişir Hasan değişmez… İşten atılanların arasına o da katılır emeğin karşısındaki hırsızlığa zulme sessiz kalamadığı için, öyle görmüştü çocukluğunda…
Hasan’ın çocukları büyümüş… Küçük olanı üniversitede delilik yaparken karşılaşmış Postallılarla… Binlerce genç gibi o da nasibini almış 1980 yılının getirdiklerinden. Uzaklaştırılmış fişlenmiş zindana koyulmuş…[3]
E öğrenciler bunu yaşarken hocalarını da boş geçmemiş postallılar… Binlerce profesör öğretim görevlisi atılmış işinden. Sadece bu olsa keşke…
1980 senesine tırmanan yıllarda Bedrettin Cömert vurulur Ankara sokaklarında… Abdi İpekçi ya da… Yüzlerce öğrencinin üzerine silahlı bombalı saldırı olur 16 Mart’ta Beyazıt’ta…[4]
Kanlı Pazar, Kanlı Mayıs… O gün orada olup da yaşayanlar hala anlatır Kanlı Mayıs’ı… Çok güzel bir günde nasıl birden kan revan içinde kaçıştıklarını hem de arkadaşlarının üzerlerine basarak… O gün oraya gezmeye giden teyzeler amcalar anlatır vahşeti bir başka gözden…
Paşa Hazretleri zamanında, binlerce Kürt zindanlarda, sokaklarda tarifsiz bir şekilde yok edildi kaybedildi. Geriye kalan her gün çocuklarını bulma umuduyla sokakta koşan Cumartesi Anneleri, istenildiği gibi yaşanmayan hayatlar, kurulmasına izin verilmeyen yıkılan hayaller, kaybedilen sevgiler aşklar…
Şimdi…
Paşa Hazretleri 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra devlet başkanı unvanını almış, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte Türkiye’nin yedinci cumhurbaşkanı olmuş. (1982-89). Ne kadar da benziyorlar di mi? iktidarı boyunca tutuklananlar kaybedilenler öldürülen çocuklar “Gezi” de yanımızdan aldıkları arkadaşlarımız… Paşa’nın sesi Paşa’nın izi devam ediyor hala… Hatta daha güçlü ama yalpalayarak, içi kırık dökük bir şekilde…
Paşa Hazretleri, 3 Kasım 1984’te Muş’a yaptığı gezide, 16 yaşındaki Erdal Eren’in idam edilmesi hakkında: “Şimdi ben; bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım!.. O haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?” diyor…
Şimdi biz ülkede her an patlamaya hazır bir volkan gibi duran Postallılar varken, sokaklarda her gün arkadaşlarımız kaybedilirken, her türlü hırsızlık pislik düzenbazlık yapılırken…
Faşiste, gericiye, katile Rıza dileyip, Razı mı olacağız, yoksa Deli Hasan olup Paşa Hazretlerini bu Ülkeden kovacak mıyız?
İşte geriye kalan 10 milyonun en az bu anlatmaya çalıştığım kadar nice hikâyesi var. Hepsi bir birinden acı ve bir o kadar öfkeli…
12 Eylül faşist cuntasının lideri Kenan Evren’in kızı “Babam mı astı onları?”
—Hâşâ efsaneler öyle şey yapar mı hiç…
Ha bu arada bilmiyorum baban sana hiç hikaye anlattı mı ama, benim babamdan dinlediğim “en güzel” hikaye buydu…
Dipnotlar:
[1] Tragedyanın konu kaynağı efsanelerdi… Efsanelerde idealize edilerek ya da süslenerek anlatılan olaylar ve bu olayların içindeki kahramanlar dram sanatı yoluyla Atina halkının özelliği ve tavrı oluverdi; efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu. Yunan tragedyasının özellik gösteren düşünce düzeyinden biri “gururlanma günahı” ve bu günahın kaçınılmaz cezasıydı. Grekler bu cezayı tanrıça Nemesis’e bağlarlardı. Nemesis, başarıları ve sürekli zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran bir yüce güçtü. Yunan seyircisi için hiçbir şey gurur kadar kahramanın kötü bir duruma düşmesindeki acıya, gölge düşüremezdi.
Antik tragedyadaki günah kavramı bugünkünden değişikti: bazen günah hafif olur, unutulurdu; bazen günahı işleyen farkına bile varmazdı; bazen de günahı işleyen cezaya çarptırılan değil, onun babası ya da atası olurdu. Tragedya kahramanları günahlarından dolayı vicdan azabı çekmezlerdi.
[2] http://www.sendika.org/2015/05/darbeci-kenan-evrenin-kizi-babam-mi-astirdi-onlari/
[3] 80 darbesiyle gelen YÖK’ün, üniversitelerdeki faşist baskı politikalarının tahakkümü ile birlikte yıllardır binlerce öğrenci gözaltına alındı işkence çekti ben ve benim gibi birçok öğrencinin öğrenim hayatı uzaklaştırmalar ve atılmalarla geçti geçiyor. Tutuklu öğrencilerle doldu cezaevleri kelepçeyle sınava gelenler daha çok görülür oldu.
[4] Darbeye giden yıllarda “11 Temmuz 1978‘de Bedrettin Cömert Ankara’da,1 Şubat 1979‘da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye‘de, 22 Temmuz 1980’de DİSK ve Maden-İş Sendikası genel Başkanı Kemal Türkler İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu Darbe öncesi katledildi. 16 Mart’ta İstanbul’un ortasında Beyazıt’ta sivil ve resmi faşistler tarafından 7 öğrenci silahlı ve bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 41 öğrencinin de yaralandı. 1980 darbesi sırasında sistemli bir şekilde planlayarak ve tasarlayarak insan öldürmek, kasten yaralamak, işkence yapmak, eziyet etmek, hürriyetten yoksun bırakmak ve cinsel saldırıda bulunmak hat safhada…
Mahir Kelekçi
İstanbul Üniversitesi Öğrencisi
mahirkelekci@gmail.com