“Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum.” (M. Ali Şahin, Dağlıca’da esir düşen askerler için) 12 […]
“Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum.” (M. Ali Şahin, Dağlıca’da esir düşen askerler için)
12 Eylül 35 sene oldu, failleri rahmetle gömüldü.
Cumartesi Anneleri 20 yıldır meydanda.
Hrant 8 yıl oldu, azmettirenler yok.
Roboski neredeyse 4 yıl, adaleti bırak, devlet taziye niyetine katır cesetleri yolladı.
Madımak 22 yıl oldu.
Çorum, Maraş neredeyse 40.
Kendimi bildim bileli adalet, tozlu adliye koridorlarında tutsak.
Pozantı’da çocuklara tecavüz edildi, yapan-yaptıran değil, gazeteci yargılandı. İsterseniz nefret edin ama adaletin saraylara hapsolduğu bir ülkede adliyeler iki öfkeli gence şahitlik etti ve o yaşananlar çok mu sürpriz? Çok mu olağandışı? Ya da gözü dönmüş iki kişinin eylemi midir?
İktidar kısmınınsa en çok bozulduğu şey, devletin ‘rehin görülmesi’ oldu. Dün Dağlıca’da rehin askerler için ‘Ölselerdi keşke’ diyen devlet aklı bu işi kazasız ve can kayıpsız atlatmaya niyetli miydi gerçekten? Bu mevzuya geleceğiz ama geçerken bir meseleye özellikle değinmek lazım: Haysiyetini kişisel tarihinin küflü raflarında tozlanmaya bırakmış bir Halil Berktay’sanız bu iki genç salt gözü dönmüş katillerden ibarettir. Hatta IŞİD’den farkı yoktur. Roboski Katliamı’na dair kayda değer tek sözü olmayan bu arkadaş, katliamın olduğu gün ve müteakip zamanlarda “Sosyalizmin ve solun sorunlarını” tartışıyordu o pek ulvi akademik birikimiyle. Salt bu iktidar döneminde yaşanmış devlet şiddeti ve yüzlerce ölümlü hadisenin hiçbirisinde kayda değer hiçbir eleştirisi olmayan bu ve bunun gibi arkadaşların, aktüeli konuşmak için “solcu örgüt eylemi” beklemeleri, ideolojik bağnazlık ve saplantı değilse dosdoğru bilinçli bir politik elemedir.
Kutsalın zulmü
Birçok veri gösteriyor ki şiddet eylemleri, toplumsal şiddet ve özellikle de devlet şiddetiyle doğru orantılı. Bunun yanında düşük refah, yüksek gelir dağılımı adaletsizliği ve eğitim düzeyi gibi sebepler mevcut. Yani herhangi bir ülkede; a. Gelir düşük ve dengesizse b. Devlet otoriterse ve sıkça şiddete başvuruyorsa c. Toplumsal kültür baskıcı ve geri kalmışsa, o ülkede siyasal şiddetin görülme oranı ve yaygınlığı artmakta. Öte yandan bu ülkede bir tek vaka gösterin ki devletin işlediği suçlar layıkıyla yargılanmış, adalet duygusu sağlanmış olsun. Yok. Adalet yoksa, devlet şiddeti varsa ve suçlular inatla korunuyorsa bu tip vakalar daha çok yaşanır. İşin acı kısmı, bu sistem şiddet ve ölümün kutsanması üzerinden kendini var eder. Bu tarz otoriter yapılarda ‘yaşamdan’ ziyade ‘ölüm ve ‘şehadet’ kutsanır. Askerliğin ölesiye kutsandığı bu tarz militarist aygıtlarda, arzu edilen en son şey rehin bir asker/savcı yani devlettir. Çünkü varlığını salt güce borçludur. Taviz vermek, zafiyet göstermek gibi şeylere asla tahammülü yoktur. İlkel ve güdüsel davranırlar. Egosantriktir, salt ben merkezcidir. Komplekslidir. Kendini asla gerçekçi değerlendirmez, gücünü ve kendini daima olduğundan fazla yüceltir. Kibirlidir. Hülasa, benzetirsek şiddet ve baskıyla yetişmiş maço bir erkeğin tüm davranışlarını gösterirler. Böyle olduğu içindir ki bu tarz devletler hemen daima sokak çetelerine yahut mafyaya benzer.
Elvan ailesinin son mesajını okudum. Evladını bağnaz bir şiddet ve nefrete kurban vermiş bilge bir ailenin sağduyu çığlığıydı ve hakikatin farkındaydılar. Kendi oğullarını da adliyedeki öfkeli gençleri de savcıyı da öldüren şey özünde aynıydı. Genel olarak şiddet, özelde devletin belli zümreler/sınıflar eliyle topluma dayattığı şiddet: Cinsel, etnik, sınıfsal, sosyal, psikolojik, militarist her türlü şiddet.
Ölümü kutsamak mı?
Zoolojik-türsel nitelikleri bir yana, beşeri anlamda ahlaki ve politik kültürüyle ‘insan’ vasfını kazanmış canlılarız. İnsanı olumlu-olumsuz, yeterli-yetersiz, eğri-büğrü fikirden, etikten, ahlaktan ve vicdandan soyutlarsanız geriye ilkel bir organizma kalır. Bu bağlamda insanı yani beşeriyeti ve elbette yaşamı ya da ölmeyi ‘fikirlerimizden’ soyutlayamayız. Fikirlerimiz bir yana, etik ve politik var oluştan da soyutlanamaz. Hal böyleyken ölümden, zulümden, istismardan geçilmeyen; kadının ve çocuğun istismarcının, sömürgenlerin, ilkel yaratıkların her an saldırısına maruz kaldığı ve patronu sekreterine elmas yüzükler takabilsin diye 3-5 liralık güvenlik tertibinin bile zul görüldüğü şu zulumat ülkesinde adaletsizlikten bol ne olabilir? Sanki tüm bunlar yaşanmıyormuş, hepimiz masal diyarında yaşıyormuş da belamızı arıyormuşçasına ortaya çıkan politik şiddete şaşırmak, niyet okumak, üzerine komplo teorileri üretmek, üstelik bunu ‘akademisyen-uzman’ cilalamalı iliştirilmiş cıvıklıklarla yapmak hakikaten mide bulandırıcı. Birileri iktisadi, sosyal ve etik bir beşeri varlık olan insanı araba aküsü zannediyor olmalı ki insana dair tüm bilimsel, psiko-sosyal veçhe ve veriler üzerinden takla atıp ağır derecede saçmalıyor. Hayır, ne o çocuklar ne de onlar gibi binlercesi ölümü/şiddeti kutsuyor ve bu ülke Tezer Özlü’den beri hala ‘Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi’.
Son tahlilde etnik, mezhepsel, sınıfsal sair çeşitli çıkar gruplarının bir araya gelerek en geniş toplumsal rıza ve gücü devşirenin egemen olup kendi dar-geniş grup çıkarlarını dayattığı bir kurumdur devlet. O kuruma egemen olan şey, o kurumun iktisattan hukuka, askeriyeden eğitime birçok alanda zihniyetine damga vurmuş sosyo-iktisadi kültürel verilerdir. Yani zihniyettir, yani üretimdir, yani bölüşümdür ve elbette en genel anlamda ‘Nasıl yaşamalıyız’dır. Tüm mahalle, köy, ilçenin koca koca ayıpları/zulmü/tecavüzleri bildiği ve susmak bir yana mağdurları suçladığı, linç ettiği bir ülkede mi yaşamak istiyorsunuz? Devletin katilinden tecavüzcüsüne plaketler yaptırıp sırtını sıvazladığı bir ülke mi? Zatı alileri altın tozlu tatlı yesin diye 3 kuruşluk emniyet tertibini zul görerek yüzlerce adamı diri diri gömdüğü maden patronları ülkesinde mi? Rüşveti Ak-lamak için fetva çıkarıp her yeri iktidarların dinci zorbalarının sardığı bir ülke mi? Trafolarına kedi girilmeden seçim yapılamayan, çöplerden pusulaların bulunduğu, şaibeli, darbecinin bile akla getirmeyip 12 Eylül’e rahmet okutan milli irade Halifeliğinde mi? Demokratik olmadığı danışmanlarınca bile kabul edilmiş bir vasatta mı? Her sene yüzlerce işçinin pisipisine can verdiği, taşeronu bile artık aratan bir tür dayıbaşılık ekonomisinde mi? Komşularla sıfır huzur olan, kocaman yalnızlıklar ile mezhep düşmanlığının körüklendiği bir ülkede mi? Nerede? Tamam, bir Norveç vatandaşı değilsek o kadar da salak değiliz. Ve herkes sözlerine, sinsi gülüşlerine ve hesaplarına dikkat etsin: Çünkü günü geldiğinde krallardan önce soytarıları sorulur…