Dinin devletten, siyasetten, eğitimden arındırılması demek olan laikliğin, temel toplumsal sorunların çözümü değil, sınıf mücadelesinin üstüne örtülmüş perdenin kaldırılması ve serbestçe gelişmesinin sağlanması meselesi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır Solun din ve laiklik konusundaki görüşleri üzerinde en fazla etkili olmuş ideolojiler Marksizm ve Aydınlanmadır. Dünya devrim güçlerinin dibe vurmasından ve fundemantalizmin yükselişinden sonra ikincisi lehine bir genişleme […]
Dinin devletten, siyasetten, eğitimden arındırılması demek olan laikliğin, temel toplumsal sorunların çözümü değil, sınıf mücadelesinin üstüne örtülmüş perdenin kaldırılması ve serbestçe gelişmesinin sağlanması meselesi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır
Solun din ve laiklik konusundaki görüşleri üzerinde en fazla etkili olmuş ideolojiler Marksizm ve Aydınlanmadır. Dünya devrim güçlerinin dibe vurmasından ve fundemantalizmin yükselişinden sonra ikincisi lehine bir genişleme görülmektedir. Dinselleşmenin feodalizme geri dönüş alameti olduğu, “Yeni Orta Çağ”a ancak “Aydınlanma Devrimi”yle karşı durulabileceği, muhalefetin artık “laiklik” üzerinden kurgulanması gerektiği (vb.) gibi faraziyeler bu dönemde dile getirilmeye başlanması bunu doğruluyor. Laikliği, solculuğun tek ve yeterli alameti haline getiren tuzu kuru ulusalcılığa ve onun utangaç biçimini oluşturan devrim odaklı eski fikir yürütme tarzından politik strateji karşılığında kullanılan Aydınlanmacılığa kayış da aynı ortamda yeşermiştir.
Tarih boyunca din
İnsanoğlunun kendisi kadar eski olan din birkaç on bin yıl önce anlayamadığı, korktuğu olay ve felaketlere doğaüstü anlamlar yüklemesiyle başlamıştır. Toplumsal işbölümü ve sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte de egemen sınıfların hizmetine girmiştir. Feodal toplum üzerinde din ve ruhban sınıfı kesin bir egemenliğe sahipti. Kapitalizmin yükseliş döneminde Aydınlanma düşünürlerini de arkasına alarak dine dayalı toplumsal örgütlenmeyi yıkan burjuvazi, inancın yerini aklın egemenliğinin aldığı yeni bir düzen kurdu. Kapitalizmle birlikte dinden vazgeçmeye razı olmayan burjuvazi, yeni koşullara adapte olmuş dini ideolojisinin bir parçası olarak alıkoydu. Çünkü ekonomik-siyasi boyunduruğunu sürdürmek için buna ihtiyacı vardı.
Dinin neden topluma yukarıdan dayatılmış dışsal bir şey olmadığı veya din adamlarının uydurdukları bir basit bir yalan olarak görülemeyeceği buradan çıkarılabilir. Bu nedenle, bastırmak, yasaklamak ya da tek başına eleştirmek bir çözüm yolu değildir. Din, bu dünyanın bir ürünü, toplumsal bilincin ezeli bir biçimidir. Ama Marx’ın açıkladığı gibi toplumsal gerçekliğin fantastik ve çarpık bir yansıması, insanın bozuk öz bilinçliliğinin bir ifadesidir.
En son Sovyetler Birliği deneyimi de göstermiştir ki, toplumsal maddi koşulları ortadan kalkmadan, daha açıkçası kapitalizm bütünüyle geride bırakılıp dünya ölçeğinde komünizme geçilmeden din ömrünü tamamlamayacaktır.
Aydınlanmadan Marksizm’e
Feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte dinin yerini sekülarizm, burjuva dünya görüşü, giderek pozitivizm ve irrasyonalizm alacaktır. Bu dönemde Aydınlanma düşünürleri yerine göre ağır bedeller ödeyerek pek çok dinsel dogmayı baştan aşağı sorgulamışlar, eski tabuları yıkmışlardır. Fakat cehalete bağladıkları dinsel istismar ve hurafeleri, fikir mücadelesi, eğitim seferberliği ile değiştirebilecekleri yanılsamasına düşmekten de kaçınamamışlardır. İnsanın yaşadığı ortamın ürünü olduğunu anladılar, ama düşüncelerine temel oluşturan maddi ortamlar değişmeden değişemeyeceğini anlayamadılar. Üstelik, başta Voltaire olmak üzere (Ansiklopedistler bile), hemen hepsi eğitimi üst sınıflarla sınırladılar ve alt sınıfları hesaba katmayan seçkincilikten kaçınamadılar.
Marx’ın erken dönem eserlerinde Aydınlanmacı ve devrimci-demokrat ateizmin izleri yok değildir. Ancak Yahudi Sorunu ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’yle birlikte, dinin ve üstyapı kurumlarının eleştirisinin ötesine geçerek eski materyalizmin dar ufkunu aşmayı başarmıştır. Marx, din ve felsefe eleştirisini, fikirle maddeyi, bilinçle sosyal varlığı karşı karşıya koyan ve birbirlerinden bağımsız olabilecekleri yanılsamasının eleştirisi üzerinden geliştirmiştir. Marx, B. Bauer’den ödünç aldığı “Din halkın afyonudur” özdeyişini, ondan daha geniş bir yoruma tabi tutmuş, ezilenlerin uyuşturulması metaforunu, toplumsal çelişkilerin ve çözüm yollarının üstünün örtülmesine doğru genişletmiştir.
Bauer, Hıristiyanların ve Yahudilerin özgürlüklerinin olmamasını dine bağlıyor, din kalkarsa özgürleşeceklerini sanıyordu. Feuerbach ise dinin insanın ürünü olduğunu görmesine rağmen, biyolojik canlıya indirgediği insanın toplumsal-tarihsel bir varlık olduğunu göremiyordu. Fikirlerle toplumsal maddi dünya arasında bağ kurulamayınca, feodal ideolojinin karşısına eğitim çıkarılabilmiştir. Yukarıdan aşağıya toplumu ıslah etme düşüncesi Aydınlanma geleneğinin tamamlayıcı bir özelliğidir. Kaldı ki, burjuva aydınlanması da dini ortadan kaldırmaya çalışmamış, kapitalizme ayak uydurunca dinle uzlaşmış ve laikliğe fit olmuştur.
Marx ise toplumsal sorunlarda teorik çözümü gerekli, fakat yetersiz görür. Çözümün yolu pratiktedir. Marx’ın yeniliği, insanlığın dinsel zincirlerinden kurtarılmasını, eski toplumun kökten değişimiyle ilişkilendirmesinde, proletaryanın nihai kurtuluşuna bağlamasındadır.
Türkiye’de Aydınlanmacılık
Türkiye’de sol Kemalistlerden liberallere, ulusalcılardan ilerici aydınlara kadar geniş bir kesimin dine yaklaşımını Aydınlanmacılık ve pozitivizm belirliyor. Bu anlayışa göre bazı rötuşlarla, Atatürk reformlarına geri dönüşle laiklik arzu edilen çözüme ulaştırılabilir. En tipik ve katılaşmış örneğini İlhan Selçuk’ta gördüğümüz Aydınlanmacılık halen çeşitli gazeteler, partiler, akademisyenler eliyle yaşatılmaktadır.
İslam eleştirisinin merkeze alıp dinsel hurafeleri gözler önüne seren ufuk açıcı yapıtlar ortaya koymuş İlhan Arsel, Turan Dursun, Cemil Sena gibi Türk aydınları, Köy Enstitüleri kökenli yazarlar, sosyalizme mesafeli sol akademisyenler ve burjuva ateistleri kabaca bu kategoriye dâhil edilebilir. Güncel bir örnek de inançlara dönük eleştiri ve hicvi dinsel fanatizmle mücadele aracı olarak kavrayan Charlie Hebdo ve aynı kafadaki bir kısım “Je suis Charlie”cilerdir.
Dinsel hortlamaları halkın cahilliğine ve geriliğine bağlayan burjuva radikal, ilerici aydın eleştiriyle, tavizsiz laiklikle, ateizm propagandasıyla dinsel gericiliği alt edebileceğini sanır. Oysa din yalnız halkın cahilliğinden kaynaklanmaz. Fikirle başlayıp fikirle biten ideolojik bir olgu değildir. Kökü maddi toplumsal ilişkilerde, dünyaya hükmeden egemen güçlerdedir. Bunu unutup gericilikle düşünsel açıdan başa çıkılabileceğini sanmak idealizmdir.
Dinsel gericiliğe karşı mücadelede Aydınlanmacılık tarihsel bir rol oynamıştır. Bu konudaki 17. ve 18. yüzyıllara ait literatür hala iş görecek durumdadır. Fakat Marksizm felsefe-ekonomi politik-ütopik sosyalizm eleştirisi ve yeni sosyalizm anlayışıyla bunun sığlığını, yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. Aydınlanmacı, sadece dinin toplumsal-ekonomik köklerini görmemekle kalmaz, ateizme geçiş yapmadıkça feodal-dini burjuva-dinle değiştirilmesine de itiraz etmez.
Dünde kalmak
Aydınlanma, erken burjuva toplumunun feodalizm karşısındaki ideolojik, siyasi, felsefi, kültürel duruşu ve eleştirisidir. Bugün neoliberal kapitalizmin Aydınlanma değerlerinden kopmuş olması ve dinsel gericiliğin şaha kalkması tekrar başa dönmeyi gerektirmez. Sosyalizmin kendi cephaneliği ve üzerinde yürüyebileceği önceden açılmış yolu vardır.
Laikçi kamp ise önce AKP’nin İslam anlayışını feodalizme indirgemekte, sonra da panzehir diye Aydınlanma düşüncesine geri dönmektedir. Böyle olunca referans noktaları 18. yüzyıl Aydınlanması ve Kemalizm olmakta, “Cumhuriyetin kazanımlarının korunması” programatik bir kimlik kazanmaktadır. Ya da AKP’nin iktidardan düşürülüp, laik düzenin eski kaidesine oturtulması yeterli sayılmaktadır. Bu geriye dönüklük, haliyle bugüne gelişte Kemalist laikliğin kötürümlüğünden kaynaklanan zaafların payının görülmesinin önünde engeldir.
1923 burjuva devrimiyle yukarıdan aşağı kurulan laik devlet düzeni bütün eksilerine rağmen elbette Türkiye için bir kazanımdır. Fakat bunu, kısmen Mustafa Kemal zamanında, daha çok da sonraki dönemlerde işlemden geçirilen İslam’ın (Türk-İslam sentezi) AKP’nin zaferine giden yolu nasıl döşediği olgusuyla birlikte düşünmek gerekiyor. Var olan haliyle laikliği ayakta tutan ne “askeri vesayet rejimi” ne “Atatürkçü gençlik” ne de cumhuriyeti kuran parti idi. 1960 sonrasında dünya devrimci hareketinin bir parçası olarak çığ gibi yükselen sosyal mücadeleler ve kitleselleşen devrimci hareket olmasaydı, emperyalizm ve yerli gericilik laikliği çoktan yiyip bitirmişti. Onun için, laikliği ilk günlerinden beri Kemalizm’in ve takipçilerinin sırtlarında taşıdıkları iddiası bir abartmadır.
Sonuç olarak, laikliği Kemalist döneme veya AKP öncesine dönmekte aramak muhafazakâr bir tutumdur. 12 Eylül’den sonra can çekişir hale gelmiş eski model “laikliği” artık tekelci ve orta burjuvaziye bırakabiliriz. Sosyalistlerin, TÜSİAD Genel Kurulu’nda konuşan eski Başkan Haluk Dinçer ile aynı makamdan çalmayı çoktan terk etmiş olması gerekiyordu:
“Cumhuriyet dönemi birikimini anlamak istemeyenlerin yeterince incelemediklerini görebiliriz. Laikliğin din ve siyasetin ayrı tutulmasının önemini de demokratikleşmede daha iyi anladık. Siyaset insanların özel yaşamı ve ruhani yaşamıyla ilgilenmez. Laiklik ilkelerine sahip çıkmamız gerektiğine inanıyorum.” (Cumhuriyet, 22.01.2015)
Laiklik ve sosyalizm
AKP tarafından devletin ve toplumun dinselleştirilmesine karşı laiklik mücadelesi verirken, kendini burjuvalardan, liberallerden, ulusalcılardan ayırmak her proletarya sosyalistinin öncelikli görevidir. Her kim Türkiye’nin temel çelişkisini dinci gericilikle (irticayla), laikçi-cumhuriyetçiler arasında görür, o daha baştan bundan vazgeçmiş olur. Laiklik mücadelesini sınıf mücadelesinin üst-belirleyeni haline getirmek veya çareyi eski cumhuriyeti geri getirmekte (yenileştirmekte) aramak da aynı kapıya çıkar.
İslami yapılanma gösterilmek istendiği gibi bir özlemin ve “ideal”in gerçekleştirilmesi değil, tam tersine sermayenin boyunduruğuna meşruiyet kazandırma, proletarya ve emekçiler üzerinde rıza üretme mücadelesidir. Paradoksa bakın ki, devrimin temel gücünü oluşturacak proletaryanın ve yoksulların çoğunluğu, en azılı sınıf düşmanı parti olan AKP’nin hegemonyası altındadır. Laiklik mücadelesinin şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde önem kazanması bundan dolayıdır.
Ancak dinin devletten, siyasetten, eğitimden arındırılması demek olan laikliğin, temel toplumsal sorunların çözümü değil, sınıf mücadelesinin üstüne örtülmüş perdenin kaldırılması ve serbestçe gelişmesinin sağlanması meselesi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Serbestleşme özgürleşme, kurtuluş değildir. Laiklik, en tam ve kapsamlı uygulamasına kavuştuğu sosyalizmde bile kendi alanıyla ilgili kamulaştırmalar gerektirmekle birlikte, esasta sermayenin ve meta ekonomisinin (dolayısıyla dinin) köklerine dokunmaz.
Var olan laikliğin tasfiyesi ve dinselleştirilme, ajitasyon ve propagandayı, siyasi kampanyaları, gündelik eylemleri, kısacası taktikleri doğrudan etkiler, ama devrimin ana doğrultusunu, dolayısıyla stratejik hedefleri değiştirmez. Dolayısıyla, mevcut koşullarda dincilikle mücadele, ideolojik-kültürel eleştirilerle, devletin ve siyasetin laikleştirilmesi talepleriyle sınırlı olamaz. Çünkü bunlar dinsel gericiliği üreten mekanizmalara dokunmayan reformlarla gerçekleşebilir geçici şeylerdir. Dinci diktatörlüğe karşı mücadele emperyalizme ve tekelci sermayeye karşı, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadeleye bağlanmak ve hep bu yoldan yürümek zorundadır.
Bu yüzden, kitlelerin iktidarın hegemonyasından kurtarılması yalnız siyasi İslam eleştirisi ve laiklik propagandasıyla olacak iş değildir. Dinsel önyargı ve yanılsamalara karşı ajitasyon ve propagandanın ötesine geçmek gerekir. Lenin’in ısrarla vurguladığı gibi, “İnsanlığa vurulmuş din boyunduruğunun toplum içindeki ekonomik boyunduruğun yalnızca bir ürünü ve yansıması olduğu” unutulmamalı ve bu uğurdaki mücadele dar bir alana sıkıştırılmamalıdır. Laiklik mücadelesi, ancak sömürü ve baskının her çeşidine, sosyal hayatın bütün alanlarında, politik, ekonomik, ideolojik-kültürel düzeylerde yürütülecek mücadelenin bir parçası olursa azami sonuçlar elde edebilir. Yoksa kazanımlar laik burjuvalara, Kemalist-Batıcı paşalara, darbe heveslisi asker-sivil elitlere altın bir tepsi içinde ikram edilmiş olur.
Sosyalizm mücadelesine tabi kılınacak ve etkili sonuçlar alınacaksa, işçi sınıfının ve bütün milliyetlerden emekçilerin emperyalizme, sermayeye ve dinsel faşizme karşı mücadelesinin bütün alanlarını ve konularını kucaklaması şarttır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.