Tarih 30 Kasım 1990. Zonguldak maden işçisi işçi ücretlerinin arttırılması talebiyle greve gider. 35 gün kent içinde süren greve Zonguldak halkı da destek verir. Ancak işçilerin ve Zonguldak halkının talepleri Ankara’dan duyulmaz. Grevdeki işçilerin seslerini duyuramamaları onlara “Artık yeter” dedirtir ve Ankara’ya yürüme kararını verdirir. 4 Ocak 1991 günü de Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi […]
Tarih 30 Kasım 1990. Zonguldak maden işçisi işçi ücretlerinin arttırılması talebiyle greve gider. 35 gün kent içinde süren greve Zonguldak halkı da destek verir. Ancak işçilerin ve Zonguldak halkının talepleri Ankara’dan duyulmaz. Grevdeki işçilerin seslerini duyuramamaları onlara “Artık yeter” dedirtir ve Ankara’ya yürüme kararını verdirir. 4 Ocak 1991 günü de Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer sendika binası önüne gelen işçilerin sloganlarındaki yürüyüş talebine duyarsız kalmaz, onlara önderlik ederek Mengen’e kadar da eşlik eder.
Yürüyüşün başlama zamanı henüz belli değilken işçilerin eşleri yürüyüşü birkaç koldan başlatır. Yani bu yürüyüşün başını kadınlar çeker. Kadınlar işin içine girince de geri dönüşü olmayan bir yola koyulur Zonguldak. Öyle bir yola koyulmadır ki bu, Devrek’te yüksek bir tepeden geriye dönüp baktıklarında bir kentin yürüdüğünü görürler. Çünkü 100 bin kişidirler, 100 bin yürek olup kar-kış demeden, açlık-yokluk demeden Ankara’nın yollarına koyulmuşlardır.
Zonguldak madenci yürüyüşü hem Zonguldak tarihine hem de işçi sınıfı tarihine mıh gibi çakılmış bir direniştir. Bu direnişten çıkarılacak dersler, hem hak mücadelelerine ve hem de işçi sınıfı tarihine yol gösterici niteliktedir. İşçi sınıfının gücünü gösteren bir direniştir. Ancak uzun süren yürüyüş boyunca grevcilerin attıkları sloganlardaki demokrasi, adalet ve hak taleplerinin görüp ileri taşıyan siyasi bir önderliğin bulunmaması ve muhalefetlerin madencilerin bu isyanına denk bir politika üretememesinin de etkisiyle bu yürüyüş amacına ulaşamamış bir eylem olarak tarihte yerini almıştır. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen; görülmelidir ki, 1988’den itibaren madenleri ekonominin sırtında yük olarak gören ve en kısa zamanda kapatılması gerektiğini savunan o zamanın ANAP iktidarı bu politikalarını uygulayamadığı gibi 1991 seçimlerinde iktidardan da düşmüştür.
Mengen’e kadar gelmiş ve yola devam etmek isteyen ancak devletin kolluk güçleri tarafından durdurulan grevciler karşılarında siyasi otoriteyi görünce şaşırdılar. İstedikleri sadece kendi hak talepleriydi. Kimseyi öldürmemiş, suç işlememiştiler. Bunca önlem siyasiydi ve yürüyüş boyunca sonucun burada kilitleneceği hatta biteceğini hiç düşünmemişlerdi. Mengen’de bekletildiler. O arada devlet ve GMİS arasındaki toplantılar, pazarlıklar sürdürülüyordu. Kurulan barikatın nedenini zamanın Çalışma Bakanı şöyle açıklayacaktı: “Kalabalığın içine 10-15 kadar yasal olmayan örgütler girmiş ve ortalığı karıştıracaklar duyumunu aldık. Bu da bizi işçiler ve aileleri adına çok tedirgin ettiği için güvenlik önlemlerini artırmamızı gerektirdi.” Aslında hükümet 100 bin kişinin Ankara’ya yürümesinden çok korkmuş, sadece Mengen’de barikat kurmamış, başbakanlık binasının da etrafını tanklarla çevirmişlerdi.
Sendika temsilcileri polis ve jandarma barikatına rağmen E-5 Karayolu’na çıkan 400- 500 kadar grevciyi “Biz politik kaygı taşıyan, siyasi bir hareket değiliz, ülke iktidarını ele geçirmek gibi bir niyetimiz yok, darbeci değiliz” diyerek karayolu üzerinden işçileri geri çektirir. Sendika “Mücadeleyi Zonguldak’a hapsedemezsiniz” diyerek yola koyulan ve taleplerini politikleştiren işçilerin gücünü görememiş sadece 100 bin kişinin mücadelesi olarak Zonguldak’a hapsetmiştir. Hükümetin “Geri dönün bu ulusal bir güvenlik meselesine dönüşmüştür” tehdidi karşısında da ne yazık geri dönüşün kararını almışlardır. Oysa sloganlardaki talepler sadece 100 bin kişinin değil, tüm sömürülen, ezilen işçinin, emekçinin, kadının ve halkların da talepleriydi. 100 bin kişi bu taleplerin kazanılmasında öncülük edebilirdi. Mengen’de polis ve jandarma barikatını geçmek ve E-5’e çıkıp çıkmamak arasında sıkışıp kalan 100 bin kişi işçi sınıf bilinciyle hareket edebilseydi, bir an bile tereddüt etmeden E-5 Karayolu’na çıkar ve hükümetin kurduğu o barikatı aşarak bu ülkede bir halk hareketini 24 yıl önce 8 Ocak 1991’de başlatmış olurlardı.
Genel Maden-İş Genel Başkanı Şemsi Denizer’e önce 100 bin kişiyle “İnsanca Yaşam talebiyle yola çıkıp, Mengen’e vardığında grevcileri önce bekletip daha sonra “Geri dönüyoruz” kararını aldırtan neydi kesin bir bilgi yok. Aslında 100 bin kişinin başardığı şey ortadaydı: 100 bin kişi eğer barikatı geçip, E-5’e çıkıp Ankara’ya gitme iradesini gösterseydi ve sadece on dakika trafiği kapatabilseydiler bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Şemsi Denizer’in daha sonra bir röportajında dediği gibi: Barikat orada düzenin temsilcisiydi. Ya barikat aşılacaktı, düzen bozulacaktı ya da barikat kalacaktı, düzen korunacaktı. Barikat açıldığında, hükümet kaçıyor, demektir. Başka çaresi yok.(Bianet)
Bu gerçeği bilip de geri dönme kararını almak insanın aklına hiç de olumlu düşünceler getirmiyor.
Şemsi Denizer orada ne düşündü de geri dönüş kararı aldı bilinmez ama o günden bugüne sendika adına gelinen noktada da değişen bir şey olmadı. 2014 Aralık ayında Zonguldak, Armutçuk’ta, Hema’ya ait bir ocakta çalışan 500 işçinin kendilerini ocağa kilitleme eyleminde Genel Maden-İş Sendikası’nın gösterdiği tavır ve sendika genel başkanı Eyüp Alabaş’ın “Çözüm siyasidir” diyerek yaptığı açıklama bunun bir kanıtıdır. Eylemlerinde yalnız kalan işçiler ocak patronunun “Tazminatlarınız yanar” tehdidi karşısında eylemlerine son vermek zorunda kaldı. O yıllardan bu yıllara tek fark 1991 yılında işçilere tehdidi direk hükümet yapıyordu, şimdi taşeron patronlar yapıyor. Sendikalar iktidarla uyum içinde davranmanın, ücret sendikacılığının kendilerine (sınıfsal olarak) bir yararı olmadığını görmek zorunda.
Bu ülke en büyük halk hareketlerinden birini 1991 yılında Zonguldak’ta gördü. Ancak toplumsal bir mücadeleye dönüştürülemedi. Belki de 24 yıl önce büyük bir halk hareketi başlayacakken, işçilerin demokrasi, adalet, hak talepleri göz ardı edilerek mücadelenin siyasi bir yöne evirtilememesi, bu mücadeleyi etrafını aydınlatmayan bir ateşe dönüştürdü.
Bugüne gelindiğinde görülüyor ki işçi mücadeleleri hala devam etmekte, işçiler gitgide zorlaşan yaşam ve üretim koşullarında isyanlarını sürdürmekteler. Ancak sendikalar geçmişte olduğu gibi bugün de sendika yönetimlerini sadece “ücret sendikacılığı” düzeyinde tuttukları sürece işçi mücadeleleri yenilgiyle sonlanmaya devam edecek ve bu da işçi örgütlülüğünün kırılmasını sağlayacaktır. Genel Maden İş sendikasının, yaklaşık 48 bin üyesiyle yürüdüğü günlerden bugüne eriye eriye 9 bin üyesi olan küçük bir sendikaya dönüşmesi tesadüf değildir.
Oysa istenen bu değildir. İstenen, örgütlü mücadeleyi toplumsal mücadele alanlarının geneline yayabilmektir. İnsanca bir yaşam özlemi olanlar, demokrasi, adalet, özgürlük talepleri olanlar; doğasını, çevresini yani yaşamı savunanlar da bu mücadelede yer almalı ki bu mücadele etrafını aydınlatan, ısıtan bir mücadele ateşi halini alsın.
Umuyorum ki, 24 yıl önce 100 bin kişinin yaktığı ancak hükümet ve sarı sendikanın çabası sonucunda söndürülen Zonguldak madencisinin mücadele ateşi de küllerinden yeniden doğarak bu mücadelenin en büyük parçası haline gelir.
İşte bu yüzdendir ki şu an sürmekte olan Ülker, Bedaş, Nestle ve Maltepe işçi direnişlerinde yanan ateşi insanca bir yaşam için, haklarımız için, adalet için, demokrasi için büyütmeli ve dayanışmayı büyüterek toplumsal bir mücadele haline getirmeliyiz.