14 Aralık 2014 günü başlayan Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonu merkezli polis operasyonun üzerinden bir ay geçti. Hızına yetişmekte zorlandığımız Türkiye ve dünya gündemi içerisinde, operasyonun kamuoyunda başlattığı tartışma da bir ay içerisinde tüketilmişe benziyor. Hâlbuki operasyon ve bu operasyonun yorumlanışı, sadece devlet ve Cemaat değil; aynı zamanda siyaset ve hukuk arasındaki ilişkiyle ilgili de […]
14 Aralık 2014 günü başlayan Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonu merkezli polis operasyonun üzerinden bir ay geçti. Hızına yetişmekte zorlandığımız Türkiye ve dünya gündemi içerisinde, operasyonun kamuoyunda başlattığı tartışma da bir ay içerisinde tüketilmişe benziyor. Hâlbuki operasyon ve bu operasyonun yorumlanışı, sadece devlet ve Cemaat değil; aynı zamanda siyaset ve hukuk arasındaki ilişkiyle ilgili de bir anda kolay kolay tüketilemeyecek kadar nitelikli ve özlü ilişkileri ve sorunları sorgulamaya açmaktadır. Bu yazı, 14 Aralık operasyonunu ve bu operasyonun kamuoyunda yorumlanışını değerlendirmeye almakta; konuyu eleştirel bir gözle yeniden tartışmaya açmayı amaçlamaktadır.
AKP’nin, kendisinden önce devlet kadrolarında bulunan Gülen Cemaati’yle yıllarca uyum içinde çalıştığı; siyasi hesaplaşmalarını Cemaat’in eliyle yürüttüğü tüm toplumun malumu. Bilhassa 2008-2013 yılları arasında yoğunlaşan Ergenekon, Balyoz ve KCK gibi yurt çapına yayılmış, mahkeme salonlarında süren siyasi hesaplaşma niteliğine haiz, AKP’nin siyasi muhaliflerini yargı eliyle bastırdığı siyasi davalar, sadece bir değil; polisten HSYK’ya birden çok devlet kadrosuna yerleşmiş Cemaatçilerin koordinasyon halinde ve uyum içinde çalışmalarının birer meyvesidir. Bu davaların soruşturma ve kovuşturma aşamalarında polis şüphelilerin evlerine şafak baskınları yapmış ve sahte delil üretmiş, ad ve soyadlarına kadar bilebildiğimiz savcılar bu delilleri dava dosyasına koymuş, hâkimler bu delillere göre karar vermiştir. Dahası, sanık avukatlarının dahi ulaşamadığı bilgiler Cemaat’in televizyon ve gazetelerine sızdırılmış; bu televizyon ve gazeteler henüz davalar sürerken sanıkları “darbeci” ve “terörist” ilan ederek mahkum etmiş; 14 Aralık’ta gözaltına alınan Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı; Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın yargılanmalarıyla ilgili “(..) bu ülkede her gazeteci, gazeteci değil; her gazeteci haber peşinde koşmuyor. Bazıları ihbarcılıkla habercilik arasındaki farkı bir kalemde çizip atıyor” diyerek “bırakın yargı işini yapsın, hukuki süreç işlesin” çağrısında bulunabilmiştir.[1] Velhasıl, geride bıraktığımız on senede Cemaat’in basın yayın organları manipülasyon ve AKP’nin muhalefete karşı yürüttüğü şiddeti toplum nezdinde aklama görevlerini helallerince yürüttüler. Bunlar şu an çoğu aydından sıradan vatandaşa kadar herkesin bildiği ve itirazsız kabul ettiği hakikatler haline geldi.
Öte yandan kamuoyu, Cemaat’in düzenlediği Uluslararası Türkçe Dil Olimpiyatları’nı neredeyse milli yarışmamız[2] haline getiren AKP ile Gülen Cemaati arasında bir sorun olduğundan ilk kez Şubat 2012’de; 2009 ve 2010 yıllarında PKK ile Oslo görüşmelerini yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın KCK davası kapsamında savcıya ifade vermeyi reddetmesinin ortaya çıkardığı kriz vesilesiyle haberdar oldu. Ardından 2013 sonbaharında “dershanelerin kapatılması” meselesi temelinde Cemaat’in alevlendirdiği; ancak yapmacıklığı aşikâr bir sürtüşmeyle sorun aleni hale geldi. Bu sürtüşme ve gerilime getirilen açıklamalar ne yeterli ne de ikna gücüne sahip. Aşağıda da bahsi geçeceği üzere Kürt sorunu ve çözüm süreci ile ilgili olduğunu sezinlemekle beraber, bugün hala neden Gülen Cemaati’nin AKP’ye sırtını döndüğünü bilmiyoruz; mesele, henüz halka söylenmiş ya da “twitter araçlığıyla sızdırılmış” değil. Her neden dolayı yaşanıyor ise bu kopukluk, Türkiye’de uzun bir geçmişe sahip Gülen Cemaati-devlet ortaklığı çerçevesinde cereyan ediyor ve bu ortaklığı olumsuz etkiliyor.
1) Devletin Cemaat Geleneği
1960’da Saidi Nursi’nin ölümden sonra yolları ayrılan talebelerinin oluşturduğu çeşitli Nur cemaatlerinin kökleri 1980 öncesine kadar gitmekle birlikte; Gülen Cemaati, 12 Eylül Darbesinin yeniden ürettiği ve güçlendirdiği bir yapıdır. Cemaat’in kitleselleşmesi; hem toplum içinde kabul bulması hem de devlet tarafından “tanınıp” koruma görmeye başlaması 12 Eylül 1980 ertesinde bizatihi devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Nakşibendi olmasına rağmen Turgut Özal’ın Fethullah Gülen ile yakın temas içinde olduğu biliniyor.[3] Mesela Özal, Gülen’i dinlemek için düzenli olarak Ankara’dan İzmir’e gitmiştir.[4] Yine, Zaman Gazetesi’nin Cemaat tarafından satın alınmasını destekleyen de Özal olmuştur.[5] Cemaat’in Orta Asya Cumhuriyetleri’nde okullar açmaya başladığı 1990’ların başı da yine Özal’ın iktidarına tesadüf ediyor.[6] Ölmeden önce yaptığı son gezide de bu okullar için girişimlerde bulunduğu biliniyor.[7] Buna mukabil, Cemaat daha düne kadar AKP’yi desteklediği gibi 1980’ler ve 1990’lar boyunca da gizleme gereği duymadan Özal’ı desteklemiştir.[8]
Mamafih, 1980 sonrasında Cemaat’in devletin içine çekilmesi sadece “devletin başındaki kişi olarak” Özal’a atfedilemeyecek bir durum. Mesela Gülen, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 20 tane (belki de daha fazla) devlet başkanına hitaben mektup yazıp imzaladığını; imzalanmış mektupları Cemaat’e verdiğini ve “hangi devleti istiyorsanız adını mektubun başına yazın” dediğini, aktarıyor.[9] Devlet ile Cemaat arasındaki bu yakîn ilişkiyi Orta Asya’da çalışmalar yürüten Cemaat’e ait KATEV (Kazakistan Türk Eğitim Vakfı) ile TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) arasındaki işbirliği örneklendirir. Hatta yayınlarında TİKA, Cemaat okullarından “Türk okulları” olarak bahseder.[10] Dahası, Cemaat’in hem ekonomik kaynaklarının ve altyapısının hem de özel okullarının, dershanelerinin, öğrenci yurtlarının ve uluslararası bağlantılarının geliştiği yıllar, yine ne büyük tesadüftür ki askeri vesayetin zirvede olduğu ve “militan laiklik” anlayışı ile hareket edildiğinin dillendirildiği 1990’lardır. Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın Cemaat’in okullarını ziyaret ettiği ve bu okulları methettiği de biliniyor.[11] Asker ve Gülen Cemaati arasındaki gönül bağı tam da 28 Şubat döneminde sıkılaşmış; MGK, Cemaati’i “samimi Müslümanlar” addetmiş ve bu nedenle okullarının faaliyetlerine devam edebileceği görüşünü bildirmiştir.[12] Askerin bu jesti karşısında ise Cemaat, kendi medyası aracılığıyla 28 Şubat darbesini desteklemiştir.
Günümüze gelindiğinde Cemaat, Türkiye’deki bütün idari birimlerde (Yüksekova hariç) dershane, yurt, okul, üniversite, kitabevi, ofis, mescit şeklinde örgütlenmiş; bu birimler arasında sağlanan geçişkenlikle bütün ülke sathında hareket kapasitesine sahip bir örgüt haline gelmiştir. Brezilya’dan Endonezya’ya; hatta Türkiye’nin elçi ya da temsilci bile bulundurmadığı kimi ülkelerde bile Cemaat’in okulları, öğretmenleri, mensupları vardır. Hülasa, 1980 sonrası yönetime müdahale eden askerler ve izin verdikleri ölçüde sivil iktidarlar, devletin yeni ideolojisini “Türk-İslam Sentezi” olarak tanımlarken, bu ideoloji doğrultusunda bürokratik devlet işlerini yürütmek için seçtikleri ve yetiştirdikleri kadroların en önemli membaı Gülen Cemaati oldu. Cemaat doğrudan devletin desteği ile hem devletin, hem de bu ideolojinin bir parçası olmuştur. Yüzünü İslam coğrafyası olan Doğuya, Arabistan’a değil; “muasır medeniyetlere”, Batı’ya dönmüştür. Yurt dışında İslam okulları değil, Türk okulları açmıştır. Okullarında Kur’an dili Arapçayı değil, “sevginin dili” de olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçeyi öğretmiştir. “Cihat” düşüncesini değil, kültürler arası diyalog ve barışı savunmuştur. Diyebiliriz ki devletle bu kadar haşır neşir olmak, Türkiye’de başka hiçbir cemaate nasip olmamıştır.
1.i) Ne derin ne de paralel; sadece devlet
Cemaat 1980 sonrasının; AKP ise 1990’lı yılların ürünüdür. AKP 2000’li yıllara Cemaat gibi devletin içinden değil;[13] daha zorlu bir alandan, sokaklardan ve çetin bir siyasi mücadelenin içinden gelmiştir. Dahası AKP, Recep Tayyip Erdoğan tahakkümü altında tek irade olarak hareket etse de Cemaat kadar homojen bir yapı da değildir. On yıllık iktidarında, çeşitli siyaset ve örgütleri kendi potasında eritmiştir. Nakşibendiler (bilhassa Menzil grubu ve Saidi Nursi’nin sağlığında yanında yer almış bazı kişiler) dâhil çeşitli dini cemaatlerden muhafazakârlara, sağcılardan liberallere kadar geniş bir yelpazenin desteğini alarak iktidarını sürdürmektedir. AKP Milli Görüş Hareketi’ni, DYP’yi, ANAP’ı, HAS Partiyi eritmiş; Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu ve Alparslan Türkeş’in oğlu Ahmet Kutalmış Türkeş gibi ayrı ayrı siyasetleri temsil ettikleri düşünülen isimlere kucak açmış ve bünyesine katmıştır. Yine milliyetçi çizgide yer alan ve bir zamanlar MHP’nin içinde çeşitli görevler yapan akademisyen Vedat Bilgin de Başbakan danışmanı olmuştur. AKP’nin büyümesi biraz da “Gel! Bana biat ettikten sonra kim olursan ol gel; ister milliyetçi, ister Alevi, ister liberal ol, yine gel” anlayışında yatıyor.
Velhasıl, devlet için tanıdık olan Gülen Cemaati, yeni olan AKP’dir. 1980 sonrasında devletin kullandığı Cemaat kadrolarını 2002 itibari ile AKP de kullanmıştır. Cemaat ve AKP arasında İslamcılık ortak paydasında yaşanan ten uyuşmasının, AKP’nin hızlıca devletleşmesinde de payı büyüktür. Hal böyle olunca, Mücahit Bilici’nin sözleriyle “cemaate devletin içinden fazlasıyla haberdar” demek, meselenin özünü kaçırmaktır.[14] Ne AKP öncesinde ne de sonrasında; Cemaat’in devlet ile ilişkisi için “paralel, derin, düşman, çete” ifadeleri kullanılarak Cemaat, devletten ayrıştırılamaz. Devletimiz, içindeki bu çetelerle, gruplarla bir bütündür; onlarla devletlik yapmaktadır.
Bu bağlamda Cemaat’i ilk kez “paralel devlet” olarak itham edenin AKP ya da Recep Tayyip Erdoğan değil; seçimle gelinen pozisyonlar hariç devlet kurumlarında yer alamamış; devlete temas edememiş Kürt siyaseti olduğunu da hatırlamak gerekir. İlk olarak KCK davalarında, PKK’nın devlet örgütlenmesine paralel bir yapı kurduğu, asayiş birimleri oluşturduğu, zaman zaman vergi topladığı savcılar tarafından dile getirildi. Aslına bakılacak olursa iddianamelerde KCK, Kürtlerin kurduğu iddia edilen bu paralel yapının adı olarak yer aldı. Ancak zaman içinde “paralel” kelimesi el değiştirdi. Çözüm sürecinde AKP gözetimi ve desteğiyle MİT ile PKK arasında görüşmeler başlayınca, “paralel devlet” adlandırılması da ilk defa Kürtler tarafından süreçten hoşnut olmayan Cemaat’i işaret etmek için kullanılmaya başlandı.[15] Çözüm sürecinde BDP bu tanımlama ile devletin içinden Kürtlere dost (AKP) ve düşman (Cemaat) olanlar ayrımı yaptı. Şehir merkezlerinde sıkça karşılaşılan (asker değil) polis şiddeti de “paralel devlet” ürünü olarak adlandırıldı.[16] Bu nedenle, Erdoğan ve AKP’nin Cemaat için kullanılan “paralel devlet” tanımlamasını BDP’den devşirdiğini söylemek yanlış olmaz. Hatta Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı adaylığı çerçevesinde temel ilkelerini açıkladığı 14 Temmuz 2014’te “Evrenin herhangi bir yerinde kesişen iki doğru paralel değildir” diyerek, Cemaat’in sadece kendilerinin durdukları yerden (devlet dışından) “paralel” olarak görülebileceğini; sadece kendilerinin Cemaat’e “paralel” diyebileceğini, AKP’nin ise Cemaat’e paralel demesinin “abesle iştigal” olduğunu söyleyerek konuya ayrıca açıklık getirir.[17] Konuşmanın yapıldığı dönemde medyada Demirtaş’ın bu açıklamasının “kesişen iki doğru” metaforu sıklıkla yer bulurken, ikinci kısmı görmezden gelindi.
Yine, 4 yıl önce yayından kalkmış “Tek Türkiye” adlı dizinin yönetmeni ve senaristinin 14 Aralık’ta gözaltına alınan ilk isimlerden olmasını, AKP-Kürtler-Cemaat üçlemesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu dizinin dilinden, verdiği mesajlardan ve senaryo metninden Cemaat’in üniter devlet savunusunu ve milliyetçi tutumunu görmek mümkündür. Aslına bakılırsa dizi, propaganda aracı olma niteliğine sahiptir. Dizi ile Cemaat, Kürt hareketine karşı devletin birliği ve bütünlüğünü korumak için hangi siyasal duruşun doğru olacağını topluma anlatmakta; toplumu eğitmektedir.
Netice itibariyle denebilir ki, Kürt siyasetinin MİT ve AKP ile yürüttüğü çözüm süreci bağlamında Cemaat, AKP öncesi yerleşik devlet aklının (statu quo’nun) gerçek temsilcisi ve devletin sahibi olarak rol oynamıştır. Bu nedenle de devlette reform yanlısı Kürtler ve AKP tarafından nefretle karşılanmıştır. Status quo versus reform sürtüşmesi bağlamında AKP, Kürt sorununda çoktan yaşanmış, yaşanan ve yaşanması düşünülen; ancak gizli yürütüldüğü için kamuoyunun neredeyse hiç bilmediği değişikliklerin bilinciyle kendi dönemini anlatmak için “yenilikçi”, “reformist”, “rönesans” gibi kavramları tercih etmektedir. Dahası, entelektüellerine de benzer kavramlar kullandırtıyor. Yine başkanlık sistemi, cumhurbaşkanının yetkileri ve konumu, yeni anayasa yapımı ve yerel yönetimlerde değişiklik gibi “reformların”, çözüm sürecinin neticesine bağlı olarak devlet içinde değişecek alanlardan şimdiye dek açığa çıkanlar olduğunu söylemek mümkün. O halde, AKP’nin Cemaat’le mücadelesinde, ortada devleti kimin (hangi kadroların, hangi kişilerin) yöneteceği ile ilgili bir sorun yoktur. Meselenin, (şimdilik sadece bu konu kamuoyuna sızdığı için) Kürt sorununda ve bu sorunun çözümünün getireceği siyasi rejim ve devlet yapısıyla ilgili konularda, eski versus yeni devlet politikalarının yürütülmesiyle ilgili olduğu görülmektedir.
Mehmet Altan 14 Aralık operasyonunu yorumlarken yaşananların sadece derin devletle el ele vererek devleti ele geçiren bir (herhalde Recep Tayyip Erdoğan’ı kastederek) “tek adamın”, yolsuzluk iddialarını susturmak için başlattığı bir baskı operasyonu olmadığını; “ (…) çok büyük ve tarihi bir kırılma noktasının, 200 yıllık bir yolculuğun rotasının değişmesinin en açık ve en keskin işareti (…)” olduğunu söylüyor.[18] Avrupa Birliği’nden gelen eleştirilere Erdoğan’ın “aklınızı kendinize saklayın; AB bizi alır, almaz gibi bir derdimiz yok” şeklinde verdiği cevabı[19] önceden tahmin etmiş olacak ki Altan, modern Türkiye’nin yaşadığı bu rota değişiminin Batı’dan Doğu’ya; Avrupa’dan Orta Doğu istikametine doğru olduğunu söylüyor. Cemaat’e karşı başlatılan bu operasyonun devletin 200 yıllık modernleşmesinde bir kırılma noktasını işaret ettiği konusunda yorumda bulunmamakla birlikte; daha mütevazı bir yorumla yaşananların, AKP’den ziyade Cemaat’in temsil ettiği 35 yıllık devletin müesses nizamında bir kırılma doğurabileceğini söyleyebiliriz.
2) Temaşaya Buyurun!
14 Aralık 2014 günü 29 kişi “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit yöntemlerini kullanarak, örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, belgede sahtecilik”[20] gibi suçlardan gözaltına alındı. Bu gözaltılar; Cemaat’e karşı “başlatılan bir saldırı”, 17 Aralık 2013’de yolsuzluk dosyalarını deşifre ettikleri için Cemaat’ten “alınan bir öç” ve gözaltına alınanlar arasında Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ve Zaman gazetesi yazarları da bulunduğu için “basın özgürlüğünün ihlali” olarak değerlendirildi. Genel kanı; bir zamanların tetikçisinin, bir zamanların dayakçısının, bir zamanların zaliminin şimdi mazlum durumuna düştüğü, dayak yediği ve ölümle burun buruna geldiği idi. Hatta konu, hem AKP’yi hem de Cemaat’i bilen ve neler yapabileceklerini tecrübe eden Ahmet Şık[21] tarafından “Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak yorumlandı. Buna göre Hitler, kendisini iktidara taşıyan; muhalefeti sokakta bastırarak, diğer partilere ve sendikalara silahlı saldırı düzenleyerek ve Aryan olmayan Alman yurttaşlarını tehdit ederek Nazi’lere sayısız hizmette bulunmuş olan Nazi Partisi’nin paramiliter kanadı SA’ları 30 Haziran’ı 1 Temmuz’a bağlayan gece (1934) öldürerek ortadan kaldırdı. SA lideri Ernst Röhm ise önce gözaltına alındı; sonra öldürüldü. Bir kaç gün içinde Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı Joseph Goebbels, Röhm’ün hükümete karşı darbe hazırlığı içinde olduğunu halka anlatacaktı. Bu yoruma göre benzer şekilde AKP, kendisini iktidara taşıyan ve geride bıraktığımız on yılda AKP’nin otoriter rejiminin kurulmasında baş aktör olan Cemaat’e saldırıyor; artık kendisine karşı tehlike oluşturduğuna inandığı Cemaat’i tasfiye ediyordu. Gerçekten de 14 Aralık operasyonu bu görüntüyü, bu izlenimi vermek istiyor. Hâlbuki daha serin kanlı bir değerlendirme, mevcut gelişmelerin Cemaat’i yok etmek için ona karşı başlatılan bir savaş olmadığını söylemeye yetecektir.
Ortada bir “twitter” hesabı var; adı Fuat Avni. Bu hesabın kullanıcısı polis ve medya baskınları, yolsuzluk dosyaları, gizli tape’ler gibi siyasi hayatı etkileyen sansasyonel gelişmeleri önceden kamuoyuna bildiriyor. Ancak etkili bir istihbarat mekanizmasının ulaşabileceği bilgiler, kamuoyunun bilmesi istendiği zaman, bilmesi istendiği kadar paylaşılıyor. Bu hesaptan paylaşılan tape’lerle seçimler sabote edilmeye çalışılıyor. Etkisi ve önemi “Fuat Avni” ile karşılaştırılmayacak kadar az olan; kamuoyuna istihbarat bilgisi sızdırmak gibi hiçbir işlevi de bulunmayan Redhack adlı başka bir “twitter” hesap kullanıcı ve hatta bu hesabın “tweet”lerini paylaşanlar; yine Gezi ayaklanması süresince “twitt atan” ya da paylaşanlar için davalar açılır, polis baskınları yapılır, tutuklamalar gerçekleşirken (Redhack ile ilgili soruşturmada tutuklananlardan biri, 3 gün tutuklu kalan oyuncu Barış Atay’dır), AKP için kritik olduğu bilinen seçimleri sabote etmeye çalışan, yolsuzluk operasyonunun parçası olan bu twitter kullanıcısı ve paylaşımcıları için AKP (göstermelik de olsa) kılını kıpırdatmıyor.
Zaman Gazetesi’ne yapılan sözde polis baskınının şekli üzerinde de durmak gerekli. 14 Aralık sabahı polisler Ekrem Dumanlı’yı gözaltına almak üzere gazeteye geldiler. Ancak, gözaltına almadılar. Gözaltı kararını Dumanlı’nın avukatına tebliğ ederek gazete binasından ayrıldılar. Bu esnada kalabalık toplandı, Zaman çalışanları pankartlarını yazdılar ve çoğalttılar; Milletvekilleri gazete binasına davet edildi; canlı yayın ekibi hazırlandı ve ardından Dumanlı basın mensuplarına açıklama yapa yapa, canlı yayında gözaltına alındı. Kalabalık polis otosunun önünü kesti; polis, aracın durdurulmasına müsaade etti. Dumanlı ve diğer 12 kişi beş gün gözaltında kaldı. Bu süre zarfınca, nezarethane soğuk olduğu için avukatının talebi ve hâkimin onayıyla geceleri mescitte geçirdiler.[22] Nerede KCK ve Ergenekon davalarında şafak baskınlarıyla evlerinden elleri kelepçelenerek alınan, hapishane şartlarından hastalanan ve hayatını kaybeden “darbeciler”; nerede odasında oturarak polisi bekleyen, elini kolunu sallayarak zarifçe gözaltına alınan, konuşması için mikrofon uzatılan, propaganda yapmasına izin verilen ve bırakınız hapishaneyi, nezarethaneye dahi layık görülmeyen “darbeci” Dumanlı… İnsan, gerçekten Dumanlı’ya darbeci demeye kıyamıyor; polis de kıyamamış olacak…
Sunulanın ve genel algının aksine, ne Medyaya Darbe ne de Zaman gazetesine polis baskını yapılmamıştır. Ne Ergenekon davasında ne de KCK davasında gazetelerin ve gazetecilerin başına gelenler Zaman’ın başına gelmemiştir. Hiç bir gazetecinin bilgisayarına polis tarafından el konulmamıştır; hiç bir dosya ya da evrak toplanmamıştır. Bırakınız gazete binasını; polis gözaltına alınan gazetecilerin odalarını bile aramamıştır. Polis, Zaman Gazetesi binasına girmemiştir, desek yeridir. Bu durumda polis ya da AKP, Zaman Gazetesi’nin hükümeti sarsacak herhangi bir istihbarata, gizli saklı bilgi ve belgeye sahip olmadığını düşünüyorlar olsa gerek. Yahut polisin, isnad edilen “örgütsel yapı kurma” suçuna dair delil toplama işine hiç ama hiç girmediği; bir kez daha vurgulamak gerekirse, polisin suçu kanıtlamak için hiç bir çaba göstermediği düşünülünce vaziyet daha bulanıklaşıyor: Gerçekten, Ekrem Dumanlı ve diğer Zaman yazarları neden gözaltına alındılar?
Can Dündar 14 Aralık’ın bir intikam operasyonu olduğunu belirterek şöyle diyor: “Uygulamada “kumpasçılar”ın [Cemaat kastediliyor] yıllar yılı kullandığı taktikler, ‘Bakın nasıl oluyormuş’ dercesine kendilerine uygulanmıştır: Dizi senaryolarından suç damıtmalar, alacakaranlıkta ev basmalar, delilsiz, belgesiz gözaltılar, “devleti yıkma”ya varan suçlamalar…”[23] Galiba 14 Aralık’ta “olanlar” ile “olduğu düşünülenler” arasındaki farkı en güzel bu sözler anlatmış. Hangi “alacakaranlıkta ev basmalar” Can Dündar? Hangi ev basılmış? Hangi alacakaranlıkta? Hangi “delilsiz, belgesiz gözaltılar” Can Dündar? Gözaltı yapılırken avukatlara zaten delil ya da belge sunulmaz; gözaltı gerekçeli karar ile yapılır. 14 Aralık günü Zaman gazetesinde polisin toplamaya tenezzül etmediği deliller, belgeler mahkeme aşamasında sunuluyor; daha doğrusu sunulması gerekir. Dündar bunları bilmiyor mu? Biliyor elbette, ama göremiyor.
Beklentilere göre, gözü kapalı yapılan yorumlara başka örnekler vermek mümkün. Abdulkadir Selvi’nin sözleriyle, geçmişte Ergenekon davasında yapıldığı gibi, şimdi de “paralel yapı” diye bir çuval açılıyor ve içine herkes; hem suçlular hem de suçsuzlar doldurulmak isteniyor.[24] Bu yolla korku toplumu yaratılmaya çalışıldığı; büyük bir şiddet ve baskıyla toplumu korkutup susturmanın hedeflendiğini hem Emre Deveci[25] hem de Mehmet Altan[26] tarafından dile getirilmiş.
Sırayla gidelim. Zaman Gazetesi her sabah bir milyonu aşkın adrese bisikletlerle, arabalarla ya da elden bırakılan ve bayii satışı çok az olan bir gazetedir. Pek çok evin posta kutusu, bu gazetenin reklam panosu haline gelmiştir. Bu da demek oluyor ki Cemaat üyelerinin ya da gazeteyi takip edenlerin adresleri açık seçik ortadadır. Ancak gazete binasında arama dahi yapılmamasının gösterdiği üzere AKP’nin ve polisin bu adresleri, bu kişileri, yani Cemaatçileri, Cemaati destekleyenleri ya da onlar gibi düşünenleri tespit etmek gibi bir derdi yok. Başka bir değişle ortada, sendika üyelerinden belediye başkanlarına kadar; KCK ve PKK kısaltmalarını oluşturan harfleri kazara dahi olsa yan yana getirebilmiş herkesin; yahut basit erlerden generallere toplantı odasında çay içmek için bir araya gelmiş askerlerin gözaltına alındığı ya da soruşturmadan geçirildiği kitlesel gözaltılar bulunmuyor. Büşra Ersanlı gibi Kürt olmayan bir akademisyenin KCK davasına “örgüt lideri” olarak dahil edilmesine benzer bir şekilde, İhsan Dağı ya da Mümtazer Türköne’nin gözaltına alınma korkusu yaşadığını söylemek zordur; haydi söyleyelim, şu an için; 14 Aralık’a bakarak abartıdır. Zaman Gazetesi’ne özel bir saldırı olduğu da gerçekçi değil. Bugüne bugün, ülkenin doğusunda hayatını “darbeci, örgütçü, terörist” gazeteleri dağıtarak kazananların başına neler geldiği bilinirken, Zaman’ı her sabah adreslerine teslim eden dağıtıcıların bisikletlerinin ya da arabalarının tekerlerine çamur dahi sıçramamıştır; 14 Aralık sonrasında hala sıçramıyor.
İkincisi, ne mutlu ki 14 Aralık toplumumuzun gördüğü ilk operasyon değil. 12 Eylül sonrası binlerce insan işsiz kaldı. 28 Şubat sonrası yüzlerce kamu emekçisi işinden; yine bir o kadar asker ordudan atıldı. Cemaat’in mensupları ise kitlesel olarak işsiz kalmamıştır. Kaybolan, akıbeti bilinmeyen, yaşamından şüphe edilen herhangi bir Cemaat mensubu yoktur. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonunu durdurmak maksadıyla, bu operasyonla ilişkisi olabilecek sayısı binlere varan polis memuru ve müdürünün görev yerleri değiştirilmiştir. Yerleri değiştirilen memurlardan bir kısmı idari mahkeme kararı ile geri dönmüştür. TÜBİTAK’ta ise sözleşmeli çalışan pek çok uzmanın Cemaat’le olan bağı nedeniyle danışmanlık hizmetlerine son verilmiştir; bu uzmanların çoğu ilk kadrosunun olduğu asli görev yerlerine, mesela üniversitelerine dönmüştür. HSYK’da ise AKP, Cemaat mensuplarının yönetimde çoğunluğu ele geçirmemesi için alternatif bir grup kurarak var gücüyle çalışmıştır. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla henüz devlet kadrolarından Cemaat mensubu olduğu için atılan, memurluktan çıkarılan kimse bulunmuyor. Kaldı ki Cemaat’in örgütlendiği asli yerler, sayısı binleri bulan öğrenci yurtları ve eğitim kurumlarıdır. Cemaat’in yurtlarından hiç birinde; değil 14 Aralık ile, Yolsuzluk operasyonunun ardından geçen bir yıl içinde yaprak kımıldamamıştır. Cemaatle ilişkili vakıflarca kurulan üniversitelerin rektörleri, yönetimleri ya da akademik kadroları 28 Şubat’da ya da Ergenekon davası sürecinde gördüğümüze benzer bir operasyon ile karşılaşmamıştır. Bu nedenlerle operasyon bir “çuval açmış” değildir. Operasyonun amacının “korku toplumu” yaratmak olduğunu söylemek de olabildiğince basmakalıp bir yorumdur. Denildiği üzere Cemaat’le mücadelede geride bıraktığımız bir yılda toplumun genelini ve sıradan Cemaat üyelerini doğrudan ilgilendiren bir cendere mekanizması işlememektedir. “Toplumu korkutmak” cemaat operasyonunun ancak üçüncü dereceden yan etkisi olabilir.
Netice itibariyle 14 Aralık’ta yaşananlar, Cemaat gibi bir yapıya operasyon yapmanın çok uzağındadır. Hele ki ortada “Uzun Bıçaklar Gecesi” misali ölümcül; “düşmana” son darbenin indirildiği bir hareket yoktur. Belki AKP ve Cemaat arasındaki diyaloğa bağlı olarak ölen hiç olmayacaktır da… Lafı uzatmak pahasına, bu diyaloğu örneklendirmek için Aktif-Sen’den bahsetmekte fayda var. Cemaat, 2012 Sonbaharında dershanelerin kapatılması gündeme gelince Aktif Eğitimciler Sendikası’nı (Aktif-Sen) kurdu. Aktif-Sen, 9 ayda 35 bin üyeye ulaştı. Hükümet, meseleyi sürüncemede bırakınca, yetki sürecinden önce Mart 2013’de kendini feshetti. Aktif-Sen kapatıldıktan sonra sendikanın önde gelen kimi isimleri Milli Eğitim Bakanlığı’nda İstanbul ve Ankara İl Müdür Yardımcısı, Şube Müdürü ve eğitim müşaviri olarak göreve başladı.[27] Ancak Cemaat-hükümet gerginliği yeniden alevlenip dershanelerin kapanması kesinleşince Aktif-Sen, 22 Kasım 2013 tarihinde yeniden açıldı.[28] Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev verilen Cemaatçilerin kadrolarında ise (bildiğimiz kadarıyla) bir değişiklik olmadı. Bu örnekte Cemaat, AKP ile çekişmesinde elini güçlendirmek ve kamuoyu yaratabilmek için bir sendika kurmuştur. Siyasi diyalog ve mutabakat neticesinde sendikayı kapatmıştır; mutabakata sadık kalınmayınca sendikayı tekrar açmıştır. Aktif-Sen’in Cemaat’in kuruluşu olduğunu bilen devlet; bırakınız AKP ve Cemaat arasındaki husumet bağlamında onları cezalandırmayı, sendikanın “ağabeylerine” devletin bakanlığında üst düzey mevkiiler vermiştir. Velhasıl Aktif-Sen örneğinde, AKP ve Cemaat arasındaki mücadelede diyaloga bağlı olarak bıçaklar çekilmemiş ve ölen olmamıştır…
O halde karşı karşıya olduğumuz şey daha ziyade bir temaşadır. AKP bizi, cemaate nasıl “ayar verdiğini”, nelere “kadir olduğunu”, kimseyi ayırt etmeden kendisine karşı gelen herkesle aynı şekilde nasıl mücadele ettiğini temaşaya çağırıyor.
Cemaat 35 yıllık devlet geçmişine sahip. AKP de on yıl zarfında Cemaat vasıtasıyla devletleşti. Öyle ki 2014’ün sonuna yaklaşırken devletin içinde Cemaat’i ve AKP’yi birbirlerinden ayırmaya çalışmak kamuoyu yahut sıradan vatandaşlar için mümkün değildir. Ogün Samast’ı Hrant Dink’i öldürmeye kim azmettirdi, Cemaat mi, AKP’mi? Ergenekon davası kapsamında helikopter pilotu Mehmet Ali Çelebi’nin cep telefonuna Hizb-ul Tahrir üyelerinin numaralarını kim yükledi; Cemaat mi, AKP mi? 31 Mayıs 2013 gece yarısı Gezi Parkı’na polis saldırısı emrini kim verdi, Cemaat mi AKP mi? Bu soruları AKP ya da Cemaat olarak cevaplamak; bu suçları sadece birine atfetmek, devlet istihbarat ağının dışındaki bizler için mümkün değildir. Gerekli de değildir. Kamuoyu yahut vatandaşlar, devlet personelinin ve devlet erkini kullananların hangi cemaate, hangi tarikata, hangi tarikatın hangi koluna mensup olduklarını bilmek zorunda değildir. Cemaat ve AKP fenafil devlettir; suçlar devlete aittir.
Bu bütünlük, AKP’nin cemaatle “mücadelesini” de engelliyor. “Ergenekon’u bunlar yürüttü, KPSS sorularını bunlar çaldı” diyerek suçu tespit etmek kolay olsa da, AKP için suçlu bulmak zordur. Zira suçlu sayacağı ve teşhir edeceği kişiler, aynı zamanda atanarak mevkilerine gelen devlet personelidir, hükümetin adamıdır; hatta milletvekilidir, bakarsınız eski Cumhurbaşkanı’dır. AKP’nin kendi elini kesmesine sebep olacak böyle bir hesaplaşma (gerçek bir Uzun Bıçaklar Gecesi), devlet kadrolarını parçalamadan mümkün olamaz. Bu hesaplaşmada HSYK, yüksek mahkemeler, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet kurumları mevcut istikrarlarını bugünkü gibi koruyamaz.
O halde bu temaşanın maksadı ne ola? AKP’nin maksadı daha fazla Hüseyin Gülerce’ler, daha fazla Etyen Mahçupyan’lar yaratmaktır. Hüseyin Gülerce ve Etyen Mahçupyan, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının ardından taraflarını değiştirdiler ve Zaman gazetesinden ayrıldılar. Böylece “hak yolunu tuttular” ve “bertaraf” olmaktan kurtuldular. Hatta Mahçupyan, hak yolunu tutuşunun üstünden daha bir yıl geçmeden mükafatını almış; Başbakan danışmanı olmuştur. Mahçupyan’a göre yaşadığı ani yükselişin nedeni siyasi değildir; iyi ve düzgün gazetecilik yapmasının ödülünü almıştır.[29] Erdoğan, bir zamandır tekrarladığı desturu Cemaat operasyonunun başladığı günün ertesinde, 15 Aralık 2014’te de tekrarladı: “Bitaraf olan bertaraf olur. Onun için tarafınızı çok iyi belirlemeniz lazım”.[30] Esasen bu bir çağrıdır; bu, eski safları terk etmek ve AKP’nin kutlu yürüyüşüne katılmak için bir davettir. Öte yandan bu, bütün Cemaat mensuplarına ya da sempatizanlarına değil; devletin ve sivil toplumun kilit kurumlarında bulunan cemaatçilere yapılan bir davettir. Bu kilit pozisyonları tutanların saf değiştirmesi ile devlet kurumlarını ve kadrolarını parçalamadan (bütün cemaatçileri devletten atmak gibi “sivil darbeye” denk gelecek bir işe girişmeden) yönetmek AKP için yeniden mümkün olabilir.
2.i) Üçüncü Tarafın Tarafsızlığının Taraflılığı
Muktedir Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin, kendi bildiklerini yapmak uğruna muhakeme güçlerini kaybettikleri; kural tanımadıkları ve adli anlamda bütün denetleme mekanizmalarını devre dışı bıraktıkları bir dönemdeyiz. Bu döneme “istibdat dönemi”; Erdoğan’a da “III. Abdülhamid” denmemesi için önümüzdeki tek engel, devletin iktidar yapısına dair biçimsel unsurlardır. Bu müstebidin yönetimi altında hiç bir şey bizi şaşırtmıyor. Fethullah Gülen, 2000’de “yasadışı örgüt kurmak” suçundan yargılanmaya başlandı ve Mart 2007’de beraat etti; bu karar Haziran 2008’de Yargıtay tarafından onaylandı. Yani AKP, bugün terör örgütü kurmakla suçladığı Gülen’in terör örgütü kurmadığını altı yıl önce yargıya tasdik ettirdi. AKP iktidardayken kapatılmaya çalışıldı ve laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu kabul edilmesine rağmen laik devleti yönetmesine izin verildi. Bir Genelkurmay Başkanı terör örgütü yönetmekten yargılandı ve ceza aldı. Devletin istihbarat teşkilatının tırlarla, Adana-Reyhanlı’yı bombalayarak 41 vatandaşı öldüren IŞİD’e silah taşıdığı ortaya çıktı. Türkiye sınırında üç kantonluk Kürdistan kuruldu. ODTÜ ormanı arazisine Ankara belediye başkanı otoban yaptı. Affedersiniz bir Ermeni, Başbakan danışmanı oldu. Türkiye’nin en büyük futbol taraftar gruplarından biri giydikleri pijama ve terliklerle “darbe yapmaya teşebbüs” suçuyla yargılanıyor. Türkiye’nin en çok tirajı olan gazetesinin yayın yönetmeni göz altına alındı. Zorunlu askerliğe getirilen bedelli muafiyeti sarpa sardı; ortaokul öğrencileri bile bedelli askerlik için para biriktirir oldu. Üniversite girişi sınavında matematik ve tarih derslerinin yanında din dersi sorularını yanıtlamak zorunlu kılındı. Amerika’yı Müslümanlar keşfetti. Diyanet İşleri Başkanı’na 330 bin TL’lik makam aracı alındı. İkinci Recep Tayyip Erdoğan iktidarından beri “dalga dalga” korkutulan toplumumuz yalama oldu; artık korkacak yeri kalmadı. Şaşırmıyor da. Güzel şeyler de oluyor tabii. Mesela, Katar ile ilişkilerimiz çok iyi.
Hal-i ahvalimizin zorluğu, hal-i ahvalimizi yorumlamamızı da zorlaştırıyor. Kamuoyu, vatandaşlar, halk, sivil toplum, vs…; yahut ne Cemaat üyesi ne de AKP’li olan çoğunluk, gelişmelerin aktörü ya da müdahili değiliz. Twiter ve istihbaratlarla siyasete ve gündeme müdahale etmenin kimin faydasına gelişeceğini kestiremiyoruz. Suçlayan devlet; suçlanan devlet; yakalayan devlet; serbest bırakan devlet. Kimin neye göre ne karar verdiğini ve vereceğini bilemiyoruz. Cemaat’in güçlenmesi AKP’yi yıpratır mı? Yoksa polis ve yargının Cemaat’le mücadelesi mi devlet iktidarını ve AKP’yi zor durumda bırakır? Bu soruların cevabını veremiyoruz. Konuyla ilgili bilmemiz istenenden ve bize medya aracılığıyla sunulandan başka malumatımız yok. Müdahili olmadığımız bu gelişmeler karşısında rahatsız edici olan ise kamuoyunun tarafsızlık ve adalet adına belli bir tarafı ve adalet anlayışını poh pohluyor olmasıdır.
Oya Baydar’ın dile getirdiği ancak operasyonla ilgili yorumların genelinde de görebileceğimiz bir izahat var: “Şimdi, Tayyip Erdoğan öncülüğündeki AKP korosu son 10-15 yılın cinayetlerini, suikastlarını, faili meçhullerini, sahteciliklerini, hukuksuzluklarını, ne kadar melanet varsa, ne kadar mağduriyet varsa tümünü paralel yapı adını verdikleri Cemaat’e yüklüyor. Tümünde sonuna kadar birlikte, ortak, iç içe, kol kola olduklarını bilmiyormuşuz gibi…”.[31] Bu izahat, Cemaat’e yapılan operasyonun hakkaniyet ve adalet ile bağdaşmadığının izahatıdır. Mantığın kabul etmediği nokta ise şu: Madem Cemaat’in suç ortaklarından biri olduğunu biliyoruz, o halde bahsi geçen cinayetlerin, suikastların, faili meçhullerin, sahteciliklerin; değil AKP’nin, hiç kimsenin Cemaat’e yüklemesine gerek kalmadan bunların Cemaat’in de cürümleri olduğunu zaten biliyoruz demektir. Bir adamı iki kişi öldürmüş. Polis birini yakalamış. Hâkim; “suçu iki kişi işlemiştir; birini cezalandırırsak bu adil olmaz” gerekçesiyle katili serbest bırakmış. Yukarıda Baydar’ın örneklendirdiği izahat, farazi cinayet örneğinde hâkimin gerekçesiyle aynıdır.
Baydar suçlulardan birinin suçlanarak adaletin sağlanamayacağını savunuyor. Zira adalet sadece ve sadece küllidir; cüzi adalet, adalet değildir. Günün birinde ne zaman ki hem AKP hem de Cemaat birlikte yargılanır; ancak o zaman bu yargılama adil olur. Yine, AKP ve Cemaat’in suç ortakları olduğunu belirten Özgür Mumcu’ya göre ise: “Adalet arzusu ilkel temellere oturtulursa işin niteliği değişir. Adaletin değil intikamın peşine düşülür. Böyle bir davranış, amacı adalet falan değil gayet hesaplı siyasi bir intikam ve tahakküm olan iktidarın yörüngesine girmek haricinde bir netice de doğurmaz.”[32] Burada da görüyoruz ki adalet; tüm siyasi ve toplumsal çıkar bağlantılarını yitirip, sadece ve sadece kendisi için; adaleti sağlamak için, girişilen bir eylem olursa gerçekleşir. Kendisinden başka bir doğru kabul edilir ve diyelim ki cezalandırma mantığı ile hareket edilirse, gerçek adalete ulaşılamaz. İşte kamuoyu ancak bu külli ve saf yargılamayı savunmalı; diğer aldatmaca yargılamalara kanmamalıdır. Bu ne kadar da yüce ve rasyonel bir adalet anlayışıdır! Mamafih, böylesi bir adalet Sokrates’in yetiştirdiği ve toplum önünde savunduğu öğrencilerinden ayrı, öğrencileri gerekçesiyle tek başına ölüme gittiği; Zahide Akgül’ü töreye uymadığı için öldüren babasının; töreyi geliştiren, onaylayan, destekleyen mahalle halkından ayrı suçlandığı ve yargılandığı; Gaziantep’te baklava çalan çocukların, yoksulluğu besleyen hükümetten ayrı cezalandırıldığı günden beri; hülasa, maddi dünya tarihinde mevcut değildir.
Mesele yine de bu değil. Yorumcular “biz olması gerekeni söylüyoruz” diyebilirler. Olması gerekenler hakkında görüş bildirmek herkesin hakkıdır. Mesele, külli ve saf adalet anlayışı karşısında cüzi ve siyasi adaletin yerildiği bu tutumun, hiçbir tercihte bulunmayan ilkesel, rasyonel bir tavır olarak sunulmasıdır. Külli ve saf adalet adına kamuoyunun suç işlediğini bildiği, hatta suç işlediğine gözleriyle şahit olduğu Cemaat üyelerinin serbest kalmaları gerektiği doğrultusunda görüş bildirmek, AKP ve Cemaat’in her ikisine de mesafeli ve tarafsız kalmak olurken; cüzi ve siyasi adaleti savunmak AKP’nin tarafını tutmak, “iktidarın yörüngesine girmek” ve “intikam peşinde koşmak” oluyor. Böylece tarafsızlık ve adalet adına, kamuoyunun elinden önce “yesinler birbirlerini” deyip neredeyse hiç anlamadığı gelişmeler karşısında sessiz ve tepkisiz kalma hakkı alınıyor; ardından belli bir tercih savunuluyor. Kamuoyu olarak yeteri kadar bilgi sahibi olmadığımızı; devlet içinde neler olup bittiğini bilmediğimizi; operasyonun her iki tarafının da ellerinin aynı derecede kirli, bir şey söylemek için erken ve de gelişmelerin nasıl neticeleneceğinin müphem olduğunu belirten yorumcular, ardından bir adaleti diğerine tercih ederek belli bir siyasete bal gibi hizmet ediyorlar. Bu ulvi tarafsızlığın en acınası halini ise basın özgürlüğü tartışmasında görmek mümkün.
2.ii) Yeter ki basın özgürlüğü eksilmesin penceremden…
14 Aralık operasyonu Cemaat’in örgütlendiği yurtları, okulları ya da devlet kurumlarını değil, tali araçları olan medya aygıtlarını (bilhassa Zaman Gazetesi’ni) hedef aldığı için, kamuoyunda operasyonla ilgili tartışmaların merkezinde “basın özgürlüğü” kavramı yer aldı. Mesela Murat Yetkin, basın özgürlüğüne karşı girişilen her hamleye kime ve hangi kılıkta yapıldığına bakılmaksızın karşı olmak gerektiği kanaatinde.[33] Çiğdem Toker ise şöyle diyor: “Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’nın, vaktiyle “Onlar gazeteci oldukları için tutuklanmadı” diyerek meslektaşlarımız Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutuklanmasına verdiği iç acıtıcı destek, bugün kendisine yönelik uygulamanın hukuksuz olduğunu söylememize engel değil.”[34] Ardından devam ediyor: “Eğer tercihimizi, her koşulda ve herkes için hukuk, adalet ve basın özgürlüğünden yana kullanmazsak, asıl o zaman iktidarın hukuku araçsallaştıran anlayışına ve “rövanşizm” tuzağına yenik düşmüş oluruz.[35] Benzer bir görüşü birçok yerde olduğu gibi Mumcu’nun yazısında da bulmak mümkün. Mumcu, “cemaatin berbat siciline rağmen” yaşananlar için “oh olsun” denemeyeceğini söylüyor: “İntikam değil adalet. İnsan haklarına dayanan bir hukuk devleti hedefi… Bu temel ilkelerden kavganın taraflarının kirli geçmişleri nedeniyle feragat edilemez.”[36]
Bu ve benzeri yorumların arka planında bir kabul yatıyor. Bu kabul Zaman Gazetesi’nin Cemaat’in ve de bir zamanlar AKP’nin; istihbarat bilgileri, yorumlar ve yalan haberlerle toplumu manipüle ettikleri bir araç olduğunun; bu nedenle bahsi geçen gazeteye pek de “özgür basın” denemeyeceğinin kabulüdür. Sorun, bu kabulden sonra; bu kabulü takip eden “ama yine de…” ikinci ek cümlesi ile başlıyor. Yorumlara bakarak; Zaman Gazetesi, Cemaat ve AKP ile ilgili gerçekleri kabul edip, daha sonra kamuoyunun neden “oh olsun” ya da “benim davam değil” diyemeyeceğinin altını çizelim: Kutsal hukuk devleti ve basın özgürlüğü adına! Durumu netleştirelim: Zaman Gazetesi’nin “özgür basın” olmadığını bile bile, Zaman Gazetesi’ni hukuk devleti ve basın özgürlüğü adına savunmalıyız.
Peki kamuoyunun hukuk devletini, hukuku ve özgürlükleri çiğneyen bu manipülasyon aygıtını hukuk devleti, hukuk ve özgürlükler adına savunma zaruriyeti nereden geliyordu acaba? Başka bir soru soralım: Cemaat gibi ne olduğunun, ne yaptığının bilincinde ve taleplerini kendi dile getirebilen bir irade hukuk devletini, hukuku ve özgürlükleri yıllar boyu çiğnediği için bir öz eleştiri vermez ve kamuoyunu desteğe, birlikte harekete çağırmazken; kamuoyunun kendiliğinden Cemaat iradesini hukuk devleti, hukuk ve özgürlükler adına savunmaya geçmesinin sebebi nedir? Son soru: Zaman Gazetesi’nde temsil edilen Cemaat iradesi hukuk devletini, hukuku ve özgürlükleri yıllar boyu reddedebilmişken, bu reddin mağdurları olan kamuoyu neden aynı şeyi bir kereliğine yapıp hukuk devletini, hukuku ve özgürlükleri reddetmemeliydi? Yahut, Zaman Gazetesi’nin “özgür basın” olmadığını biliyorsak, neden bilgimiz, bilincimiz doğrultusunda davranmamalıydık? Neden bilgimizi, bilincimizi çiğnemeliydik? Bilgimizi, bilincimizi reddetmeye bizi çağıran nedir? Burjuva liberal ahlakı.
Bu, öyle bir ahlak ki, cümlenin birinci kısmında aklı ve hafızası yardımıyla ortaya serip döktüğü gerçekleri, ikinci kısmında vicdani değerleri ile bir çırpıda yok sayabiliyor. O kadar ki kendi gazeteleri kapalı, kendi düşünceleri sansürlü, kendi basın özgürlüğü yasaklı, kendi elleri kelepçeli ve kendi beyni mahkum olmasına rağmen o yüksek ve hür vicdanı ile kendi cellatlarının basın özgürlüğünü savunabiliyor. “Yesinler birbirlerini” demeyi apolitik; “eden bulur” demeyi rövanşist bulan bu burjuva liberal ahlak, devletin ve İslamcı Cemaat’in toplumu manipülasyon aygıtını “hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü” gibi kendisi için hiç gerçekleşmeyen ideallerle savunmayı “tek doğru siyasi duruş” addediyor. Kendi celladının özgürlüğü ile yüzleştiği bu son derece zor durumda dahi her şeye gözünü kapatıp (her şeye rağmen…) ideallerine bağlı kalan ahlakçı, hep birlikte içinden geçtiğimiz burjuva liberal tedrisatın ne derece başarılı olduğunun da örneğidir. Bu burjuva liberal ahlakçının önce, Cemaat’in gazetecilerini gözaltına aldılar diye yanaklarını ıslatan göz yaşlarını silmek ve sonra da dersini iyi çalıştığı ve öğrendiği için alnından öpmek gerekir. Teselli de verelim: Korkma yavrum, bir şey olmaz; salarlar.[37]
Burjuva liberalizm yüzyıllar boyunca hukuki normların siyaseti bağladığı, ona üstün olduğu, devletteki en yüce değerin hukuki normlar olduğu düşüncesini geliştirdi ve öğretti. Günümüzde bu hukuki normlar devlete yerleşmiş siyasetleri (hem AKP’yi hem Cemaat’i hem de Asker’i) ne bağlıyor ne onlara üstün; ne de devletteki en yüce değer. İslamcı siyaset, İslami değerleri topluma ve devlete dayatan hukuk normları getiriyor ya da mevcut hukuk sistemini İslami değerlere hizmet edecek şekilde işletiyor. Militarist siyaset, askerin değerlerini topluma ve devlete dayatan hukuk normları getiriyor ya da mevcut hukuk sistemini militarizme hizmet edecek şekilde çalıştırıyor. Araçsallaşan hukuk vasıtasıyla devlet, toplumdaki tüm diğer siyasetleri şiddet aygıtlarını kullanarak tahakkümü altına almış durumda ve “hukukun üstünlüğü” toplumu, devletin elinden kurtarmaktan aciz kalıyor. Bugün devletin dışında kalanlar için akıl ve siyasi çıkarları, devlet ve toplumun son kalıntısına, son zerresine kadar AKP yahut Cemaat gibi hukuk tanımaz, özgürlüklere saygısı olmayan, anti-demokratik ve baskıcı örgütlerden temizlenmesini buyuruyor. Ancak burjuva liberal hukuk öğretisi o kadar yerleşmiş ki; kamuoyu gözüyle gördüğünü, aklıyla kabul ettiğini bir türlü diline ve siyasetine yansıtamıyor; hukukun üstünlüğü öğretisi siyasete galebe çalıyor; hukuk ve özgürlükleri tanımayan Zaman Gazetesi’ni hukuk ve özgürlükler adına savunmak, gazetenin yıllarca kandırdığı ve mağdur ettiği kamuoyuna kalıyor. Bu, büyük bir dram olsa gerek.
3) Sonuç
Devlet içinde AKP ve Cemaat arasındaki mücadele, devletin iki sahibi arasındaki bir mücadeledir. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bu mücadele, Kürt sorunu üzerinde odaklanan iki farklı devlet aklından kaynaklanıyor. Cemaat, 1980 askeri darbesi sonrası devlete yerleştirilen Türk-İslam senteziyle devlet yapısı ve işleyişinde status quo’nun temsilcisiyken, AKP Kürt–Türk-İslam senteziyle, yenilenen sentezin devlet yapısı ve işleyişinde getireceği reformların (başkanlık sistemi ve yeni anayasa gibi) savunucusudur. Cemaat’i “AKP’nin iktidara ulaşmak ve iktidarda kalmak için yıllarca kullandığı ve şimdi de başından atmak istediği bir ağ” olarak görmek, basit bir yorumdur. Cemaat, 35 yıldır devlet kadrolarını besleyen ve kendisi de devletten beslenen bir yapıdır. O kadar ki 1980 sonrasında yeniden yapılanan devlet aklının ve ideolojisinin taşıyıcısı olmuştur. Bu nedenle Cemaat’le mücadeleyi, AKP’nin devletin yapısı ve işleyişinde reform isteğiyle birlikte düşünmek uygun olur.
Gel gelelim 14 Aralık 2014’de yaşananlar, Cemaat gibi bir yapıya operasyon yapmanın çok uzağındadır. Cemaatin örgütlendiği devlet kurumları, öğrenci yurtları ve vakıflar dururken, ilk hedefin gazete ve televizyon kanalı olması, operasyonun ciddiyetiyle ilgili soru işaretleri doğurmaktadır. Bu durum, operasyonun amacının Cemaat’e darbe indirmekten ziyade güç gösterisinde bulunmak, önemli konumlarda yer alan Cemaat mensuplarına taraflarını, saf değiştirmeleri için hem gözdağı hem de fırsat vermek olduğu söylenebilir.
Öte yandan, Cemaat ve AKP arasındaki mücadele; adalet, hukukun üstünlüğü, hak ve özgürlükler gibi ilkeler üzerinden ilerlemektedir. Toplumun neredeyse iman ile bağlı olduğu bu ilkeler, bu siyasi mücadelenin; bu çıkar savaşının araçlarına dönüşmektedir. Dönüştükçe de tekrar tekrar üzerlerinde şüphe oluşmakta; tekrar tekrar sorgulanmaları gerekmektedir. Bu sorgulamada toplumsal hafızamız ve bilgimiz, topluma karşı işledikleri suçlar çerçevesinde Cemaat ve AKP’nin birbirlerinden ayrıştırılamayacağını; birinin diğerine tercih edilemeyeceğini ve ikisinin suç ortağı olduklarını söylüyor. Buna rağmen operasyon sonrasında yapılan çoğu yorum, basın özgürlüğünün savunulmasını isterken, aynı zamanda toplumu Cemaat’in özgürlüklerini de savunmaya çağırıyor. Ancak iki tarafın da suçlu olduğunun kabul edildiği bir durumda, özgürlükleri ve hukuku ihlal eden suçlulardan birini, özgürlükler ve hukuk adına savunmak topluma dayatılamaz. Toplum, kendini yıllarca kandırdığını bile bile kimseyi bu ilkeler adına savunmak zorunda bırakılamaz. Bu dayatmanın (özgürlükler ideali hariç) hiçbir somut, elle tutulur gerekçesi yoktur. Burjuva liberalizmin getirdiği hukuk anlayışını ve hukukun üstünlüğü ilkesini savunmak dışında başka siyasi alternatiflerin ve argümanların varlığı, toplumun önüne öneri olarak sunulabilmeli; burjuva liberal hukuk anlayışını “bilâ kayd-u şart” savunma zorunluluğu getirilerek bu tartışma ve alternatiflerin önü kapatılmamalıdır.
[1] Ekrem Dumanlı, “Paniğe ve öfkeye gerek yok hukukî süreç işliyor”, 7 Mart 2011, Zaman, www.zaman.com.tr
[2] Bu olimpiyatlarla ilgili “hatıra para” basıldığını hatırlatmakla yetinelim.
[3] Yavuz, Hakan (2003). Islamic Political Identity in Turkey. New York: Oxford University Press, s.198
[4] Turam, Berna (2007). Between Islam and State: The Politics of Engagement. California: Stanford University Press, s. 51
[5] Yavuz, 2003, s. 190
[6] Balcı, Bayram (2003). “Fethullah Gülen‟s Missionary Schools in Central Asia and their Role in the Spreading of Turkism and Islam” içinde Religion, State & Society, Cilt 31, Sayı 2, s. 154
[7] Fethullah Gülen’in Bamteli konuşması için bakınız www.youtube.com/watch?v=Z–9rH5_N7g
[8] Ayata, Sencer (1993). “The Rise of Islamic Fundamentalism and Its Institutional Framework” içinde The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey. Eralp, Atilla; Tunay, Muharrem; Yeşilada, Birol (edt). Westport, Connecticut: Praeger, s. 55
[9] Fethullah Gülen’in Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonu’na yapılan operasyon sonrası yaptığı ilk Bamteli konuşması için bakınız www.youtube.com/watch?v=Z–9rH5_N7g
[10] Turam, 2007, s. 89 ve ss:103-105
[11] Turam, 2007, s. 86
[12] Turam, 2007, s. 84
[13] Fethullah Gülen imamdır; yani devlet memurudur.
[14] “Zemberek boşaldı, balayı bitti”, 8 Oak 2014, Taraf, www.taraf.com.tr
[15] Cemil Bayık’ın söyleşisi, “Yaz boyu direniş olacak”, 3 Mayıs 2012, Fırat News, www.ajansafirat.com ; Murat Karayılan söyleşisi, “Karar almamız kolay değil”, 6 Mart 2013, Fırat News, www.ajansafirat.com. Karayılan bu söyleşisinde “paralel devlet” adlandırmasını Abdullah Öcalan’ın, çözüm sürecinde barışı istemeyenleri işaret ederek yaptığını aktarıyor.
[16] Kavramın gündelik hayatta nasıl kullanıldığıyla ilgili Hamit Geylani gibi tecrübeli bir siyasetçinin yazısına bakılabilir: “Gever’de paralel devlet terörü ve Mam û Birazî”, 14 Aralık 2013, Yüksekova Haber, www.yüksekovahaber.com
[17] “Cumhurbaşkanı olursam Allah Erdoğan’a yardım etsin”, 15 Temmuz 2014, T24, www.t24.com.tr
[18] Mehmet Altan, “İktidar ‘çıldırma operasyonu’yla AB ile iplerini koparttı, rotayı Ortadoğu’ya çevirdi”, 15 Aralık 2014, T24, www.t24.com.tr
[19] “AB bizi alır mı almaz mı diye derdimiz yok”, 15 Aralık 2014, www.dunya.com.tr
[20] Emre Deveci, “AKP neyin intikamını alıyor?”, 14 Aralık 2014, www.ilerihaber.org
[21] Ahmet Şık “ ‘Uzun bıçaklar’ operasyonu”, 15 Aralık 2014, Cumhuriyet, www.cumhuriyet.com.tr
[22] “Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca hakkındaki karar açıklandı”, 19 Aralık 2014, Bugün, www.bugun.com.tr
[23] Can Dündar, “Erdoğan’ın Önlenebilir Tırmanışı, 16 Aralık 2014, Cumhuriyet, www.cumhuriyet.com.tr
[24] Abdülkadir Selvi, “Tek kelime ile yanlış”, 15 Aralık 2014, Yeni Şafak, www.yenisafak.com.tr
[25] Deveci, “AKP neyin intikamını alıyor?”
[26] Mehmet Altan, “İktidar ‘çıldırma operasyonu’yla AB ile iplerini koparttı, rotayı Ortadoğu’ya çevirdi”
[27] “Aktif-Sen Öğretmenlerle Dalga mı Geçiyor?”, 25 Kasım 2013, www.kamudanhaber.com
[28] Sadece eğitim işkolunda bir memur sendikası değil, 2014 yılının ilk aylarında bütün emek alanına yönelik olarak iki konfederasyon altında her işkolunda memur ve işçi sendikaları kurulmuştur: Memur sendikaları ve çatı örgütü Cihan Sendikalar Konfederasyonu ile işçi sendikaları ve çatı örgütü Aksiyon İş Konfederasyonu.
[29] Etyen Mahçupyan söyleşisi, “Laik-sünni kesimde problem aynı: Aydınlar düzeysiz”, 15 Aralık 2014, Hürriyet, www.hurriyet.com.tr
[30] “Erdoğan’dan özgür basını savunanlara tehdit: Bitaraf olan bertaraf olur”, 15 Aralık 2014, Zaman, www.zaman.com.tr
[31] Oya Baydar, “AKP iktidarı Ergenekon’la kucaklaşırken”, 18 Aralık 2014, T24, www.t24.com.tr
[32] Özgür Mumcu, “İktidarın Av Mevsimi”, 15 Aralık 2014, Cumhuriyet, www.cumhuriyet.com.tr
[33] Murat Yetkin, “Zaman’a operasyon AKP’nin dönüm noktası olacak”, 15 Aralık 2014,www.radikal.com.tr
[34] Çiğdem Toker, “Hukuku ve Gazeteciliği Savunuyoruz”, 15 Aralık 2014, Cumhuriyet, www.cumhuriyet.com.tr
[35] Çiğdem Toker, “Hukuku ve Gazeteciliği Savunuyoruz”
[36] Özgür Mumcu, “İktidarın Av Mevsimi”
[37] 19 Aralık 2014’de Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı ve 7 kişi serbest bırakıldı; Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ve diğer 3 kişi tutuklandı.