“II. Cumhuriyet”çi liberallerin çöküşünün arkasında bıraktığı boşlukta, “yeni cumhuriyet”çi, “radikal demokrat” söylem yükselmektedir. Bu tarz “karşı hegemonya” projesinde sınıf çatışması yoktur, Marksizmin özünü oluşturan yönetici ve dönüştürücü özne proletarya iptal edilmiştir 12 Eylül 1980 sonrası sivil toplumculuğun arayıp da bulamayacağı bir ortamdır. Devrimci hareketin yenilgisiyle meydan liberallere kalmıştır. Toplum “darbelerle hesaplaşma”, “ceberrut devlete karşı demokrasi […]
“II. Cumhuriyet”çi liberallerin çöküşünün arkasında bıraktığı boşlukta, “yeni cumhuriyet”çi, “radikal demokrat” söylem yükselmektedir. Bu tarz “karşı hegemonya” projesinde sınıf çatışması yoktur, Marksizmin özünü oluşturan yönetici ve dönüştürücü özne proletarya iptal edilmiştir
12 Eylül 1980 sonrası sivil toplumculuğun arayıp da bulamayacağı bir ortamdır. Devrimci hareketin yenilgisiyle meydan liberallere kalmıştır. Toplum “darbelerle hesaplaşma”, “ceberrut devlete karşı demokrasi mücadelesi”, “otoriterliğe karşı özgürlük” söylemi karşısında duyarlıdır. “Askeri vesayet” ve darbe karşıtlığı her zeminde tüketici bulmaktadır. Militarizm, otoriterlik, milliyetçilik eleştirileri üzerinden, düzen değişmeden de özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum kurulabileceği yanılsaması yaratılabilmektedir.
Sivil toplumculuğun başını çeken sol geçmişe sahip entelektüeller egemen ideolojinin yeniden üretimine bu süreçte eklemlendiler ve AKP hegemonyasının ideolojik inşasına önemli katkılarda bulundular. Ancak Haziran İsyanı’yladır ki, Erdoğan-Fethullah-liberal bloku parçalandı ve İslamcı muhafazakâr iktidarın siyaseti demokratlaştırdığı ve sivil toplumun yolunu açtığı yalanını gözler önüne serildi.
Sivil toplumculuk bu ülkede hiçbir zaman sol liberaller ve İslamcı yazarlarla sınırlı kalmadı. Kervanda resmi-gayriresmi kuruluşlar, kapitalistler, burjuva politikacılar, sendika bürokratları da vardı. Hatta kimi sosyalist gruplar, Kürt özgürlük hareketi, sol entelektüel kümelenmeler ve bireyler daha düşük dozlarda bu akım içerisinde yer aldılar. Liberal virüs bulaşıcıydı ve sınır tanımıyordu. Marksizm-Leninizmin Batı solu ve akademik Marksizm, devrimciliğin reformculuk, politik-askeri mücadelenin ideolojik-kültürel etkinlik, yasa dışılığın yasallık, profesyonel devrimciliğin aktivistlik karşısındaki gerilemesinin arka planında bu vardır. “Zamanın ruhu”, 1980-1990 yenilgilerinden beri reformculuktan yana çalışmaktadır.
Gerçek demokrasi sosyalist demokrasidir
Şimdilerde yüksek sesle dile getirilen “yeni Cumhuriyet”, “Aydınlanma Devrimi”, “radikal demokrasi” anlatıları, bu süreçte ortaya çıkmışlardır. Yönetici sınıfın hegemonyasına eklemlenmiş eski liberal sivil toplumculuk iflas edince, arkasında bıraktığı boşluk silahlı-silahsız yeni sivil toplumcular tarafından doldurulmaktadır.
“Yeni Cumhuriyet”, “Aydınlanma Devrimi”, “radikal demokrasi”, “demokratik özerklik” tezleri etrafında kutuplaşan Türkiye ve Kuzey Kürdistan eksenli demokrat hareketlerin, ulusal yönelimleri, güçleri ve bağlaşıkları, radikallikleri kuşkusuz birbirlerinden farklıdır, fakat içinde yer aldıkları kare aynıdır.
“Yeni Cumhuriyet” tezi, AKP gericiliğinin “I. Cumhuriyet”i yıktığı, fakat denildiği gibi yerine “II. Cumhuriyet”i değil 1923 Cumhuriyeti öncesi monarşiyle aynı karakterde yeni Osmanlıcı bir saltanat kurduğu savına dayanır. Cumhuriyetin kazanımlarını savunma ve Aydınlanmacı birikime yaslanarak yeni bir cumhuriyet kurma görevinin sosyalistlere ihale edilmesinin gerekçesi budur. Hâlihazırda Türkiye’de monarşinin yürürlükte olduğu veya “yeni Orta Çağ”a girildiği söylenerek emek-sermaye çelişkisi ve tekelci sermaye egemenliği gözardı edilmekte ve bir asır öncesinin burjuva demokratik devrimi tamamlama söylemine geri dönülmektedir. Üstelik referansı da sağlamdır: Marx ve (1905 koşullarında) Lenin’in feodal monarşilere karşı attığı asgari programı kapsayan “cumhuriyet” sloganı.
Tarihsel gerekçelendirmesiyse şöyledir: Dinselleşme, 1950’de DP iktidarının Kemalist Devrim’e ihanetiyle başladı. Restorasyon hareketi başlatan burjuvazi, içte emek hareketine ve laik-aydınlanma değerlerine saldırırken, dışta emperyalizme teslim oldu. AKP hegemonyası, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin ana halkasını laikliğin oluşturduğu yeni bir aşamadır. Bugünkü koşullarda halk sınıfları ile iktidar bloku ve arkasındaki emperyalizm arasındaki kutuplaşma, laiklik-dinselleşme kutuplaşması üzerinden okunmalıdır.
İktidar olunmadan köklü dönüşüm sağlanamaz
Yukarıda özetlediklerimizle, Kuzey Kürdistan merkezli “demokratik özerklik”, “radikal demokrasi” veya “demokratik cumhuriyet” projesi arasında temelli bir fark yoktur. İkisinin de hâlihazırdaki burjuva iktidarı alaşağı etmek ve mevcut devlet mekanizmasının yerine ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci iktidarını kurmak gibi bir dertleri bulunmuyor. İkisi de kapitalizme dokunmadan, iktidar olmadan dünyayı değiştirebilecekleri inancındadırlar.
Oysa ne “demokratik özerklik” Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesini sağlar. Ne de “radikal demokrasi” Kürdistan halkına gerçek demokrasiyi getirir. Devletin bütünlüğü çerçevesini aşmayan, en azından boşanma hakkı içermeyen bir demokratik özerklik, Kürt ulusu üzerindeki baskıyı sona erdirmez. Kürt hareketinin önderleri bunu herkesten daha iyi görebilecek konumdadırlar. Yerel yönetimler eliyle oluşturulacak özyönetim geçmişe göre belki bir ilerleme sağlayabilecektir, fakat bu merkezi iktidarın tasallutunu önlemeye yetmeyecektir.
Negri, Hardt, Laclau, Mouffe ve Murray Bookchin’in post-Marksist görüşleri harmanlanarak oluşturulmuş “radikal demokrasi”, etiketindeki ve PKK isminin çağrıştırdığı kadar radikal değildir. Mouffe’un, modernitenin demokrasi projesini derinleştirerek sürdürmeyi, yani burjuva demokratik kurumları radikal yönde dönüştürmeyi önerdiğini herkes bilir. Ona göre burjuva demokrasisinin alternatifi sosyalist demokrasi değil, bizzat kendisidir. Yani yeniden yana değil, eskiden yanadır. Çünkü sistemin ve devletin zora dayanan devrim yoluyla tasfiye edilmesi ve yerine yeni bir siyasal-sosyal sistem inşa edilmesi projesinin tutmadığı, bunun yeni gelişmeler tarafından eskitildiği iddia edilmektedir. Çoğulcu, özgürlükçü yapının yeni toplumsal özneler, yani cinsel kimlikler, ulusal azınlıklar, dini cemaatler, çevreci gruplar (vs.) eliyle bugünden kurulabileceğine inanılıyor.
Gramsci ve hegemonya
Marksist literatüre Rus devrimci hareketiyle giren hegemonya kavramı, Antik Yunan’da birey, grup ya da devletin başkaları üzerindeki yönlendiriciliği, baskınlığı demeye geliyordu. Bolşevikler bu kavramı proletaryanın müttefikleriyle ilişkilerini ifade etmekte kullandılar. Fakat bu, Gramsci ve sonrasında farklı mecralara çekildi. Euro-Komünist, sol liberal, akademik kesimler ilk kullanımının tersi bir yönde ilerlediler.
Hegemonya kavramının Çarlık Rusya’sındaki bağlamı, proletaryanın yarı feodal rejime karşı demokratik devrim ve sosyalizm mücadelesiydi. Bolşevikler bu kavramı işçi sınıfının hem önde yürümesi, hem köylülükle ittifak kurması, hem de geniş anlamda tüm ezilenleri ve sömürülenleri devlete karşı seferber etmesi gerektiğini anlatmak için kullanıyorlardı. İktidar mücadelesinde birlikte yürünmesi ve yönetilmesi gereken dost sınıflarla ilgisi dolayısıyla stratejik (taktiksel değil) bir boyutu vardı. Elbette strateji değişince ittifakın koşulları ve içeriği, yani hegemonyanın bağlamı da değişecekti. Zor yerine iknayı, ideolojik ve politik çalışmayı esas aldığı için önderlik sanatı bakımından metodolojik bir öneme sahipti.
Gramsci, ağırlığı ideolojik-kültürel yöne ve burjuvazinin hegemonyasını kurması noktasına kaydırarak bunun alanını daha da genişletti. Ne var ki sivil toplum/siyasi toplum ayrımına dayanan devlet analizinde olsun, altyapı/üstyapı ilişkilerini ele alışında olsun bazı kaymalar görülmektedir. Mesela ideolojik hegemonyanın politik devrimden önce mümkün olabileceği fikri kapıyı reformizme açık bırakır. Bununla birlikte, Gramsci’nin hapishane ve yenilgi koşullarında devrimci niyetlerle yaptığı çözümlemeleri çömezlerinden farklı ele alınmalıdır. Görüşleri asıl ölümünden sonra çığırından çıkarılmıştır. Batı toplumları için yaptığı sivil toplum analizi, önce “Avro Komünizm”, sonra post-Marksistler tarafından sosyalizmi kapitalizmin sınırları içine çeken ve “tarihsel uzlaşma”yı esas alan bir yoruma tabi tutulmuştur. Sosyalizmin sivil toplum kurumlarının dönüştürülmesi ve ideolojik-kültürel hegemonyanın genişletilmesi yoluyla burjuvazinin egemenliği altında da kurulabileceği noktasına vardırılarak Gramsci tahrif edilmiştir.
“Yeni Cumhuriyet” ve “demokratik konfederalizm” anlatıları
Bu mirastan yararlanılarak oluşturulmuş yeni Cumhuriyetçi “karşı hegemonya” projesi tipik bir örnektir. Bu projede potansiyel özneler ya da bu projeye dâhil edilebilecek “toplumsal kesimler” şöyle sıralanıyor: Cumhuriyetçiler, sekülerler, Aleviler, Kürt özgürlük hareketi, emekçiler, sosyalistler/solcular. Bunlar nasıl bir araya getirilebilecek? Piyasacılığa karşı kamuculuk, hilafet özlemine ve dinselleşmeye karşı laiklik ve aydınlanma, saltanat özlemine karşı halk demokrasisi, ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık, savaşa karşı barış, otoriterleşmeye karşı özgürlük savunusuyla ve bu fikirler birbirlerine teyellenerek…
Bu, Laclau-Mouffe ikilisinin söylemin ‘eklemlenme’ ve ‘dikişleme/teğelleme yoluyla oluşturacağı geçici bütünlük diye tanımladıkları radikal demokrat projenin ta kendisidir. Burada “yeni” olan, evrensel radikal demokrat projenin (hegemonik eklemlenme), ulusalcı yönde bir revizyondan geçirilerek, Türkiye’nin temel çelişkisi farz edilen laiklik-irtica çatışmasına monte edilmesi, uyarlanmasıdır.
Marksizmin “hangi sınıflarla hangi sınıflara karşı ve hangi mücadele ve örgütlenme biçimleriyle” sorusunun yerini, “hangi toplumsal kesimlerle birlikte ve hangi söylemle” sorusu almaktadır. Böyle olunca görev “cumhuriyetçiler”i, “sekülerler”i, “Aleviler”i (vs.) ortak bir paydada eklemlemek olmaktadır. Ama ortada ne sınıf, ne sınıf mücadelesi, ne hegemonya kalıyor. Bu tarz “karşı hegemonya” projesinde sınıf çatışması yoktur, Marksizmin özünü oluşturan yönetici ve dönüştürücü özne proletarya iptal edilmiştir. Oysa bu, Leninist devrim teorisini her türlü oportünizmden ayırmaya yarayan bir mihenk taşıdır. Stalin, “proletarya hegemonyası, proletarya diktatörlüğünün embriyonudur” sözünü boşuna söylememiştir. Proletarya hegemonyası yoksa iktidar hedefi de, politik-sosyal devrim de yoktur.
Bunun daha gelişmişini, 1978’de Marksist söylemli bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kurulmuş PKK savunuyor. Kürt hareketi ilk dönemlerinde Marksist-Leninist klasiklerden etkileniyor, geçen yüzyılın antiemperyalist halk devrimlerinin askeri-politik örgütlenme ve mücadele deneyimlerini model alıyordu. Gerçek bir işçi sınıfı partisi değildi, ama adını öyle (Kürdistan İşçi Partisi) koymuştu. ARGK (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu), ERNK (Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi (vs.) adlandırmaları zamanın komünist partilerinin çizgilerinde mündemiçti. Yine ezilen ulus milliyetçiliği bakış açısına rağmen, “Bağımsız Birleşik Kürdistan” stratejisi ve gerilla savaşı radikal bir içerik taşıyordu.
Ulusal kurtuluşçu, devrimci-demokrat Kürt hareketi Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra sosyalizm ve antiemperyalizm söyleminden uzaklaşmıştır. Geçmiş sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri deneyimini eleştiren Kürt hareketi, 2000’li yıllarda post-Marksist Laclau, Mouffe ve Murray Bookchin gibilerinin fikirlerini harmanlayarak “radikal demokrasi” ve “konfederalizm” projelerine geçiş yapmıştır. Bu proje işçi sınıfının tarihsel rolünün bittiği, yerini etnik, cinsel, kültürel, dinsel kimliklerin, ekolojinin aldığı bir ideolojik çerçeveye dayanır.
Sonuç olarak, “II. Cumhuriyet”çi liberallerin çöküşünün arkasında bıraktığı boşlukta, “yeni cumhuriyet”çi, “radikal demokrat” söylem yükselmektedir. Devrimde proletarya hegemonyasının reddi hepsinin ortak görüşüdür.
Bütün bunlardan sonra politik ve sosyal bir devrime gereksinim duymayan, mevcut sistemin dönüştürülmesini yeterli bulan post-Marksist reçetelerin, gerçekte kapitalizme karşı değil, sosyalizme alternatif olarak getirildiğini görmek gerekir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.