“Yarab, bizi, Kuran okumaz Müminin, Marks okumaz Marksist’in, Nutuk okumaz Kemalist’in, Bakunin-Kropotkin sair yazını okumaz Anarşistin ve cümle google aliminin şerrinden koru yarab. Okuması yok yazması çok eleştirmenin gazabından sana sığınırım.” (Ali Ateş) Kurmak mı daha kolay, yoksa yıkmak mı? Her yakıp yıkma ediminden, yağma ve talan anlamı çıkarılabilir mi? Peki yıkımı, talandan ayıran şey […]
“Yarab, bizi, Kuran okumaz Müminin, Marks okumaz Marksist’in, Nutuk okumaz Kemalist’in, Bakunin-Kropotkin sair yazını okumaz Anarşistin ve cümle google aliminin şerrinden koru yarab. Okuması yok yazması çok eleştirmenin gazabından sana sığınırım.” (Ali Ateş)
Kurmak mı daha kolay, yoksa yıkmak mı? Her yakıp yıkma ediminden, yağma ve talan anlamı çıkarılabilir mi? Peki yıkımı, talandan ayıran şey nedir? Her talan bir yıkım, her yıkımsa bir talandır diyebilir miyiz? Bu sorulara cevap vermeden önce, yine bu bağlamda bir başka garabete işaret etmek gerekir. Yıllarca yağma ve talan düzenini savunmuş bir iktisat profesörünün, yaşadığımız bütün bu trajediyi yine yağma ve talan sözcükleriyle açıklayışı hangi aklın ürünü olabilir! Bu durumu, birincisi bilimin vulger yorumu ile ikincisi ise aklın, oligarşik sermayenin emrine amade edilmesiyle açıklarız.
Yağma ve talan
Yağma ve talan bağlamında bu yazıya konu olan şey de, Mehmet Altan’ın Geniş Ufuk sitesi ile 02.11.2014 tarihli yaptığı bir söyleşiydi. Söyleşi genel anlamıyla “Türkiye’nin iktisadi zihniyeti” üzerinedir. Tabi söyleşi güncel meselelerle de ilişkilendirilerek yapılıyor. Ağaç ve ormanların talanından, rüşvet, yolsuzluk, sistematik işçi kıyımına kadar her türlü konuya üstün körü değiniliyor. En sonunda bütün kötülüklerin bir müsebbibi aranıyor ve söyleşiyi yapan soruyor:
– Dinin/kültürün, bu iktisadî zihniyetin ortaya çıkmasında, sürmesinde veya ortadan kalkmasında bir etkisi var mıdır? Varsa açıklar mısınız?
Mehmet Altan cevap veriyor: “Hem dinin, hem kültürün iktisadi zihniyet ile çok yakından ilişkisi var, örneğin Protestanlık Kapitalizmin doğuşunda büyük bir rol oynadı. Müslümanlık ise dini yağmacılığın esası olarak kullanmak isteyenler tarafından alabildiğine sömürülüyor. Her türlü suç, haksızlık, sahtekarlık ‘kafire karşı savaşta’ mubah kabul ediliyor.” Tahmin etmek pek zor değil, şayet Mehmet Altan bu soruya 12 yıl önce cevap vermiş olsaydı içinde bulunduğumuz bu durumu, birinci cumhuriyet’le açıklayacaktı. Halihazırda birinci cumhuriyet de ortada olmadığından, daha yakın bir zamana kadar her durumu “milliyetçi yağma” ile açıklayan bilim adamımız, bu seferde “dinsel yağma” ile durumu açıklıyor. Hatta daha da ileri gidiyor, sorunun kökünü genlerde, daha da derinlerde arıyor! Devamında ise söyleşiyi yapan kişi, cevaptan pek tatmin olmamış olacak ki, yine aynı bağlamda bir başka soru soruyor:
– Potlaç kültürünün (yağma), siyasette/toplumda yaşadığı söylenebilir mi?
Mehmet Altan da “gördüğü her sakallıyı dedesi zanneden insan” türünden soruyu onaylıyor ve “Yağma bu toprakların resmi bir kültürüdür, toplumsal kaotik zamanlarda depreşmesi de bu eski genlerde aranmalı” cevabını veriyor. Böylece ortaya iki cahil çıkıyor.
Kençliyü
Doğrudur, cumhuriyetin ilk yıllarında sermayenin birikim biçiminde yağma ve talanın etkisi, özellikle de Ermeni ve Rum azınlıklar örneğinde karşımıza çıkar. Yalnız ne var ki, potlaç, gerek soruyu soranın gerekse Mehmet Altan’ın anladığı anlamda, bir yağma ve talan anlamına karşılık gelmiyor. Aksine tarihte yağma ve talan, bir armağan ve paylaşım kültürü olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Mehmet Altan’ın Türklerin genlerinde aradığı talanın karşılığı da kençliyü olarak biliniyor. Türk geleneğinde Kençliyü, han-ı yağma anlamına geliyor. Yağma ve talan, o yörenin önde gelen kişisinin iradi isteğiyle gerçekleşiyor. Öyle ki, bu geleneğin ilk zamanlarında ekonomik olarak durumu en iyi olan kişi, mallarının bütününü talan ettiriyor. Tabi zamanla yağmanın ölçüsü de değişmeye başlıyor. Daha önce mal ve mülkünün bütününü talan ettiren kişi, zamanla mallarının sadece bir kısmını talan ettirerek, bu geleneği devam ettiriyor. İnsanlar doyuncaya kadar yemek yiyor, içki içiyor, şölen havasında eğleniyorlar. Kuşkusuz Kençliyü yani han-ı yağma, paylaşmak kadar itibar/prestij kazanmak için de verilirdi. İlköğretim sıralarında öğrendiğimiz Toy’a, şölen denmesinin nedeni de budur.
Potlaç
Yağma ve talan, kimi kültürlerde farklı veçheleriyle, “yakıp yıkma” biçiminde de tezahür ediyor. Türklerdeki kençliyü geleneği, Kızılıderililer’de de bir dağıtım töreni yani potlaç olarak karşımıza çıkıyor. “Tarih Öncesinde Ticaret Ve Değiş Tokuş” kitabının yazarı İ.Banu Doğan ise, öncelikle potlaç’ın, bir dağıtım töreni olduğunu belirtiyor. Kençliyü töreninde yağma ve talan sözcükleri kullanılırken, Banu Doğan ise potlaçta “yakıp yıkma” sözcüklerini kullanıyor. Kitapta potlaça: Kuzey Amerika’daki Kwakiutl kültüründen açıklamalara yer veriliyor: “Kwakiult kültüründe potlaç bir yeniden dağıtım törenidir. Tören boyunca yenir, içilir ve armağanlar verilir; değerli kap kacak kırılır; balık yağı ev eşyası, dikiş makineleri hatta evler yakılır ve yıkılır… Şinok diliyle, bütün batı kıyısına yayılmıştır, hem ‘beslemek’, hem de ‘tüketmek’ anlamındadır.” Banu Doğan, potlaçtaki “yakıp yıkmanın” nedenini ise vurucu şu sözle açıklıyor: “Beslemek anlamını verilenlerin çoğunlukla yiyecek maddeleri oluşundan, tüketmek anlamı da bu armağanların zenginliği yok edişinden kaynaklanmaktadır.” Demek ki, yağma, talan, yakıp, yıkma edimi, zenginliğe karşı duyulan bir öfkeyi; insanlığın paylaşıma duyduğu bir özlemi ifade etmektedir.
Banu Doğan, potlaça dair ayrıca şu bilgileri de veriyor: “Potlaça çağrılan kimse büyük onur kazanır. Ancak her konuk, çağırıldığı her potlaç törenine karşılık bir yükümlülük altına girer. Potlaç vermemek çok onur kırıcı bir durum olarak görülür. Potlaça karşılık vermeyen yani potlacın altında onurunu kurtarmak için intihar bile edebilir. Potlaçta bir yarışma havası da vardır. Yarışmada üstün çıkmak amaçtır. Kim daha çok verirse daha çok onur kazanır…”
Devamında, potlaçtaki yakıp yıkmanın ve potlaçın ekonomik üç amacı sıralanıyor:
1) Yalnız belli bir köyde değil, tüm yöredeki üretimi bir yarışma havası içinde arttırmak,
2) Üretimin yetersiz, kararsız ve dengesiz olduğu dönemlerde bölge içinde yeniden ve zorunlu bir dağıtım yapmak,
3) Teknoloji ile nüfus arasında dengeli bir ilişki kurmak.
Özetle söylemek gerekirse; gerek Türklerde kençliyü, gerekse Kızılderililerdeki potlaç örneği eşitsizliği minimize etmek, paylaşımı ise sürekli kılmanın bir aracı olarak uygulanıyor. Mehmet Altan’ın genlerimizde aradığı talan ise, işte böyle bir talandır!
Sonuç olarak Mehmet Altan, insanlığın yaşamış olduğu bütün kötülüklerin kökünü illa bir gende arayacaksa, önce kendi genine bakmalı. M. Altan’ın genine baktığımızda bir süreklilik görürüz. Yıllarca devr-i talancıların yanında saf tutmuş Baba, “üstad Çetin Altan”dan, ağabeyi Ahmet Altan’a, (kendisi de dahil olmak üzere) bu aileye baktığımızda böylesi bir süreklilik vardır. Biz asıl talanı, bu zatın genlerine baktığımızda görüyoruz. Bir bilim adamı olarak onun talan gördüğü yerde paylaşım; paylaşım gördüğü yerde ise talan vardır. O ne söylerse bizim için tersi doğrudur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.