“Şunu unutma: Çöplerini biz topluyoruz, arabanı biz kullanıyoruz, telefonlarına biz bakıyoruz. Biz olmadan sen bir hiçsin!” Yanlış hatırlamıyorsam lise ikideyken sınıfta ‘Gelecekte sahip olabileceğiniz meslekler’ minvalinde bir anket yapılmıştı. Dil sınıfında okuduğumuz için anket de ağırlıklı olarak bu doğrultuda çoğu öğrenci için, yabancı dil öğretmenliği, turizm, mütercim tercümanlık gibi meslek gruplarıyla sonuçlanmıştı. Fakat tek bir […]
“Şunu unutma: Çöplerini biz topluyoruz, arabanı biz kullanıyoruz, telefonlarına biz bakıyoruz. Biz olmadan sen bir hiçsin!”
Yanlış hatırlamıyorsam lise ikideyken sınıfta ‘Gelecekte sahip olabileceğiniz meslekler’ minvalinde bir anket yapılmıştı. Dil sınıfında okuduğumuz için anket de ağırlıklı olarak bu doğrultuda çoğu öğrenci için, yabancı dil öğretmenliği, turizm, mütercim tercümanlık gibi meslek gruplarıyla sonuçlanmıştı. Fakat tek bir farkla: Benim cevaplandırdığım anket sorularına göre ileride TIR şoförü olacaktım! Evet, nokta atışıyla TIR şoförü çıkmıştı. Hatta o zaman özellikle futbol yazılarını zevkle okuduğum Mansur Forutan da kendisine yapılan benzer bir anket sonucu TIR şoförü olacağını Akşam Gazetesi’nde yazmıştı da çok sevinmiştim. Kaderin cilvesi ikimiz de tır şoförü değil gazeteci olduk. Ben bu anket sonucunda rehber öğretmen tarafından tır şoförlüğünün zorluklarına dair bir ton maval dinlemiştim. Bu mavallar TIR şoförlüğünün fiziki zorluklarından ziyade toplumsal zorluklarıyla alakalıydı.
Meseleye buradan girmemin sebebi toplumumuzda, mesleki statülerin aslında bir hiç olduğunun farkına varılamamış olması. Buna en son bir ortamda denk geldim. Yazı da buradan çıktı. Bulunduğum ortamda iki eleman arasında şöyle bir konuşma geçti:
Garsonluk ve ayağa düşmek. Ne kadar iç atıcı bir tamlama. Bunları söyleyen elemanlar acaba self servis kahve dükkanlarında bir bardağa bilmem kaç lira verirken, boşları toplayan ‘ayağa düşmüş’ kişilerin onların ayda verdikleri kahve parasına ev geçindirdiklerinin farkındalar mıdır acaba?
Yine geçenlerde adını hatırlamadığım bir oyuncu çok güzel bir röportaj vermiş ve oyuncu olmadan önce kendisinin de yaptığı garsonluk, bulaşıkçılık gibi mesleklerin Türkiye’de aşağılandığını halbuki bunun gayet doğal bir şey olduğunu söylemiş.
Sosyolojide sonradan kazanılan statülerle ilgili sorular ebeveynlere sorulsa kimse; “Çocuğumu büyüdüğünde bulaşıkçı olarak görmek istiyorum,” diye cevap vermeyecektir muhtemelen. Ancak sistem bunu istiyor ve piramidin üstüyle ilgileniyor ve alt tarafı düşünen yok. Fakat piramidin alt tarafından bir tuğla çekilse üst tarafın nasıl bir panik haline düşeceğini kestirmek güç değil. Öğrenciyken makarnaya talim olan piramidin üstünden bir kişi bunu “ne günlerdi be” diye anlattıktan sonra garsonluğu ayağa düşmek olarak adlandırabilmekte bir sakınca görmüyorsa onu Tyler Durden’a havale edelim: “Şunu unutma: Çöplerini biz topluyoruz, arabanı biz kullanıyoruz, telefonlarına biz bakıyoruz. Biz olmadan sen bir hiçsin!”
Bir de şu “limon bile satarım” mevzusu var şu günlerde çok moda olan. “O işi yapacağıma gider limon satarım,” diyen binlerce insan geziyor ortalıkta. Limon satmak senin için ne anlam ifade ediyor ki başka bir işle karşılaştıracak kadar kötülüyorsun? Limon satınca millet anana küfür mü ediyor? İşin en enteresan yanı da bunu hep tuzu kuru kişilerin söylemesi. Hayatında iki yumurta kırmamış adam gidip kendini, ekmeğini bütün gün kendi kilosuyla eşit arabayı ittirerek, boğazı patlayana kadar bağırarak kazanan birisiyle eş değer tutabiliyor.
Bunların dışında sistemin yarattığı havalı isimler de insanların kendi mesleklerinden utanmalarının önüne geçiyor. Hizmet sektörü, tekstil işi, yönetici asistanı aklıma ilk gelenlerden birkaç tanesi. Neden yaptığımız işlerden utanıyoruz ki? Tüm insanlığın tek gayesinin temel ihtiyaçlarını gidererek asgari bir şekilde ölümü beklemesinin dışında başka bir anlamı olmaması gereken yaşamı zorlaştıran bizler akşam önümüze koyacağımız bir tas yemek için o kadar ter döküp, küfür işittiğimiz, can verdiğimiz işlerden neden utanırız?
soyerbrk@gmail.com