Çölün kumları arasından yaratıklar belirmişti bir anda. Uzayan saçları sakalları birbirine karışmıştı. Günlerce aylarca su görmemiş vücutlarından sanki ahır hayvanlarının kokusu yükseliyordu. Gözlerinden ateş ve nefret akıyordu. Bir amaç veya bir düşünce için değil de sanki kin ve nefretlerini kusmak için gelmişlerdi. O eski filmlerdeki kan içerek hayatta kalan yaratıklardılar sanki. Yaşayan bir ölü gibiydiler. […]
Çölün kumları arasından yaratıklar belirmişti bir anda. Uzayan saçları sakalları birbirine karışmıştı. Günlerce aylarca su görmemiş vücutlarından sanki ahır hayvanlarının kokusu yükseliyordu. Gözlerinden ateş ve nefret akıyordu. Bir amaç veya bir düşünce için değil de sanki kin ve nefretlerini kusmak için gelmişlerdi. O eski filmlerdeki kan içerek hayatta kalan yaratıklardılar sanki. Yaşayan bir ölü gibiydiler. Sanırdınız ki adeta dünyaya ya ölmek ya da öldürmek için gelmişlerdi. İnsanlıktan nasibini alamamış bu yaratıklar o kadar nefret doluydular ki, önlerine kim gelirse öldürmek istiyorlardı. Ne kendi yaşamları ne de ötekilerinin yaşamı önemliydi. Yıllarca taşıdıkları bütün maskeleri atmışlar ve artık yalnızca bir ölüm makinesiydiler o ifadesiz sırıtan pis suratlarıyla.
Amerika’da her sene Ekim ayı sonlarında cadı bayramı kutlanır. Çocuklar korkunç yaratıklara bakarak korkmaz ama eğlenirler. Ama bunlar bir başkaydı. Ne bayram ne de seyran için gelmişlerdi. Zombiler gibi yaşama değil ölüme tapıyorlardı. Çoğu daha gençti ama karanlık odaların içinde yaşlanmıştı beyinleri. Ne bir kız arkadaşları olmuştu, ne bir klasik bir müzik dinlemiştiler. Hiçbir hayvanı da sevmemiştiler. Yalnız o ete doymayan diğer etoburlar gibi kesip parçalanan hayvanları görmüştüler. Doğayı, çiçekleri, böcekleri hiçbir şeyi sevmemiştiler. Bu dünyada yaşamayan, ama öbür dünyanın cenneti zannettikleri yere gitmek için burada cehennem yaşamaya yaşatmaya kararlıydılar.
Ölüm tanrıları adına secde edip ve dualarını da yaptıktan sonra, o hırpani simsiyah insanın içini karartan elbiseleriyle aniden kapınızda belirip boğazınıza bıçak, sırtınıza hançer ve kafanıza da silah dayamaktaydılar. Bu beklenmedik kokuşmuş misafirlerle artık yerinizden kıpırdayamaz hale gelmiştiniz. Bütün vücudunuzu ve varlığınızı teslim almışlar ya da yanınızda ki en sevdiklerinizi almışlardı. “Kadınınızı çalmışlar” ve belki onlarca diğerleri tecavüz etmiş ya da diğer çöl serserilerine satmışları. Belki çocuğunuz kayıp, yaşlınızı çoktan ölmüştü önünüzde. Çocuk deyip geçmeyin. Elinde keskin bir bıçak o korku dolu gözleriyle çocuk daha bağıramadan demir, eti kemiği çoktan parçalamıştı. Kendinize sordunuz keşke bir şey yapabilsem diye. Keşke geçmişe dönsem kurtarabilsem en sevdiklerimi yaşayanları. Artık sizin içinde çok geçti. Çünkü yaratık sizi de alıp götürmüştü.
Ne zaman gidecekleri de meçhuldü. Eğer insanlıkla zerre bağları varsa neden veya niçin öldürüyorlardı. Bunların aklımı yoksa vicdanımı yoktu. Ya da bilemediğimiz başka şeyler mi var. Peki bu insanlar dindar diyorlar. Allah adına ölmeyi öldürmeyi seviyorlar diyorlar. Nasıl bir cennetse çocukların, kadınların, mazlumların kanlarından birikmiş bir göl var onun içinde yıkanacaklar. Utançları hiç yok. Ölmek ve öldürmek sıradan bir eylem mi onlar için. Din adına mı öldürüyorlar? Peki ben inanmıyorsam onlara, onların dinine, kitabına, ibadetlerine veya ben bir dinsizsem, ateistsem katlim vacip mi? O kanlı cennete inananlar niye onlarca yıldır batı demokrasilerinde (kapitalist de olsa) yaşadılar. Eğer her şey haramsa, Mısırlı Samir Abdou arkadaşımın dediği gibi o zaman binlerce yıl önceki gibi yaşasalar. Sonra Samir devam etti: “Madem bu kadar inançlı insanlar, Hz. Peygamber’in zamanındaki gibi yaşasınlar. Altlarındaki arabaları, kullandıkları teknolojileri, silahları ve bombaları her şeyi bırakıp çöl zamanına geri dönsünler.” Samir gerçekten doğru söylüyordu mademki bu kadar inançlı insanlar ve batının her şeylerine karşılar o zaman batıya ait hiçbir şeyi kullanmasınlar. Amerika’da yaşayan eski Hristiyan gruplardan Amişlerin köylerinde elektrik, araba veya birçok teknoloji yoktur. Hala at arabalarıyla gider gelirler. Onlar hiç olmazsa dürüst ve inandıkları gibi yaşıyorlar.
Kafanızda bitmeyen yüzlerce soru. Katil eline bıçağı alıp başka bir ete daha değdiğinde neler hisseder. Ölenin hisleri birkaç dakika içinde gider ama ya öldüren. Öldürmekten zevk mi alırlar. Nasıl bir zevkti bu hiç bitmez. Kanın akması kan görmesi mi hoşuna gider. Bir nevi orgazm mı olur bu katiller aldıkları canlarla. Adrenali düzelir mi öldürdükten sonra. Diyelim bu katil, kadın ve çocukları öldürdü. Akşam eve gidip kendi kadınını ve çocuğunu sever mi o kanlı elleriyle? Katilin annesi babası var mıdır? Onları arar sevdiğini söyler mi? Nasıl bir duygu dünyasındadır. Katil olmak bu kadar kolay mı? Katil hiç ağlar mı? Katilin yası var mıdır? Katil kötüyse nasıl kötü oldu?
Zamanında Ermenileri, Rumları, sonra Kürtleri, Alevileri katleden insanlardan sağ olanlar nerededir. O katilleri bulup konuşmak gerekmez mi? İnsanları iyi iken kötü mü olurlar? Yoksa genetiği ve ailesinden mi gelir katilliği? Belki de o katiller bebekken kötü bir katil olarak doğmuşlardı da biz mi bilmiyorduk?
Düşündüklerimin biraz da saçma olduğunu biliyorum ama katillerin anatomisi de düşünceleri gibi diğer insanlardan farklı olabilir mi? Belki de. Mesela beyinleri küçük veya kalpleri daha mı koyu renklidir. Midelerinde asit yok mudur veya gözlerinin rengi nasıldır? Hepsinin ortak özellikleri nedir. Acaba katillik alkol gibi midir? Yani katilkolikmidir. Bir alışkanlık mı sevmek gibi? Belki de bir defa insan öldüren için bundan daha zevk verici bir iş yoktur. Öldürdüğü her insanla kendisi belki de yeniden doğan bir tanrıdır tanrıçadır. Aslında bütün katilleri bir araya toplasak ve onların davranışlarını izlesek aylar seneler boyunca. Onların gizemli dünyasını anlamak kolay olmasa gerek. Zaman zaman Amerika’da bazı programlarda onlarca seri cinayet işlemiş katillerle röportaj yapılır veya konuşulur. Ailesinden geçmişinden gelen ipuçları yakalarsınız. Politik cinayetlerde de böyle olsa gerek. Yakın zamanlarda halk televizyonunda konuşan ve Arjantin de askeri cunta hesabına işkencelere ve katliamlara katılan bir eski polisin itirafları da mesela ilginçti. Söyledikleri şeylerle katilin nasıl katil olduğunu daha iyi anlarsınız. Bu süreç iyi anlaşılırsa belki katil adaylarının sayısı azaltılır. Doktorlar yalnızca bu katilleri anlamak adına hastaneler açsalar, tezler, kitaplar yazsalar. Onların gerek toplumsal anlamda din, milliyet, ideoloji olmak üzere veya bireysel olarak öç, kıskançlık, kan davası veya zevk için nasıl insanları katlettiğini daha detaylıca izlesek. Katilin veya katillerin anatomisini anlamaya çalışsak. Ya bazı insanlar katil doğuyorsa. O zaman doğmasını engelleyebilir miyiz? Doğarsa onun genetik şifresi nasıl değiştirilir. Belki bir ilaç tedavisi vardır. İyi biri insanın katil olduğu gibi belki kötü bir insan veya katil de iyi bir insana dönüşebilir. Keşke bir şeyler adına ölmesek veya öldürmesek artık. Barışı kuramsal veya kurumsal değil de bireyin düzeyine günlük yaşama geçirebilsek.
Acaba ötekinin katlini ferman vermek bizim evrimleşemeyen – hayvansı doğamızdan mı geliyor? Doğaya bakarsak en tehlikeli hayvanların bile diğerini ender olarak zevk için veya hakimiyet için öldürdüğünü görebiliyoruz. Çoğunlukla tehlike anında hayatta kalabilmek veya yemek için diğerini öldürdüğünü görebiliriz. İnsanın durumu ise daha korkunç. Biz en kötü duygularla öldürebilen bir canlıyız. Aslında yan yan duran, barış içinde yaşıyor gibi gözükenler bile fırsatını bulduğunda öldürmek istediği ötekiler mutlaka vardır. İnsanın insanı tanımak istemediği veya sevmediği yerde de önyargılar, nefret, kin ve nihayetinde de cinayet kolaylıkla gelmektedir. Adam diyor ki, Aleviler şöyle, Kürtler tehlikeli, Ermeniler gavur mavur, Yezidiler taşa tapar veya solcular kızıl dinsiz diye listeyi uzattığında zaten o önyargılar çoktan oluşmuştur. O betonlaşmış bir beyni değiştirmeniz neredeyse imkansızdır. Artık ne kadar hümanist biri olursanız olun o betonlaşmış beyniyle üstünüze doğru gelen yaratığı paramparça etmekten başka bir çare yoktur. Büyük bir hümanist Gandi bile kuduz bir köpeğe karşı insanın kendisini korumasından bahseder. Elbette bir Stoacı felsefesiyle baktığınızda öldürmekten zevk almayacaksınız. Ama şu bir gerçek ya siz onu yok edeceksiniz, ya da o gelecek ve hepinizi yok edecektir. Yaratığı ve onları sokağa salanları besleyenleri yok etmek için geç kalırsanız zaten düşünecek fazla bir zamanınız olmayacak çünkü sizde bir ölü olacaksınız.
Karşınızdakiler istisnalar hariç kaç nesildir farkında bile olmadan katil olarak zaten yetiştirilmiştir. Karanlık odaların arasında hurafeler, dualar, adaklar, imamlar, nefretler aşağılamalar ve yasaklar, insan olamamalar arasında gidip gelmiştir geçmişi. Hep ötekine nefretle büyümüştür. Onlara göre gülen, oynayan, müziğini, dinleyen, öpüşen, koklaşan, içkisini yudumlayan, sevgilisiyle el el dolaşan, güzel elbiseleriyle giyinmiş bir kız çocuğu hepsi düşmandır. Yani hayatın kendisi düşmandır. Ölümdür kutsal olan. Dedesi dedesini dedesi hep öyle belletmiştir kendine. Körleşmiş geleneklerden ve tarihinden; beşikteki çocuğun kesildiği Osmanlı’nın halifesinin torunları olmaktan gurur duymaktadır. Ama kendisi katil olduğunun farkında bile değildir. Hani derler ya adamda zaten ruhsal bozukluklar vardı ama ortam ve koşullar bunu iyice ortaya çıkarır veya hızlandırır. Gerçekten kim katil kim masum anlamak çok da zor değil. Mesela devlet avlanma mevsimi gibi bir kanun çıkarsa ve dese ki senenin şu günü öldürme günü olsun ve kim hangi düşmanı varsa öldürebilir ve tutuklanmayacaktır. Ama o günler dışında cinayet işlenirse tutuklama olacaktır. Merak ediyorum acaba ne olur böyle bir yasa uygulansa. Ne kadar insan sağ kalır. Gerçi ne lüzum var ki – örneğin devletin, dinin, milliyetçiliğin veya dogmatikleşen inançların görünmeyen kutsallığı adına binlerce yıldır yıldır cinayetler işleniyor. Hemen her yer ceset tarlasıdır. Sokaklar bugün bile hala katiller dolu. Her şehirde her sokakta katiller göğüslerini gere gere dolaşıyorlar hatta bazıları meclislere gazetelere televizyonlar bile çıkabiliyorlar. Korkmadan vicdan azabı çekmeden güzelce yaşıyorlar aramızda.
Her yüzyıl, binyıl diğerine miras geçmiş ve yöntemler de değişmiştir. Zamanında Güney Amerika’yı talan eden İspanyol keşiflere karşı zavallı yerliler hiçbir şey yapamamışlardı. Aztekler, İnkalar ve Mayalar başta olmak üzere yerli halk ellerinde ateşli silah olmadığı için toplu katliamdan kaçmışlardır. Öldürmede çoğunlukla ne kural ne de yasa tanımaktayız. Katili bir tarafa bırakalım bir an. Peki o katile veya katillere gidin ölün veya öldürün diyenler nasıl insanlar acaba. Bir insanı katil yapmak nasıl bir duygu nasıl bir zevk acaba? Zamanında Osmanlı paşaları Ermenileri öldürmek için kararnameler çıkartıp; bir halkı cellatların eline vermedi mi? Ya yakın zamanda Türkiye devletinin kutsallığı adına Kürtleri kurban seçmedi mi? Çıkarttığı genelgeler ve yasalarla bir halkı katillerine teslim etmedi mi? Yüzlerce hatta binlerce insanın öldürülmesi emrini vermek nasıl bir duygu. Sen gidip öldürmüyorsun ama birilerine bu görevi veriyorsun. Acaba hangisi daha tehlikeli?
Neyse katilleri yetiştirip masumları öldürtenleri de bırakalım bir tarafa. Peki katillere ve onların tasmalarını ellerinde tutanlara da ses çıkartmayan ve susan milyonlarca insana ne demek lazım. Günlük yaşamına sanki hiçbir şey olmamış gibi devam eden zavallımı yoksa aptal mı desek o kadar sürüleşmiş insan topluluğuna. Günlük yaşamın koşuşturmacasında birileri IŞİD, MIŞİD adına, din ve Müslümanlık adına insanları doğrarken birbirlerinin kurban bayramlarını kutlayan ve namazını kılan ve Allah’ım bu memleketim Cumhuru Reisini koru ve başımızdan eksik etme diyenlere ne demeli acaba. Dualarla ve ayetlerle dün Alevileri, Kürtleri, Hristiyanları, Yezidileri ve ötekilerinin çocuklarını yaşlılarını bebelerini doğrayan bir dinin mensubu olmak onları hiç mi rahatsız etmiyor. Hiç inandığı bildiği şeyleri sorgulamak gelmiş midir aklına. Camilerde cemaate ses veren hangi imamın bu gidişata dur dediğini duydunuz? Yoksa öteki dünya için çalışa duran dindarlarımız, aslında bu dünyanın kör ve sağırlarımı. Yoksa dini kullanmak kolaylarına mı geliyor?
Bir tane Müslüman ülke de bile bir iç barış olmaması ve insanların adeta kan deryasında yüzdüğü bir coğrafya oluşması tesadüf mü. Bin yıldır yanlış giden işler ne zaman duracak? İslam’ın gittiği her yer niye kan revan içinde hala. Niye reform veya İslam’da Rönesans bu kadar gecikti. Soruya el cevap hazırdır. Ama dinimiz böyle emretmiyor öldür demiyor diyorsunuz. Ama öldürene de sesiniz çıkmıyor. Diyelim ki öyle demiyor ama bugünkü haliyle Müslümanlığı uygulayan bir insan zaten bu dünyada yaşamıyor. Sanki ölü doğmuş ve canlı taklidi yaparak yaşıyorlar. Müslüman hayatı sevmek sevdirmek adına bir tane güzel şey yapmıyor. Güzel olana da düşman. Yaptığı her şey cennet için diyor. En güzel şey nefret olsa gerek ki olanlara katliamlara sesini çıkartmıyor ve kendisini sorgulamıyor daha barışçıl daha güzel bir gelecek ve toplumsal barış için somut bir adım atmıyor.
Bugün maalesef Müslümanım diyen birçok insan çelişkiler üzerinde bir yaşam felsefesine sahip. Bir yandan Bosna’da, Myanmar’da, Filistin’de, Irak’ta veya Suriye’de hayatını kaybedenlere üzülürken öte yandan Müslüman olmayan veya kendi mezhebinden, milliyetinden olmayıp öldürülen Kürt, Yezidi, Hristiyan, Yahudi ve diğer insanlara karşı üç maymunu oynuyor. Yani sözün özü kendime Müslümanım ötekinden bana ne diyor. Gerçekte hepimiz aynı gemideyiz ve diğerleri gibi Müslümanlar da kendini yenilemek geliştirmek ve aydınlanmak zorunda yoksa batan gemide onlarda kaybederler.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.