Şaşkın bülbülün kıçına çivili bahçede gül dikeni batmaz… Fıtrat diyorsunuz ya, bekliyorsunuz ki aygırla eşek çiftleşip inek üresin. O buzağı hiç gelmeyecek bayım! Görüp görebileceğiniz, eğer şanlıysanız sağlıklı ve inatçı bir katır; ki çoğu kere de mutasyon kazası garabet bir organizma. Sahi, aynı şeyi elli sefer yapıp farklı sonuç umana ne derlerdi? Bilmem ki bayım: […]
Şaşkın bülbülün kıçına çivili bahçede gül dikeni batmaz…
Fıtrat diyorsunuz ya, bekliyorsunuz ki aygırla eşek çiftleşip inek üresin. O buzağı hiç gelmeyecek bayım! Görüp görebileceğiniz, eğer şanlıysanız sağlıklı ve inatçı bir katır; ki çoğu kere de mutasyon kazası garabet bir organizma. Sahi, aynı şeyi elli sefer yapıp farklı sonuç umana ne derlerdi? Bilmem ki bayım: Belki de o aygırla şansınızı bir de siz denemelisiniz. Hoş, eşek olsanız bu kadarı olmaz ya…
İş cinayetleri, göz yummalar, rantiye, çevre ve doğa katliamı. Tamam, hepsi son kertede politik bir mesele. Bir tercih, bir düzenek, bir var oluş biçimi. Sadece bu olsa, keşke. Bir cinnet, öfke, hazımsızlık ve ille de kindarlık. İktisadi ve yapısal yeniden kurulum (restorasyon) anlamında mülkiyet tekrar ve tekrar tarif edilirken bu işin inşaat/mimari -yani ille de- ama bu sefer kamusal mülkiyet üzerinden tahkim edilmesi boşuna değil. Bilakis zorunluluk! Tahkim edilen, basit bir ekonomik ‘kalkınma-restorasyon’ biçimi değil. Bizzat mülkün kendisi. Taksim’i, Emek’i, Galataport’u, Çamlıca’da camiyi ve nicelerini düşünün: Her birinin basit birer imar rantı olduğuna inanan kaldı mı? Soylulaştırma! Kavramlar bile hakikati ele veriyor: Bir şeye-yere-bölgeye soy(etnik, kültürel sınıfsal)-lu-laş-ma dediğinizde o şey-bölge-kültürün ‘soy-SUZ’ olduğunu ima eden boş göstereniniz (söylenmemiş olan) de mevcuttur. Linguistik gerçekler ortadayken, birtakım eblehlerin çıkıp ihtiyaçlar harmonisi, zenginliği ve zaruretinden girip üretimden çıkmalarına bakmayınız: O işçiler, Zorlu gibi arsız, hadsiz ve de obur ilkeller jakuzili evlerinde kıçlarını arı sütüyle yıkayabilsinler diye telef oldu!
Soy-SUZ olan’ın şehadeti soy-lu mudur?
Somutlayalım ki, Bilal bile anlasın: Hallice bir zaman evveliydi ki ailem esnaftı. Bir aralık üç-beş sivri, bir büyük şirketin öncülüğünde tekelleşmek teklifi yaptı. Büyük-küçük esnaflar yaptığı üretimi o şirketin bünyesinde toplayacak, o şirket için üretim yapacak, karı da o şirketten alacaktık. Hal böyleyken, kârımız kısmen ‘garantilenecek’, ama olan da vatandaşa olacaktı. Ekmek fiyatları yükselip sabitlenecek, rekabet bitecekti. Ailem ‘kodomanlara çalışmayız’ diyerek reddetti. Çünkü, daha tezgahtarlık günlerinde kendi müşterisini siftah yapmayan komşusuna yönlendirecek kadar engin gönüllü, onurlu ve hakiki anlamda ‘insanlar’la çalışmışlardı! ‘Efendim makro rekabet’ hede-hödö deyip makro arsızlıklarını muştalamak isteyenlere bakmayınız: Terbiyesizlik fıtratta varsa, o işin salt-basit bir bahanesidir. 100 yıl önce de kendini başkalarının özgürlüğü için feda edenler vardı, şimdi de var mı? 100 yılda değişen yapısal ahlaksızlık göstergeleri dışında nedir ki?
Tabi ya: Jakuzi icat oldu, mertlik bozuldu.
Zenginlik ve refah, vicdani vasat ve terbiye noksanlığınla koşut gidiyorsa ortada bir sorun yok mudur? Hele ki ‘şehid kardeşlerimiz’ gibi linguistik değeri hakkında besbelli zerre fikri olunmayan bir şey icat ediliyorsa? Nedir ki ya ahmaklık fıtratlarında var ya da birileri pekala yalan söylüyor. Şehadet, kutsi bir ilke-amaç- yani ideal uğruna kendini feda etmiş yani şahitlik etmiş insanın eylemine biçilmiş vasıftır. Birçoklarının sandığının aksine ‘ölüme’ değil, yaşayan canlı organizmanın elbet ‘canlı’ eylemine verilen bir payedir! Sizi şehadetle onurlandıran şey, ölmeniz değil mücadele ettiğiniz ilke-amaç-değer için yarattığınız eylemdir. Ölüm, yalnızca tali bir sonuçtur. Şehadeti pekala bilerek kullanan bir ‘dava adamı’ için, o kavram rastgele-uydurukça söylenmiş bir saçmalama hali değil; bilakis ‘dava’ olarak kodladığı kutsal amaç uğruna öldüğünü varsaydığı işçiye biçilen roldür. Bilal-ce anlatırsak: Torun efendi, o hassas ve naif popolarını ipekten havlularla kurulayabilsinler diye can verircesine çabalayan gözü kara işçilerimizin fedasıdır şehadet. Dirisi beş kuruş etmez, yolda dilenirken görse o da belki iğreti bir acımayla küflü bir ekmek vereceği zavallı bir yaratıktır işçi. Ne sandınız? O rezidanslar ki, soy-SUZ-luğu, fıtratında olana bahşedilmiş kutsal bir fırsat değilse nedir? Haddinizi bilin!
Demek ki kutsallar hiyerarşisi içerisinde başat olan şey dava, yani ipek şallarımızdır. Af buyurulsun, burada insana dair özce bir tasarım bulunmaz. Davanın eş değer neferlerine pazarlanacak ‘ürünler’ (rezidans, avm, yerine göre cami) dışında da bir kutsiyet yok. Hal böyleyken şehadet, patronlarımızın sekreterlerini ipek şallarla sevmeleri dışında bir mana içermez. İnsana ait, yaşamsal her değeri (başta can) dışsallaştırıp onu sekterin ipek şallarında bir ilmek nispetinde bile düşünmeyen bu kafa için ‘ölüm’ iğreti yaşamlarımız adına birer lütuf olarak görülür. Şehadetin ‘ödülü’ cennetin belirsiz ufukları ve o ufuklardaki huriler-şaraplar bile değil; sadece kupkuru birer ölümdür. Her işçi, iğreti ve günahkar fitratı gereği gayya kuyusuna atılmış sefil öznelerdir çünkü. İşçiler için gayya kuyusundan kurtulmaktan daha ali bir ödül mü olur? Canı sıkılan limon satsın, diyen iktisat gurularımız varken limon satmayı bile wall-mart’ların hayrına haraca bağlayan über serbest kurallarımızla elbette ‘market’ tek kaderimizdir. Market’i beğenmedin mi? Buyrun madenlere, inşaatlara ya da tarlalara. Biz sefillerin-paryaların ‘reddiyesi’ne inat, alış-veriş yapacağımız tek yer imar cennetleridir, vesselam…
Dik dur, eğilme, bu millet seninle!
İçiçe geçmiş, asimetrik, yer yer ağaçlı ve toprak bahçeli garabetler yerine inşa ettiğimiz ‘medeniyet’ eserlerinin -ve elbet davamıza koşut- her birinin göğü delen mimari şaheserler olması tuhaf değil. Davayı anlamamakta ısrar eden günahkarları kovduğumuz gibi, her biri papatya tarlasına dikilmiş zürafa penisini andıran haşmetiyle imari şaheserlerimiz davamızın büyüklüğünü gösterir. O güzelim mütevazı camilerimiz, külliyelerimiz, yaşam ve doğayla iç içe abidelerimiz falan artık ‘eski Türkiye’de’ kaldı. Artık yeni Türkiye var. Elbet şehrin en dik yerine, en dik ve en büyük yapıyı dikeceğiz ki dost ve düşman büyüklüğümüzün haşmetiyle titresin.
Yeni Türkiye, eskinin mütevazılığına inat ‘dimdik’ inşa ediliyor. Ne diyordu meşhur sloganda: Dik dur eğilme, bu millet seninle! Gördük ki eserlerimiz dikeldikçe, dost-düşman eğilmekte. Her tedavide olduğu gibi, burada da yan etkiler olabilir. Bu bağlamda işçilerimiz, davamızın dikliğine kurban gitmiş endikasyonlar olarak da görülebilir. Bağışıklık sistemleri hala ölmeye direnemeyen diklik ve yükseklik sarhoşlarıyız her birimiz. N’olur ki, 32. kattan düşüp de ezeli bir elastikiyetle ölmemeyi başarıversek? Bir gün o da olur inşallah. Çok şükür ki, elimizde hala şehadetimiz var. Neyse ki; üretemeyen, über girişimci, zeki ve fırsatçı olmayı başaramamış “gerizekalılar” olarak hamam böceklerinden hallice fitramızla şehadetimiz var.