Dünya ekonomisi için önümüzdeki döneme dair olumsuz beklentiler giderek artıyor. Özellikle gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu durum dünya ekonomisinin geleceği için bu olumsuz beklentileri güçlendirmekte. Japonya ve Avrupa Birliği ülkelerinden gelen veriler kötü. Bunun yanı sıra BRICS ülkeleri olarak bilinen ülkelerde de durum iç açıcı değil. Aşağı yönelimli ekonomik gelişmelerden en çok etkilenecek ülkelerin başında, özellikle […]
Dünya ekonomisi için önümüzdeki döneme dair olumsuz beklentiler giderek artıyor. Özellikle gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu durum dünya ekonomisinin geleceği için bu olumsuz beklentileri güçlendirmekte. Japonya ve Avrupa Birliği ülkelerinden gelen veriler kötü. Bunun yanı sıra BRICS ülkeleri olarak bilinen ülkelerde de durum iç açıcı değil. Aşağı yönelimli ekonomik gelişmelerden en çok etkilenecek ülkelerin başında, özellikle son on yılda ekonomik açıdan aşırı ısınmış piyasalar gelecektir. Yükselen piyasalar olarak havaya sokulan bu ekonomiler kaynak kullanımında oldukça israfkar ve geleceği hesaba katmaz politikalarıyla adeta uçuruma doğru koşmaya devam edegeldiler.
Bu ekonomilerin ilk sıralarında tahmin edeceğiniz gibi Türkiye’nin de içinde yer aldığı birkaç ülke gelmekte. Türkiye, daha önce birkaç kez bu köşede de yazıldığı üzere, son on yıl ortalamaları üzerinden bakıldığında aslında sağlıklı bir dönem geçirmedi. Aşırı ısınma dediğimiz durum dış kaynak kullanımına dayalı iktisat politikalarıyla ortaya çıkıyor. Bu konuda Türkiye son on yılda en fazla dış kaynak kullanan ülkelerin başında gelmekte. Cari işlem açığı oranları üzerinden ülkelere baktığımızda Türkiye en fazla açık veren ülke. Ekonomideki dile getirilen birçok ‘iyileşme’ aslında bu derece kötüleşen bir cari açıkla sağlanabilmiş. İyileşme olarak göze batan da sadece ortalama %5’lik büyüme ve düşen enflasyon. Bunlara karşılık bütçe hakkının ve kamusal kaynakların adaletsiz kullanımından dolayı katlanılan yüksek toplumsal maliyetler bu dönemde ciddi boyutlara ulaştı. Bu maliyetlerin en başında kalıcılaşmış yoksulluk halleri, artan işsizlik, çevre felaketlerinin yoğunluğu gelmektedir. Bu tabloya bakarak büyümenin ve düşen enflasyonun neye yaradığını anlamamız oldukça zor.
Toplumsal maliyetler üzerinden değil de, sermaye bilimi açısından, yani burjuva iktisadı penceresinden bakarsak, durum yine kötü. Yoğun sermaye girişine karşılık, orta vadede bu sermaye girişinin nasıl bir verimlilikle kullanıldığını ölçmeye kalksak, orada da sıkıntılar büyük. Çarpık bir sektörel yapılanma, işletmeler açısından irrasyonel yönetim anlayışları, kredi piyasaları ile firmalar arasındaki sağlıklı olmayan ilişki karşımıza kötü bir tablo çıkartıyor. Bu tablo olası bir iktisadi krizi karşılayacak birikimin son on yılda yaratılamadığını, tam tersine Türkiye ekonomisinin daha kırılgan ve dirençsiz hale getirildiğini gösteriyor. Mirasyedi bir ruhla ülke kaynaklarını toplumsal gereksinimler ve geleceğe yönelik kaygılar ve beklentiler yerine politik dar görüşlülüğe heba eden anlayış, şimdi hiç daha önce karşılaşmadığı kadar keskin bir virajda. Özellikle politik krizin yoğun yaşanmadığı dönemlerde ekonomik israfa dayalı strateji ile iktidarını sürdüren AKP, şimdi kendi kısa tarihinin en sıkıntılı dönemine giriyor. Deniz bitiyor…
İktisadi krizleri sadece iktisadi dinamiklerin aldığı değerler belirlemez. Anlamlı olan politik ve sosyal krizlerle birlikte iktisadi krizleri okumaktır. Sosyal ve siyasal süreçlerle iktisadi süreçlerin birlikte hareket ettiğini düşünürsek, ortaya çıkan iktisadi hareketliliğin krize dönüşme olasılığı politik ve sosyal devinimlerin etkilerine bağlıdır. Dünya ekonomisi sıklıkla iktisadi dalgalanmalar yaşıyor ve bundan çeşitli ülkeler farklı boyutlarda etkileniyor. Bu dalgalanmaların hangi ülkede ne gibi yansımaları olacağı o ülkedeki politik ve sosyal yapıdaki değişimlerle beraber biçimleniyor.
Türkiye, bu açıdan baktığımızda, büyük olasılıkla kriz mevsimine girmek üzere. Politik ve sosyal düzeydeki hareketlilik olumsuz iktisadi gelişmelere karşı beklentilerin üzerinde tepkilerin açığa çıkmasına neden olacaktır. Toplumsal muhalefet ve emek alanında yükselen gerilimler, Kürt sorunundaki çözüm sürecinin savsaklanması, mezhepçi dış politika, yönetilemez hale gelen yoksulluk, sürdürülemez büyüme gibi sorunlar birçok alanda birden sıkışma yaratacaktır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması, bu yetmezmiş gibi son üç yılın en kâbus stratejik hatasını derinlik olarak sunan birini başbakan olarak ataması böyle bir süreçte düşlenebilecek en kötü senaryolardan biri. Şimdi bu senaryoyu iyi yorumlamak ve mücadeleyi her alanda yükseltmek gerek, ötesi, bugünden kriz mevsimi sonrasına da hazırlanmalıyız!