Bazı zararlar vardır ki, neresinden dönerseniz dönün ‘kâr’ olmaz hiçbir zaman; olmasa da iyi olur yani. Geçenlerde, bir İngiliz hanım kızımız, Rebecca Gallagher, Primark şirketinden aldığı elbisede etiketi olarak dikilmiş şekilde “zorla uzun saatler çalıştırılıyoruz” yazısını bulmuş. Bayan Gallagher, elbiseyi 13 sterline almış ama artık giymeyecekmiş, çünkü yüzlerce işçinin kölece çalıştırıldığı Bangladeş’te üretilen bu elbiseyi almak kendini suçlu hissetmesine neden oluyormuş…
İyi! Aferin Bayan Gallagher’e! “Ay orada toplama kampı mı varmış, biraz duman tütüyodu ama…” diyen Alman köylülerinden bir gömlek yukarıda sayılır yine de. Rana Plaza enkazında can veren binden fazla yoksul emekçi geri gelmez ama en azından kızımızın aklı başına gelmiş. Darısı artık ülkemizde de Mısır, Bangladeş, Pakistan emekçilerinin kanıyla üretilen giysileri kullananların başına. Hani şu maymunlu olanlar gibi mesela…
***
Ekvador ve Güney Afrika, geçenlerde BM İnsan Hakları Konseyi’ne, “uluslararası şirketlerin insan hakları standartlarına uyması için” bir anlaşma çalışması yapma tasarısı sundu. Tasarı, 14’e karşı 20 oyla kabul edildi, 13 ülke de çekimser kaldı. Kabul edildi de ne oldu? 2015’te meseleye şöyle bir bakalım denildi, hepsi o kadar, bir sonuç yok yani, olacağı da yok. Karşı çıkanlar ise malum; ABD, Japonya ve AB ülkeleri… Karşı oy gerekçeleri de çok güzel: “Bu tür bir düzenleme yatırımcıların cesaretini kırar.”
İki soru var: Bir, “yatırımcıların cesareti” nedir? İki, bu “cesaret” nasıl kırılır?
Yanıt gayet açık… Dünyanın efendileri diyor ki, “Siz eğer, yoksul ülkelerdeki çalışma koşullarını insan onuruna yakışır bir hale getirirseniz, biz o insanları hayvan gibi çalıştırıp fahiş kar oranları elde edemeyiz!”
Güvendikleri şey, bu ülkelerdeki çürümüş hukuk sistemleri ve iktidarların kolayca satın alınabilmesidir. Bu yüzden de uluslararası hiçbir bağlayıcılığın altına girmek istemiyorlar; yerelde iş bağlamanın ne kadar kolay olduğunu biliyorlar.
***
Habib Kılınç adını hatırlayan var mı şimdi Türkiye’de? Habib Kılınç, Konya Karapınar hâkimiydi. 24 Ekim 1997’de Karapınar’daki bir kazada, tankerle çarpıştıktan sonra alev alan otobüsün kapıları açılmadığı için çoğu 49 öğrenci yanarak can vermişti. Kılınç, bu davanın hâkimiydi. ODTÜ’lü uzmanlardan oluşan bilirkişi kurulu, otobüsü üreten Mercedes firmasını akaryakıt deposunun tasarım ve üretimindeki hatadan dolayı sekizde beş kusurlu buldu, mahkeme otobüs modelinin 1995, 96, 97 ve 98 yılı üretimlerinin toplatılmasını istedi. Yargıtay bozdu, Kılınç yine diretti. Hatta Mercedes yöneticileri için gıyabi tutuklama kararı çıkardı ama şirket, ifadeye gitmediği gibi bu küstahlığa çok sinirlenerek hâkim hakkında şikayetler yağdırdı. Bakanlık ise “duygusal davrandığı için” hâkime dava açtı, Kılınç arada adalet aramak için gittiği Adalet Bakanlığı’nda, HSYK üyelerinden ‘Alttan al, geniş ol, davaya kendini kaptırma’ tavsiyeleriyle de karşılaştı.
Sonunda soluğu Mardin’de aldı Kılınç ve onuruna yediremeyip istifa etti. Davanın savcısı Gültekin Avcı ise Siirt’i boyladı ve o da istifa etti.
***
Ben şimdi size, yani bu yazıyı okuyanlardan herhangi birine 393 bin lira versem ve babanızı ya da oğlunuzu öldüreceğimi söylesem, razı olur musunuz? Olmazsınız elbette. Soma Holding’in avukatları da razı olmuyor ama onların bakış açısı biraz farklı; onlar bu rakamın “uçuk” olduğunu, bir baba ya da oğulun sefil hayatının daha ucuz olması gerektiğini söylüyorlar. Görüş farklılığı!
***
Adalet Bakanlığı ek inşaatında çalışan işçilerin geçen günkü eylem sırasında binanın pencerelerinden sarkıttıkları pankartta ne yazıyordu, hatırlayan var mı?
“Çalış çalış çalış, paralar nerede?” İmza: Sahipsiz-Sen!
Böyle bir sendika var mı? Evet, var! Hem de uzun süredir var. Sahipsiz-Sen, maalesef milyonlarca üyesiyle şu anda dünyanın en büyük sendikasıdır!
“Yatırımcının cesareti” nereden geliyor sanıyorsunuz?