Yazının başlığına bakarak söylenecek, “Hoppala… Nereden çıktı şimdi bu!” eleştirilerini duyar gibiyim. Evet, gerçekten de ilk bakışta “tuhaf” bir başlık bu. Ne yani, şimdi tutup herkesten Erdoğan’a oy vermesini mi isteyeceğiz? Yoo, hayır; elbette böyle bir şey olmaz! Bu başlık böyle anlaşılmamalıdır. Peki, nasıl anlaşılmalıdır? Açıklamaya çalışalım. Cumhurbaşkanlığı seçimi için karşımızda üç aday duruyor: Selahattin […]
Yazının başlığına bakarak söylenecek, “Hoppala… Nereden çıktı şimdi bu!” eleştirilerini duyar gibiyim. Evet, gerçekten de ilk bakışta “tuhaf” bir başlık bu. Ne yani, şimdi tutup herkesten Erdoğan’a oy vermesini mi isteyeceğiz? Yoo, hayır; elbette böyle bir şey olmaz! Bu başlık böyle anlaşılmamalıdır. Peki, nasıl anlaşılmalıdır? Açıklamaya çalışalım.
Cumhurbaşkanlığı seçimi için karşımızda üç aday duruyor: Selahattin Demirtaş, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan. Bu üç adayla ilgili olarak şimdiye kadar “seçim taktiği” olarak belli formülasyonlar yapıldı: İlk turda Demirtaş’ı destekleyelim, ikinci turda Erdoğan’a karşı İhsanoğlu’na oy verelim. Ya da, ilk turda Demirtaş, ama ikinci turda İhsanoğlu’na vermemek için boykot. Bir başka şey ise, hiçbiri olmaz diyerek toptan seçimleri boykot etmek. (Bu arada yeri gelmişken, “boykot” taktiğini izleyen sosyalist solun, adaylar arasında Demirtaş yokmuş gibi davranması tam anlamıyla bir garabettir; bunu da geçerken not etmek istiyorum.)
Tüm bu ve buna benzer taktikler aslında tek bir şey üzerinde odaklanıyor: Erdoğan’ın gitmesi. Bunun için CHP “risk” alma pahasına MHP ile ittifak yaparak AKP tabanından da oy devşiririz düşüncesiyle “muhafazakâr” bir adayı öne sürmede bir beis görmedi örneğin. Zaten AKP dışındaki “düzen muhalefeti”nin başka türlü yapması da düşünülemezdi. Peki, Erdoğan’ın “tek adam”lığını tescilleyeceği bu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kurgulanan taktiklerin odak noktasını değiştirip bir başka taktik daha izlenemez mi? Yani odak noktasını “Erdoğan gitsin” değil de “Erdoğan kalsın”a kaydırıp başka bir taktik izlenemez mi örneğin? İzlenebilir elbette, ama bu taktik neye yarayacak? Aslında demek istediğim şu:
Şu an herkesin ana “korkusu” Erdoğan’ın CB seçimleri üzerinden bir “diktatörlük rejimi”ne doğru gidecek olması, ya da rotasını buna göre ayarlayacak olması. CB seçimleri bu anlamda Erdoğan’ın elini son derece güçlendirecek. Sanırım burada hepimiz hemfikiriz. Dolayısıyla tehlike herkesi kuşatacak bir tehlike olduğu için sözüm ona bir “birleşik cephe” kurulması bugünün belki de en acil taktiği olarak önümüze sürülüyor. Bu konunun tartışılmasını şimdilik bir kenara bırakarak şu soruyu sormak istiyorum: Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile her şey bitecek mi? Hiç mi tepki olmayacak örneğin? Dahası ilerleyen süreçte “diktatörlüğün” perçinlenmesi ile insanlar buna hiç mi tepki göstermeyecekler? Daha geçen sene insanlar Türkiye’nin neredeyse bütün illerinde sokaklara çıkmamışlar mıydı? Tehlike o zaman da vardı, şimdi de var. Şimdiki tehlike daha “ciddi” olabilir belki, ama insanların bu tehlikeyi durup izleyecekleri anlamına mı gelmelidir bu? Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması kitlelerdeki öfkeyi artıracak, yakın geleceğin isyancı hareketlerine yol açacaksa bu “iyi” bir şey olmaz mı? Daha “ılımlı”, daha “güler yüzlü”, daha “ağırbaşlı” bir Cumhurbaşkanı kitlelerin öfkesini, tepkilerini, isyanını “frenleyici” bir etkide bulunacaksa, bunun neresi desteklensin? Öfkemizi daha da büyütmek, iktidara karşı olan nefret ve isyan duygumuzu sürekli canlı ve diri tutmak ve taktiklerimizi de buna göre ayarlamak varken, tutup da “diktatör” gitsin diye tüm öfke ve isyanımızı soğuracak, bizleri rahatlatacak ve hepimizin koca bir “oh” çekmesine neden olacak bir adaya neden oy verelim? Fransa’da Nicolas Sarkozy yerine François Hollande geldiğinde Fransız halkı bir “oh” çekmişti haklı olarak; ancak hedef sadece bununla sınırlı olmalı mıdır? François Hollande’ın “sosyalist”liğine girmiyorum bile.
Kendimize şu soruyu ciddi ciddi sormalıyız: Nasıl bir Cumhurbaşkanı istiyoruz? Öfkemizi yatıştıracak, bizlere derin bir “oh” dedirtecek bir Cumhurbaşkanı mı, yoksa nefretimizi her geçen gün büyütmeye yarayacak bir Cumhurbaşkanı mı? Başımızı okşayıp, sırtımızı sıvazlayan bir “sömürgen” mi istiyoruz yoksa aynı tür “sömürgen”liği üzerimize çizmeleriyle çıkıp bizi ezmeye çalışarak yapan birini mi? Nefretimizi büyüten, isyanımızı diri ve canlı tutan hangisi ise bizi o ilgilendirmeli bence. Bu saatten sonra bizleri teskin edecek birine ihtiyacımız yok ve olamaz da.
“Ilımlı” siyasetçiler her zaman kitlelerdeki öfkenin tedrici birikmesine neden olmuşlar, kitleler huzursuz olmaya başladıklarında ise koltuklarını daha “ılımlı” kişilere, “güler yüzlü” kişilere bırakarak biriken öfkenin alınmasına neden olacak değişiklikler yapmışlardır. Şimdi soralım; amaç “gazımızın alınması” mı olmalıdır? Eğer Erdoğan CB seçimlerinde geriler ve koltuk İhsanoğlu’na kalırsa insanlar haklı olarak Erdoğan’dan kurtulduk diye bir “oh” çekeceklerdir; ama bu durumun şöyle bir çelişkisi de var; insanlar şunu düşünebilirler örneğin: Erdoğan’ı Gezi ile zayıflatamadık, deviremedik; ama bakın seçimler ile “devirebiliyor” ve gücünü zayıflatabiliyoruz. Demek ki ana mücadele aracımız “demokrasi”, yani sandığa gidip “vatandaşlık hakkı”mızı kullanmak olacak! Bunun çok büyük bir tuzak olduğunu düşünüyorum. 30 Mart seçimlerinde “bas geç” taktiğiyle ne kazandık? Doğru, AKP biraz oy kaybetti. İyi de bu bizlerin hedefi değil ki? Yoksa öyle mi? Belki de ben yanılıyorumdur. Demek istediğim şudur: 30 Mart seçimlerinde “bas geç” taktiği işe yaramamışken, şimdi aynı taktiği izlemenin mantığı nedir? Erdoğan’ı sandıkla mı geriletmeyi ya da düşürmeyi hedefliyoruz?
“Diktatör”lerin uzun süre koltuklarında kalamayacakları, elbet bir gün üzerinde tahakküm kurdukları halk kitlelerince alaşağı edilecekleri örneklerini Mısır ve Tunus’tan biliyoruz. Otoriter rejimlerin sistemin geneli için bir istikrar getirmediği ortada. Emperyalizm de bunun çok iyi farkında. Bana kalırsa ABD’nin temel derdi, Erdoğan’ın da aynı Mısır ya da Tunus’ta olduğu gibi kitleleri isyana sürükleyebilecek bir rejim olmasından duyduğu endişedir. Yoksa “özgürlük”müş, “demokrasi”ymiş vs. bunların hepsi palavradan ibaret! Erdoğan Türkiye özelinde Gezi sürecinde de görüldüğü gibi kendi ülkesinde kitleleri huzursuz eden, onları isyana sürükleyebilen otoriter uygulamaları ile öne çıkıyor. İşte emperyalizm bundan rahatsızlık duyuyor. Bunun için Erdoğan’a “ülkeni yönet ama huzursuzluk çıkarma, başımızı ağrıtma” mesajı vermeye çalışıyorlar. (Bir de tabii Erdoğan’ın dış politikada izlediği “Millî Görüş”çü bir perspektifi var; ama şimdi buraya girmiyorum.)
Aslında tüm bu gerici güçler kitlelerin isyan etmesinden, inisiyatifi ellerine almasından son derece korkuyorlar. Gelin onları korkutmaya devam edelim. Amacımız “orta sınıfsal” özlemlerimizi dile getirecek sözüm ona daha “demokratik” bir Türkiye değil; üretenlerin, emekçilerin, ezilenlerin, kadınların, dışlanmışların, ayrımcılığa uğrayanların vs. yönettiği bir Türkiye olsun!
Bugün egemen sınıf içerisinde, konjonktür gereği kurulmuş bir mutabakatın çatırdamakta olduğu bir süreçten geçiyoruz. Emniyetin emniyete yaptığı operasyonu konuşuyoruz birkaç gündür. Devletin sınıf egemenliğini sağlama ve sürdürmedeki en önemli “baskı aygıtı” olan polis içerisinde derin bir “çatlak” var. Yani bütünleşik, yekpare bir “güç” yok karşımızda. Bu “sistemik boşluk” biz aşağıdakiler için potansiyeller taşıyabilir belki. Yani “parçalanmış” bir emniyet teşkilatı toplumsal bir kabarış karşısında eskiden olduğu gibi devletine hizmet eder mi? Sadece sesli düşünüyorum. Elbette Erdoğan gerekli önlemlerini en üst seviyede alıyordur bu “gediğini” kapatmak için, ama yine de egemen sınıf içerisinde bugün polisin polise yaptığı operasyon sürecinde daha bir açığa çıkan “güç kırılması” toplumsal bir kalkışma için bir imkân sunabilir mi, diye sormadan edemiyorum kendime.
Bu yazının amacı “oylarınızı Erdoğan’a verin” demek asla değil! Bu tam anlamıyla bir budalalık olur. Herkes istediği kişiye oyunu versin. Örneğin ben Demirtaş’a vereceğim oyumu. Bu yazıdaki amacım, tüm enerjinin “Erdoğan gitsin” söylemine sıkıştırılmasının içinde barındırdığı kimi “çıkmazlar”a işaret etmekti. Aslında bir bakıma bir “iç ses” ya da bir “sesli düşünüş” benimkisi.
25 Temmuz 2014