Haziran İsyanı’nın üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yıl içinde yaşananlarla, özellikle 17 Aralık operasyonu ve 30 Mart yerel seçimler süreci ile İsyan’ın etkileri arasında nasıl bir bağlantı vardı? Sosyalist hareket ve emek-meslek örgütleri açığa çıkan dinamiklerle ilişki kurmada ne ölçüde başarılı oldu? İsyan’a katılan kitlelerin seçimlerde büyük beklentiye girip 30 Mart’tan bir moral bozukluğu […]
Haziran İsyanı’nın üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yıl içinde yaşananlarla, özellikle 17 Aralık operasyonu ve 30 Mart yerel seçimler süreci ile İsyan’ın etkileri arasında nasıl bir bağlantı vardı? Sosyalist hareket ve emek-meslek örgütleri açığa çıkan dinamiklerle ilişki kurmada ne ölçüde başarılı oldu? İsyan’a katılan kitlelerin seçimlerde büyük beklentiye girip 30 Mart’tan bir moral bozukluğu ile çıkmaları bir çelişki değil mi? İsyan’ın önümüzdeki sürece olası etkileri nelerdir? Soma katliamı ve Okmeydanı’nda yaşanan polis şiddeti bize ne gösteriyor? “İsyan’ın yıldönümü söyleşileri” başlığı altında yaptığımız söyleşilerde toplumsal muhalefet açısından kritik önem taşıyan bu sorulara yanıt arıyoruz. Yalçın Bürkev Eğer öncülükse yapılması gereken, üzerinde düşünülmesi gereken verili konumları sarsarak toplumsal muhalefetin bütününü ortak bir hatta doğru sürükleme hedefi güden bir hegemonik ilişkinin nasıl örülmesi gerektiğidir diyor
Diğer söyleşiler için tıklayınız!
***
AKP, SİYASAL REJİMİ BÜYÜK ÖLÇÜDE YENİDEN YAPILANDIRDI AMA ARDINDAN REJİMİ KONSOLİDE EDEMEDİ
ERDOĞAN ASLINDA NEOLİBERALİZMİN ADETA GELECEK ÜTOPYASINI YANSITIYOR. ANCAK MODEL “ERKEN DOĞMUŞ” PREMATÜR BİR VAKA
YANİ İKTİDARIN VE PARLAMENTER SİYASETİN KRİZİ, AYNI ZAMANDA BUNA CEVAP VEREMEYEN TOPLUMSAL MUHALEFETİ YENİLENMEYE ZORLAYAN BİR İÇ KRİZLE BİR ARADA YAŞANIYOR
***
Sendika.Org: Sizce geçtiğimiz bir yıl içinde yaşananlar üzerinde, özellikle 17 Aralık ve 30 Mart seçimleri süreci ile Haziran İsyanı’nın etkileri arasında nasıl bir bağlantı vardı?
Seçimler dahil, geçtiğimiz yılki tüm önemli gelişmeler ve içinden geçmekte olduğumuz günler Gezi İsyanı’nın etkisi üzerinden gerçekleşti, önümüzdeki seçimler de bunun devamı niteliğinde olacak. Bunun somut göstergeleri ne denecek olursa, mesela Gezi olmasaydı iktidar bloğu kırılmaz, Fethullahçılar rest çekmez, sorunlar AKP içerisinde kalınarak çözüme kavuşturulurdu. CHP’nin hali farklı olurdu. AKP’ye yönelik dışardan gelen sıkıştırmalar ise bu düzeyde olmazdı, vb. Tabii Gezi patladı ve bunların hepsi gerçekleşti. Gezi atmosferinin T.Erdoğan’ı silkelemesinin verdiği cesaretle ABD neoconları, İsrail (lobisi de) ve onların içerdeki partneri olan Fethullahçılar yüksek düzeyde bir manevra yaptılar ve kılıçları çekerek AKP’ye bir seçim yenilgisi (birinci parti olsa dahi sert bir düşüş) yaşatmayı, belki de seçim öncesi birçok bakanı ve Tayyip Erdoğan’ı istifaya zorlamayı ve bu sayede Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasının önünü kesmeyi hedeflediler. Ancak istediklerine ulaşamadılar. Yukardan siyaset üzerine kurulu toplum mühendisliği tutmadı. Erdoğan varını yoğunu ortaya koydu, muazzam bir kutuplaştırma siyasetiyle AKP tabanını arkasında durmaya ikna etti, hile, hurda ne mümkünse yaptı ve bu badireyi nispeten “makul bir hasarla” atlatmayı başardı.
CHP’nin kendi gücü üzerinden gitmek ve daha köklü demokratik-halkçı politikalara yönelmek yerine ucuz fırsatçılığa yönelmesinin bedeli ise ağır oldu. Halk kitleleri seçim sürecinde pasifize oldu, seçim kampanyasının argümanları esas olarak “yolsuzluk” üzerine kuruldu. Oysa Gezi sonrasında halkçı bir alternatifin boy gösterebilmesi için son derece uygun bir atmosfer vardı. Ancak köklü demokratik-halkçı politikalar yerine ikame edilen bu pragmatik muhalefet tarzının ardından bir kez daha anlaşıldı ki, AKP neoliberal politikalarla geniş kitlelerin geleceklerini çeşitli yollarla ipotek altına alarak, yoksulları himaye ederek, geniş kitleleri küçük çıkarlar için kurulu bir çarkın parçasına dönüştürerek istikrar arayışının bekçileri haline getirebiliyor. AKP tabanı, sorunlarına köklü çözüm getirebilecek bir alternatifin yokluğu koşullarında, bu denli hızlı bir çöküş tablosu karşısında endişeye kapılarak verili durumu korumaya yöneldi. Kutuplaştırma politikaları, verili sağ-sol ilişkilerinin muhafazası, İslam’ın kendi “hakikat dünyası”nın etkisi gibi olguların da, bunları tersyüz edebilecek gerçek bir alternatif politik program ve hareketin olmadığı koşullarda karşılık bulabildiği bir kez daha görüldü.
30 Mart ve 1 Mayıs’ta açığa çıkan manzaraya bakarak, hükümetin İsyan’ın rövanşını aldığı sonucuna varılabilir mi? Sizce toplumsal muhalefet açısından 31 Mayıs 2013’te başlayan süreç kapanmış mıdır?
AKP, İsyanın rövanşını henüz alamadı ve Gezi ile başlayan süreç kapanmadı. Zira bu rövanşı alması, AKP’nin yeni rejim dönüşümünü başarılı bir şekilde tamamlayabilmesi anlamına geliyor. Oysa henüz öylesi bir momentte değiliz. Malum, 2007 sonrasında AKP, siyasal rejimi büyük ölçüde yeniden yapılandırdı ama ardından rejimi konsolide edemedi, pekiştiremedi. Rejime istikrar kazandırmak için diğer egemen güçlerle, ortak bir mutabakat zemini sağlayamadı.
Gelinen noktada, Erdoğan’ın vaaz ettiği şekilde fiili/resmi bir başkanlık sistemi çerçevesinde, tüm egemenlik ilişkilerinin derin bir neoliberalizm, koyu bir İslami düzenleme ile nüfuz alanları genişleyen tarikatlar ve mafyöz ilişkiler ekseninde yeniden yapılanması anlamına gelecek bir rejim dönüşümü, egemenlerin bütünü nezdinde ancak Türkiye’nin neoliberal küresel klasmanda bir üst lige çıkması hedefiyle birlikte rasyonalize edilebilir. Yani pastanın büyümesiyle birlikte siyasal otorite genel kabul görür hale gelir, tasfiye edilenlerin sesi bu atmosferde duyulmaz ve kazanılacak bu inisiyatifle tüm toplumsal ilişkiler, egemenler arası dengeler ve uluslararası ilişkilerin yeniden düzenlenmesine girişilebilir. Bu hedef Erdoğan için bir vizyon olduğu kadar artık “paçayı kurtarabilmenin” de zorunlu programına dönüşmüş durumda. Bu vizyon, çok kutuplu küresel ilişkilerde doğan hegemonya boşluğunun ortaya çıkardığı bir fırsat olarak ele alınabilir.
Oysa küresel düzeyde lig atlamak öyle kolay değil. Hegemonya boşluğunun yarattığı geçici fırsatlar ise bunun için yeterli olmuyor. Geçtiğimiz yıllarda Erdoğan’ın aşırı hırsla soyunduğu bölge lideri ülke, alt emperyal bir vizyonu barındıran yeni-Osmanlıcılık gibi Ortadoğu’da bir hinterland oluşturmaya dönük hamleler, bölgesel manevralar ya elinde patladı ya da sorun yumağına dönüştü, hala da dönüşüyor. Suriye ve Irak’taki durum, İran ambargosundan istifade çabalarının yüze göze bulaşarak tüm kara para aklama tezgahlarının ifşa olması, Suudilerle İslam’ın liderliği üzerinden gelişen gerilimler bunun örnekleri. Diğer yandan, bazı yüksek katma değer üreten sektörlerde atak yapma politikası açısından ise gerekli altyapının varolmadığı da görülüyor. Bir süredir ekonominin motoru durumundaki inşaat böylesi özelliklere sahip bir sektör değil. Türkiye egemenleri Erdoğan’ın “Türk otomobili imal etme” çağrısına olumlu yanıt vermeyerek, teknolojik olarak nitelikli bir sıçrama yapabilecek donanıma sahip olmadıklarını zaten itiraf ettiler. Yani Türkiye’nin 1960’ların Kore’si (demir-çelik) ya da 1980 sonlarının Hindistanı (software) gibi katma değeri yüksek yeni gelişen bir sektörde yoğunlaşarak lig atlama şansı yok. Ayrıca, Türkiye büyük doğal kaynaklara da sahip değil.
O halde, Erdoğan’ın rejim dönüşümünü sürdürürken, aynı zamanda da egemenlerin bir bölümünün lig atlama hayalini de gerçekleştiren Türkiye’nin yeni Bonapart’ı olamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Bunun nesnel koşullarının hazır olmadığı ortada. “Olmayacak duaya amin demek” ise özellikle geleneksel egemenlerin yapabileceği bir şey değil. Böylesi maceradan maceraya sürükleyen bir politik lider geleneksel egemen güçler (TÜSİAD) açısından fazla maceracı bulunuyor. Bir tür Enver Paşa’nın maceracılığını andırıyor. Tarihsel olarak nesnel koşulları var olmayan bir macera. Oysa geleneksel egemenlerin hayalleri böylesi maceralar peşinde koşmayı değil, AB-ABD eksenindeki işbölümü içinde makul bir mesafe kat etmeyi içeriyor.
Tüm bu nesnel kısıtlara rağmen Erdoğan modelini çoğu kez yapıldığı gibi hafife almak ya da ucube bir vaka olarak değerlendirmemek gerekir. Erdoğan şu an muhtemelen -gerçek anlamda- Türkiye’nin en büyük sermayedarı ve bu yönüyle büyük bir sermaye bloğunu ve (dini de arkasına alarak) güçlü bir iktidarı şahsında birleştirmiş durumda ve bu haliyle neoliberal “yönetişim” yaklaşımının “aşağıdan yukarıya” inşa etmeye çalıştığı hedefleri “yukardan aşağıya” gerçekleştirdiği pekala söylenebilir. Bu yönüyle, Erdoğan aslında neoliberalizmin adeta gelecek ütopyasını yansıtıyor. Ancak gerek içteki iktisadi ve politik düzeydeki nesnel kısıtlar gerekse de küresel koşulların bu açıdan olgunlaşmamış olması nedeniyle, Erdoğan modeli “erken doğmuş” prematür bir vaka olarak ele alınmalı ve uzun ömürlü olmayan prematür doğumun tüm özelliklerini bağrında taşıdığı bilinmelidir. Kısacası bu modelin uzun süre yaşama şansı pek yok.
Dolayısıyla, önümüzdeki seçimlerde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesi halinde, bu gelişme rejimin konsolidasyonu anlamına gelmeyecek. Ve asıl işte o zaman çok daha gerilimli bir sürecin başladığını göreceğiz. Üstelik de var olan nesnel nedenlere bir de yeni yönetme krizleri ve AKP yönetiminin kapsayıcılığının giderek daralması gibi olgular da eklenecek. Böylesi bir süreçte, Erdoğan’ın patlayacak her badirede tekrar ve tekrar üste çıkabilmesi çok kolay olmayacak. Görüldüğü üzere, iktidarın her yeni krizi, bir öncekinden çok daha ağır bir şekilde vuku buluyor. Böylesi koşullarda Erdoğan’ın olağan yöntemlerle iktidardan götürülemeyeceği de kolaylıkla öngörülebilir. İçinden geçmekte olduğumuz bu üçlü seçim süreci Erdoğan’ın olağan yöntemlerle ve aşına aşına gitmesi/sınırlandırılması olanağını barındırıyordu ama Cumhurbaşkanı seçildiği koşullarda bu olasılık artık zor. Onu götürecek sürecin nasıl gelişeceği, hangi güçlerin nasıl rol alacağını ise tarih gösterecek. Tarihteki tüm isyanların ve/veya iktidar değişimine yol açan “ihanetlerin”, siyasal bölünmelerin, saray darbelerinin, sistem içi büyük operasyonların koşulları böylesi dönemlerde olgunlaşmıştır. Birçok güç de, şu an yeni hamleler için güç biriktirmekte ve fırsat kollamaktadır.
İşte tam da bu nedenlerden dolayı Gezi defteri kapanmadı. AKP, İsyan’ın rövanşını henüz alamadı ve Gezi ile başlayan süreç kapanmadı. Gezi İsyanı’nın hayaleti, küresel krizin derinleşmesine paralel olarak (yukarda sayılan) rejimin yapısal sorunlarıyla birleşerek daha uzun bir süre egemenlerin korkulu rüyası olacak. İktidar her geçen gün daha otoriterleşecek ama her otoriterleşme hamlesi iktidarın zeminini daha da daraltacak. Ancak toplumsal muhalefetin alternatif politikalar geliştirememesi ve yetersiz kalması halinde, sistem daima bir yandan evrilirken diğer yandan kendini yeni aktörlerle revize edecektir.
Geleneksel egemen politikalar, bundan sonra AKP’yi bölme üzerine odaklanacak gibi görünüyor. Zaten bu siyaset tarzıyla başka bir seçenekleri de yok. Kendi gücü üzerinden politika üretmek yerine, sürece geleneksel egemen çevrelerin gözlükleriyle bakarak müdahale eden CHP’nin geçen seçimlerdeki hamlesini de bu şekilde anlamamız gerekiyor. Bahçeli’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik çatı adayı olarak Abdullah Gül’e teklif götürmesi de bu yönelimin bir devamıdır. Önümüzdeki dönemlerde de aynı tür hamleler sistem içi muhalefetin ana aksını oluşturacak. Tabii bu yukardan hamlelerin hiçbirisi, Gezi sürecinde ipuçları görülen “aşağıdan etkileşim”, yani verili sağ-sol ayrımının ortadan kalkması ve geniş “sağcı” kitlelerin demokratik-halkçı politikaların yanında yer alması kadar asla etkili olamaz ve olamıyor.
Sizce sosyalist hareket ve emek-meslek örgütleri açığa çıkan dinamiklerle ilişki kurmada ne ölçüde başarılı oldu? Neler yapılabilirdi, bundan sonra neler yapılmalı?
Sosyalist hareket ve emek-meslek örgütlerinin açığa çıkan dinamiklerle ilişki kurmakta başarılı olduğu söylenemez. Toplumsal muhalefetin geleneksel siyasal odaklarının tümü için Gezi İsyanı bir potansiyel yaratmakla birlikte aynı zamanda bir sorunlar yumağı da oluşturdu. Söylemde değilse de (“Artık hiçbir şey aynı olmayacak” diyordu hepsi), pratikte geleneksel aktörler bir an önce eski düzlemlerine geri dönmeyi arzu ettiler. Nitekim geçtiğimiz aylar içinde de bu büyük ölçüde gerçekleşti. Herkes eski pozisyonunu yine aldı. Ana politik konumlanışlarda hiçbir ciddi değişiklik gündeme gelmedi. Gösteriler (çok büyük kısmı) dahil, her şey yine bir ritüele dönüştü. Eskisinden belki de daha yıkıcı bir iç rekabet oluştu.
Toplumsal dinamizm ise sürüyor. Kendiliğinden tepkiler neredeyse süreklilik kazandı, polis şiddetinin artmasına rağmen küçük çaplı gösteriler artık yaşamımızın bir parçasına dönüştü. Uzun yıllardır neredeyse unutulmuş olan işçi direnişleri giderek yaygınlaşıyor. Çevre sorunları büyük öfkeler biriktiriyor. Liselilerin dinamizmi iyice görünür hale geldi. Kadın tepkileri her fırsatta yükseliyor. Her şeye rağmen, forumlar süreci -güdüklükleriyle birlikte-devam edebildi…
Yani toplumsal muhalefetin gerek sendika ve kitle örgütleri gerekse de siyasal parti ve gruplar nezdinde tutukluğu daha göze batar hale gelmişken, kendiliğindenci tepkiler, mücadeleler artıyor. Birbirine karşıtmış gibi duran bu iki olgu, aslında diyalektik bir ilişki içinde. Yani iktidarın ve parlamenter siyasetin krizi, aynı zamanda buna cevap veremeyen toplumsal muhalefeti yenilenmeye zorlayan bir iç krizle bir arada yaşanıyor. Tüm sendikalarda, odalarda aykırı sesler giderek artıyor, yeni arayışlar gündeme geliyor. Bütün parti ve grupların tabanlarında ise artan bir huzursuzluk, içten içe bir kaynama söz konusu.
Bu tablonun nedenleri oldukça karmaşık ve derin ama kısaca birkaç noktaya işaret edebilirim. Birincisi içinden geçtiğimiz yeni bir devrimci hareket ya da aynı anlama gelmek üzere yeni bir işçi sınıfı hareketinin oluşum sürecinin sorunları ile boğuşulurken, iki soru temel önemdedir. Birincisi “ne yapmalı”, ikincisiyse “nasıl yapmalı”. Toplumsal muhalefetin büyük bir bölümünün “ne yapmalı” sorusuna anlamlı bir yanıt verdiğini düşünmüyorum. Ne yapmalı sorusunu doğru bir noktadan yaklaşarak “hak mücadeleleri” olarak yanıtlayanlar ise “nasıl yapmalı” sorusunda takılmış durumdalar. Bu iki soru iç içe geçmiş durumda ve sadece birini yanıtlamak yetmiyor ve gelinen noktada aynı kısır sarmalın içine tekrar tekrar düşülüyor.
Şimdiden orta vadeli, (mesela) birkaç yıllık orta vadeli bir hazırlık yapılmalıdır. Bu hazırlık Erdoğan’ın gidiş sürecinde etkin bir rol üstlenmeyi ve sonraki gelişmelere de müdahil olmayı hedeflemelidir.
Böylesi bir düzlem örülemediği ya da muhtelif nedenlerle uygulanamadığı (mesela nasıl yapılmalı sorusuna doğru dürüst bir yanıt getirilemediği) takdirde öncelikle solda ve giderek toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinde “muhalefet krizinin” yeniden derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır ve yeni Haziran’lar belki de iktidardan çok bu düzleme ayak uyduramayan toplumsal muhalefet bileşenlerinin tasfiyesiyle sonuçlanacaktır.
İsyan, hükümete olduğu kadar parlamenter siyasete karşı da bir itirazdı, sokağı temel alan bir başka siyaset yapma yolunun ortaya konmasıydı. Öte yandan İsyan’a katılan kitlelerin seçimlerden büyük beklentiye girdiklerini ve 30 Mart’ta belli ölçüde hayal kırıklığına sürüklendiklerini gördük. Sizce sokak siyaseti ve parlamenterizm arasındaki bu çelişkili ilişkiyi nasıl değerlendirmeli?
Kuşkusuz Gezi İsyanı parlamenter siyasete karşı da bir itirazdı ama karşılarında kendi gerçek taleplerini ifade eden ne sistem içi ne de sistem dışı bir alternatifin olmadığı koşullarda, örgütsüz kitlelerin bir anda parlamenter siyasetin dışına çıkmalarını beklemek de ham hayaldir. O nedenle beklenti ve hayal kırıklıklarının anlaşılır nedenleri var. Elbette burada öncelikle CHP politikaları eleştirilmelidir. Ama bu üçlü seçim sürecinin son derece kritik sonuçlara yol açacağı en az 2-3 yıl öncesinden öngörülebilirken, toplumsal muhalefetin bu süreçten kazançlı çıkmasına yönelik ciddi bir politika geliştiremeyen, derinlikli ilişki ve projeler gündeme getiremeyen, verili hale razı olan tüm parti ve grupların bunda hiç günahının olmadığı söylenebilir mi?
Ayrıca bugünkü koşullarda, AKP’nin yegâne teslim alamadığı düzlem sokak olmakla birlikte, sokağın başkaca zeminlerle desteklenme zorunluluğu da görülüyor. Üstelik sokak mücadelesini geliştirmeye, pekiştirmeye yönelik mücadele ve örgütlenme biçimlerinde yaratıcılık ve mevcudu aşmak da gerekiyor ama ezber bozan örgütlenme biçimleriyle. Buna karşın, içinden geçtiğimiz dönemde, genelde tek boyutlu mücadeleler ve ağırlıkla tek kanaldan ilerleyen örgütlenmeler üzerinden başarı şansı elde edilebileceğini sanmıyorum. Yeni bir işçi hareketinin oluşum sürecinin tüm zenginliği içerilemeden bu kısır döngü aşılamaz. Eğer öncülükse yapılması gereken, verili konumları sarsarak toplumsal muhalefetin bütününü ortak bir hatta doğru sürükleme hedefi güden bir hegemonik ilişkinin nasıl örülmesi gerektiğini derinlemesine düşünmeliyiz. Bunun da çok boyutlu bir mücadele düzlemi ve çeşitli enstrümanları kapsayan, farklı zeminlere hitap eden bir araç seti ve alışageldiğimiz sol programları aşan bir perspektif gerektirdiği ortada.
Haziran’a giderken önce Soma ardından da Okmeydanı’nda yaşanan gelişmeler karşısında muhalefetin ve hükümetin tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümetin sürekli bir endişe içinde olduğu seziliyor ve bu endişeleri zaten Gezi’den bu yana hiç yok olmadı. 30 Mart seçimlerinin ardından gerine gerine AKP’nin zaferinin ne denli kalıcı olacağı üzerine ahkam kesenler çok değil sadece bir buçuk ay sonra, Soma ile yeniden kabus görmeye başladılar. Neoliberal yıkıcılığın sonuçları bundan böyle sık sık sarsıcı biçimlerde ortaya çıkacaktır. Üstelik egemenlerin daha derin neoliberalizme yönelme zorunlulukları, açmazlarını derinleştirecek, bu tür vakaları daha da patlayıcı hale getirecektir. Okmeydanı’ndaki gelişmeler ise onların en küçük tepkiyi bile ezmek konusunda ne kadar pervasız olduklarını gösteriyor. Ve korkuları her seferinde daha da baskıcılaşmayı beraberinde getiriyor. Bu kısırdöngüden kurtulmaları ise mümkün gözükmüyor. Onların sonunu da bu kısırdöngü getirecek.
Muhalefet açısından Soma önemli bir sınav aynı zamanda. Hep olduğu gibi, AKP buralara para akıtarak, sorunu bastırabilecek mi göreceğiz. Ancak ölüm acısı ve özellikle de ölüm korkusu, fındık taban fiyatıyla aynı şey değildir. Ve bu gibi durumlarda iradi müdahale belirleyicidir, sendikal hareketin Soma’daki sınavı bu açıdan önemli olacak. Bundan önceki birçok olayda olduğu üzere, geçici, kozmetik yaklaşımları aşan bir derinlik oluşturulup oluşturulamayacağını izleyeceğiz. Burada elde edilebilecek bir sendikal başarı önemli bir moral değer yaratabilir.
Okmeydanı ise muhalefet açısından birkaç yönüyle dikkat çekici. Bir taraftan, bu tür dönemlerde hep olduğu gibi, CHP’nin yanısıra liberal ve ulusalcı çevreler ucuz bir “provokasyon” söylemine sarılarak hayırlı bir şey yapmıyorlar. Ancak diğer yandan (genel olarak) sokaktaki başıboşluğun sorunlu bir yanı olduğu da aşikar. Bunun basitçe kontrolü ise mümkün değil. Ancak ne yapılması gerektiğini vaaz edebilen hegemonik bir siyasal zeminin örülmesi bu gibi durumların panzehiri olabilir.