Geçen yıl Gezi’nin Türkiye’yi sarstığı günlerin başlangıcı olan 31 Mayıs 2013’ten bu yana bir yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre zarfında maalesef Gezi romantizmini yaşamak ve yaşatmak dışında; düzinelerce kitap basmak, yazılar yazmak vs. dışında pek bir şey yapmadık. Her şeyden önce bu gerçeği güçlü bir şekilde vurgulamak gerek. Ama “düşmanımız” Erdoğan, bizler Gezi […]
Geçen yıl Gezi’nin Türkiye’yi sarstığı günlerin başlangıcı olan 31 Mayıs 2013’ten bu yana bir yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre zarfında maalesef Gezi romantizmini yaşamak ve yaşatmak dışında; düzinelerce kitap basmak, yazılar yazmak vs. dışında pek bir şey yapmadık.
Her şeyden önce bu gerçeği güçlü bir şekilde vurgulamak gerek.
Ama “düşmanımız” Erdoğan, bizler Gezi romantizmine kapılmışken hiç de boş durmadı ve Gezi sürecinden önemli dersler çıkardı. Neler mi yaptı? Her şeyden önce “asayiş boşluğu”ndaki gediklerini kapattı. Polis gücünü sağlamlaştırdı. Devletin çeşitli kademelerinde Gezi sürecinde pürüzler çıkartan kimi “çıbanbaşları”nı temizledi. Sadece bunlar mı peki? Hayır! Erdoğan “ideolojik savaş”ta da önemli ataklar yaptı. Gezi Ruhu’nun kendi tabanında bir hayalet gibi kol gezmesine karşı olağanüstü çaba sarf etti. “Faiz lobisi” dedi; “darbe” dedi; “dış mihraklar” dedi; “camiye ayakkabılarıyla girdiler” dedi; “başörtülü bacılarımıza saldırdılar” dedi vs.
Dolayısıyla Erdoğan hem “maddi” alanda (polis gücünün sağlamlaştırılması vs.) hem de “manevi” alanda etekleri tutuşmuşçasına bir kampanya yürüterek Gezi fırtınasına karşı gemisini güvenli limana sokmayı başardı.
Peki, bizler ne yaptık?
Hatırlayın, şöyle diyordu Erdoğan, Gezicileri kastederek: “Onların twitter’ı varsa bizim de bismillahımız var.” Elbette Erdoğan bunu söylerken, elindeki tek mücadele aracının “manevi” araçlar olduğunu ima etmiyordu. Gezi gibi muazzam bir toplumsal kabarışı engellemek, önünü almak için “besmele çekme”nin bir faydası olmayacağının Erdoğan da pek tabii farkındaydı. Bu şey sadece kendi tabanı ile Geziciler arasındaki kalın “uygarlık duvarı”nın varlığını bilinçlere kazımaya hizmet etti, o kadar.
Tabii Erdoğan’ın aldığı “önlemler” bunlarla sınırlı kalmadı. Gezi protestolarına katılan “ulusalcı”, “cumhuriyetçi” kalabalıkların korkutucu varlığının farkında olmalı ki bu yönde kitleleri “yatıştırıcı” tedbirler alma yoluna gitti. Örneğin Ergenekon tutuklularının televizyonlarda boy gösteren “ünlü” simalarını serbest bıraktı. Ulusalcı kesimle yakınlaşma yoluna gitti. 17 Aralık operasyonu ile birlikte devlet içindeki sözüm ona “paralel yapı”ya savaş açmak için kendi “derin devleti”ni oluşturmak için kollarını sıvadı vs. Bu anlamda Erdoğan karşısındaki muhalefetin birleşmemesi için elinden geleni yaptı ve yapıyor da. Örneğin Erdoğan’ın geçenlerde Koç grubu ile “yumuşama” sürecine girmesini böyle okumak gerekir, diye düşünüyorum.
Eğer bu seneki 31 Mayıs sönük geçtiyse, bunda Erdoğan’ın aldığı tüm bu önlemlerin etkisi yoktur demek konuyu fazlasıyla hafife almaktır.
Peki, “karşıdevrim” bu hazırlıkları yaparken biz Geziciler ne yaptık?
Hadi gelin Erdoğan’ın twitter için söylediği sözleri, kelimelerini değiştirerek yeniden söyleyelim: “İktidarın polisi, copu, gazı varsa bizim de Gezi Ruhu’muz var.”
Romantizmi bir kenara bırakalım artık! Son bir sene içerisinde son derece güçlenmiş bir polis gücü ve “cephe gerisi”ndeki muhafazakâr-mütedeyyin çoğunluk karşısında “ruhsal” şeylerle, “romantizm” vs. ile direneceğimizi sanıyorsak yanılıyoruz. Tanklara karşı sapanla savaşılmaz. Eğer özeleştiri yapmamız isteniyorsa, durumumuz özünde budur!
25 bin polis ve TOMA’larla dolu bir alanda (Taksim’de) slogan atarak mı hükümete meydan okuyacağız? Bu gerçekçi bir mücadele değil ve olmaz da!
Gezi’nin yıldönümü 2014’ün 31 Mayıs’ını bu gözlerle okumanın elzem olduğunu düşünüyorum.
Peki, ne yapmalı?
Bu koşullar altında bence “sokak muhalefeti” sınırlarına gelip dayanmıştır. Daha fazla molotof ya da daha fazla havai fişek de sorunu çözmeyecek. Ne de insanları silahlandırmak… Allah aşkına ne silahlandırması! Gezi’den hatırlayın, polise baklava kutusu uzatan son derece “iyi niyetli” insanlarız biz, tutup da bu iyi niyetli insanlara “hadi silahlanın” mı diyeceksiniz?!
Hadi bir şekilde iktidarın gücü kaosla kırıldı diyelim. İyi güzel de, “cephe gerisi”ndeki muhafazakâr-mütedeyyin sessiz çoğunluk ne olacak?
Erdoğan sık sık “bizler” ve “onlar” diye altını çizerek bu ayrımı günden güne derinleştiriyorken; “biz” ve “onlar” arasında devasa bir “uygarlık duvarı” yükseliyorken nasıl olur da hâlâ “inadına sokak” diye diretiriz?
Sokak muhalefetinin ara vermeden devam etmesi bence şu sonuca yol açacaktır: İstikrarsızlık git gide artacak; insanların zaten var olan memnuniyetsizliği daha da artacak ve Türkiye sürdürülemez bir noktaya varacak… Ama sonra başımıza CHP gibi “kötünün iyisi” bir alternatif getirilecek. Tehlike buradadır! 30 Mart seçimleri öncesinde “tatava yapma bas geç” yaklaşımı bunun ilk işaretiydi. CHP şu an için uykuda bekletiliyor; ama onun da uyandırılma saati geldiğinde önümüze “alternatif” olarak çıkarılacak.
Hayır, Gezi’nin “kazanımı” bu olamaz!
Muhafazakâr-mütedeyyin tabanda gedikler açmayan bir siyaset kesinlikle yenilgiye mahkûmdur! Peki, böyle bir imkân var mı? Pekâlâ var. Yanlış anlaşılmasın burada hemen “Soma” örneğini vermeyeceğim. Aslında Soma’dan çok önce böyle bir imkân her zaman vardı. Şunu söylemeye çalışıyorum: Benim de çalışma hayatında farklı iş tecrübelerim oldu. Mütedeyyin-muhafazakâr işçi arkadaşlarım oldu, “solcu” arkadaşlarım da… İş arkadaşlarımla “ideolojik” tartışmaya girmekten özellikle imtina ederdim. Zaten başımızdaki “patron” her ikimizi de sömürüyorken, tutup da patron karşısında “ideolojik” sebeplerle daha da atomize olmanın ne gereği var, diye düşünürdüm.
Hani sık sık tekrarlar dururuz ya, neoliberalizm işçi sınıfını atomize eden sermayenin uluslararası alanda işçi sınıfına yönelik bir sınıf taarruzudur diye. Ee, hâl böyle iken işyerlerimizdeki işçi arkadaşlarımızla sen “ulusalcısın”, yok sen “dincisin”, yok efendim sen “cemaatçisin” vb. türünden anlamsız bölünmelere girmek tam da neoliberal bölünme stratejisinin işçiler eliyle uygulamaya sokulması değildir de nedir?!
Muhafazakâr bir yayınevinde çalışan sosyalist bir arkadaşım var. Soma faciasından sonra iş arkadaşlarıyla öğle yemeği saatindeyken, “Bu yayınevi maden olsaydı, çoktan çökmüştük,” diye bir espri yapmış. İşçi arkadaşlar da durgun bir gülümsemeyle karşılık vermişler bu espriye.
Evet, aslında bu tarz “yöntemler” ile aramızda çok da güzel iletişim kanalları açılabilir ve açılıyor da.
Bakın başka bir örnek daha vereyim. İletişim sektöründen sosyalist bir işçi arkadaş aynen şunları anlatıyor: “Seçimlerden hemen sonra işçilerle seçim sohbetleri yapmaya başladık. Bir an koyu AKP yanlısı, yirmi yıldan fazladır bu işi yapan bir arkadaşla birebir sohbet [etme] fırsatı yakaladım. Bu sohbet bana gösterdi ki hiçbir fark gözetmeden her işçi ekmeğinin derdinde. Soldan nefret etmelerinin tek sebebi kendilerine hiçbir şey vermediğini düşünmeleri.”
Durum özünde budur! AKP tabanını ırkçı-faşizan bir beyaz adam diliyle “bunlar hüloğcular” diye adlandırmayı bir kenara bırakalım artık. Bunda direttiğimiz sürece Erdoğan’ın eli daha da güçleniyor. Çünkü Erdoğan “oligarşik-elitist beyaz vesayetçiler”e karşı “siyahî halkı” temsil etme kaygılarıyla kendi tabanı nezdinde rağbet görüyor.
Tamam, bu ayrım hiçbir şekilde sınıfsal bir ayrım değil, üstelik emek-sermaye çelişkisini de son derece bulanıklaştıran bir işleve de sahip. Ama kabul edelim, Erdoğan bu ayrımı kullanmanın fazlasıyla “rant”ını yemiyor mu?
Mütedeyyin-muhafazakâr tabanla, her ne kadar aramızda “ideolojik” bir duvar olsa da, bu ideolojik tartışmaları bir kenara bırakıp, işyerinin somut durumlarına karşı birlikte hareket etmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
“Bizler” ve “onlar” arasındaki “uygarlık duvar”larını kalınlaştırmak yerine bu duvarlarda gedikler açmanın yollarını aramak zorundayız; aksi takdirde yalıtılmış bir halde kalacağız. 2015 yılının 31 Mayıs’ı bu senekinden bile daha sönük geçebilir, böyle bir tehlike de var.
Gencer Çakır
4 Haziran 2014
http://gencercakir.tumblr.com